Eminönü’nde trafik sıkıştığında, arabaların arasında yalın ayak su satan çocukları gördüğümde hikâyelerini merak ederdim. Çoğunlukla kirlenmiş kıyafetlerin, çıplak ayakların, kirden kararmış yüzlerin çocukları istismar eden büyükler tarafından düzenlenen bir kostüm olduğu kanaatine varırdım.
Bir yerlerde insanlığımızı kaybettiğimizden midir, yoksa insanlığını kaybedenleri normalleştirdiğimizden midir bilmem, ama dilendirilen çocuklar da bende genellikle ‘büyüklerin mizanseni’ intibası uyandırırdı.
200 liraya İstanbul`dasın
Suriye’de ve son günlerde Rojava’da yaşananlar malumunuz. Ortalık kan gölü. Savaş olanca yıkıcılığı ve yakıcılığı ile ortalığı kasıp kavuruyor. Bombalar şehirlerle beraber aileleri de paramparça ediyor.
Savaştan kaçmanın yollarını arayanlar, çoğunlukla bilinçsizce, kalabalığı takip ederek kendilerini Türkiye’de buluyor.
Sınırın yakınlığı ve burada “onlardan” olan insanların da olduğu bilgisi Türkiye’yi can havli ile savaş mağdurlarının kendilerini attığı ilk nokta haline getiriyor.
Antakya ve Ceylanpınar adeta savaşın içinde.
İşte canını kurtarmak için kendini sınırın bu tarafına atanların “can pazarına” girişleri de tam bu noktada başlıyor.
Sınırlarda bekleyen birtakım adamlar var.
Kimse onların kim olduğunu, hangi şebekeye bağlı çalıştığını bilmiyor.
Tek bilinen binlerce insanı kişi başı 100 TL karşılığında Urfa’ya ve oradan tekrar 100’er TL karşılığı İstanbul’a getirdikleri.
Urfa’da kalanların neler yaşadığını henüz bilmiyorum, gidip görmüş değilim. Ama İstanbul’da gördüklerimi anlatmak isterim.
Sömürü sistemiyle çalışan `mülteci` kampı!
Unkapanı İMÇ’nin (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) hemen arkasındaki sokaklarda başlıyor tanıklığım.
Küçükpazar Mahallesi`nde...
Adına “otel” dedikleri küçücük odalara bölünmüş binalarla dolu bir mahalle. Üstelik kesişen tüm sokaklar da aynı durumda. Bir nevi sömürü sistemiyle işleyen “mülteci kampı” desem yeridir.
Mahalleye girer girmez foto muhabiri arkadaşımla dikkat çekiyoruz. Etrafımız sarılıyor. Çoğu Kürtçe konuşan, Türkçe bilmeyen insanlar etrafımızı sarıyor.
Türkçe bilenlere sığınmacıları sorduğumuzda ceplerinden isim listesi çıkartanlar oluyor. “Bu mahallede 200 tane var abla. Hepsi bende kayıtlı” diyor biri. “Neden kayıt tutuyorsun” diye sorduğumuzda yanıt vermiyor. “Nereden, nasıl geliyorlar, ne yiyor, nerede uyuyor, nerede çalışıyorlar, pasaportları var mı, kayıt dışı mı bu insanlar” diye sorduğumuzda “Valla buralar hep bunlardan dolu. Biz bilmiyoruz, ama Fatih, Esenyurt, Sultangazi hep doludur” yanıtını alıyoruz.
O esnada kısa boylu bir adam yaklaşıyor yanımıza. Kiralık oda baktığımızı sanıyor. Nedir aradığınız, aylık 1500 liraya odam var diyor. Odayı görmek istiyoruz, fotoğraf makinesini görünce kaçıp gidiyor.
O sırada kapısı açık bir bodrum katını gösteriyorlar. İniyoruz, tuvaletler taşmış, keskin bir koku, rutubetten ıslanmış duvarlar, küf kokan küçük odalar ve hepsinin içi ağzına kadar dolu. Burada oda başına ayda 600 lira ödeniyormuş, günlük 20 lira. Fotoğraf çekmemize izin vermiyorlar.
Daha doğrusu ev sahibi bizi fark edince kovalıyor.
`Genç kızlar fuhuşa teşvik ediliyor`
Sokakta yürürken genç bir adama rastlıyoruz. Kucağında bebeği ile. Adı Mahmut. 25 yaşında. Konuşmaya başlayınca Rojavalı (Suriye) bir Kürt olduğunu öğreniyoruz.
Kaldığı odayı görmek istediğimizi söylüyoruz, bizi yukarıya buyur ediyor.
Ayda 800 lira ödenen bu odalar öncekilerine nazaran lüks kabul edilebilecek durumda, ama odada keskin bir lağım kokusu hakim.
“Eşin nerde” diye soruyoruz, “Yemek bulmaya gitti’ diyor. “Nasıl bulacak? Parası var mı” diye sorduğumuzda ise, “Yok, nasıl bulacak bilmiyorum” yanıtını alıyoruz.
Karşı odadan küçük çocuklar bize bakıyor.
Oraya yöneliyoruz. Xezal 45 yaşında. Burası onun odası. Dört çocuğu var. Daha doğrusu hayatta kalan sadece bu dört çocuğu olmuş. Üç çocuğunu, kocasını, anne ve babasını savaşta kaybetmiş. “Humus’ta taş taş üzerinde kalmadı. Evden koşarak çıktık ve kalabalığı takip ederek sınırdan geçtik” diye anlatıyor yolculuğu.
Çocuklarının en büyüğü Süheyla. 13 yaşında. Sokağa çıkmaya korkuyor. Xezal, “Genç kızlar fuhuşa teşvik ediliyor. O yüzden ben de çıkmasını istemiyorum, kapıyı üzerine kilitliyorum” diye anlatıyor kızının sokağa çıkmaktan korkmasının nedenini. Süheyla evini özlediğini, dönmek istediğini anlatırken gözleri ışıldıyor. Sonra birden ışıltı yerini karanlığa bırakıyor “Arkamızda ölümü bıraktık” diyor.
Kardeşleri küçücük. Yol kenarlarında su satarak, dilenerek oda kiralarını çıkartmaya çalışıyorlar. Bunları çok sonra, onlar bize biraz daha güvendikten sonra öğreniyoruz.
Xezal, dört yumurta ve iki pideyi gösteriyor. Yerde, kirin, tozun tam ortasında duran günlük öğünlerini “İşte bunlar için çalışıyorlar” diyor.
Peki ne olacak, yarın için ne düşünüyorsun diye sormaya dili varmıyor insanın.
Ölümden kaçmış, sefalete düşmüş, çoğu çocuk bir aileye bakarken sadece insanlığın geldiği hali sorgulayabiliyor insan.
Annelerine sığınmış, etrafa korkan gözlerle bakan çocuklardan ayrılırken hissettiklerim tarifsiz…
Savaşın her daim mağdur ettiği, acıyı en çok yaşattığı çocuklar ve kadınlar oluyor. Bizler ise sadece seyirciyiz, en azından şimdilik.
Paran yoksa, pasaportun da yok
Binadan çıkarken etrafa saçılmış çöplere ve çöplerin içinde inatla yaşını yaşamaya çabalayan çocuklara takılıyor gözüm. Her şeye rağmen neşesini kaybetmeyen çocuklara… Arkamızdan bir amca sesleniyor. Kürtçe konuştuğu için etraftakilerin yardımı ile anlaşıyoruz. Yanındaki çocuk torunuymuş. Üç gelini ve altı torunu ile bir odada kalıyormuş. Üç oğlunu savaşta kaybetmiş. “Benim bağım bahçem, rahat yaşamamı sağlayacak kadar param var ama hepsi Halep’te kaldı. Şimdi burada torunuma içirecek süt arıyorum. Savaşta korkudan annesinin sütü kesildi, süt bulmak zorundayım” diyor. Yardım derneklerinin sık sık gelip hiçbir yardım yapmamalarından şikâyetçi. Torunu bir oyuncak pusetin içinde oturuyor. “İşte yardım olarak bize bunu verdiler” diyor. Diyecek bir şey bulamıyorum.
En büyük korkularının çocukların hastalanması olduğunu, torunu hastalanınca Haseki Hastanesi’ne götürdüğünü, önce yabancı oldukları için bakmak istemediklerini sonra 80 liralık vizite bedeli karşısında muayene ettiklerini ve para çıkışmayınca pasaportlarına el konulduğunu anlatıyor. “Allah kimseyi bu duruma düşürmesin, muhtaç etmesin” diyor.
Gece yemek bulmak zor
Sokaklar boyu yokluğa, çaresizliğe ve bu durumun insana yaptırabileceklerine tanıklık ederek yürümeye devam ediyoruz.
Gazetecilerle konuştuğu için tehdit edilenlere, para bulması için çocuklarının kullanılmasına boyun eğmek zorunda kalan ailelere, hastanelerde yaşanan dramlara teğet geçen bir yürüyüş…
Sahile doğru ilerlediğimizde; yani Ragıp Gümüşpala Caddesi`ndeki Ticaret Üniversitesi’nin yanına geldiğimizde parkımsı bir alan ve orada yaşayan insanlar dikkatimizi çekiyor.
Yanlarına gidiyoruz.
35 yaşındaki Berekat, Halep’te inşaat işçiliği yaparak geçiniyormuş. Bir hafta önce savaştan kaçarak geldiği İstanbul’da 5 yaşındaki kızı Fatma, 7 yaşındaki oğlu Hatım ve dört yaşındaki Ammar ile bu parkımsı alanda kaldıklarını öğreniyoruz.
Berekat’ın eşi Bahar 25 yaşında. Urfa’da tüm paraları çalındığı için bir oda kiralayamadıklarını ve o sebeple burada kaldıklarını anlatıyor bize. Gündüzleri etraftan geçen insanların verdiklerini yediklerini, fakat gece yiyecek yemek bulamadıklarını da anlatıyor.
Çocukların parkı sulayan fiskıyelerden su içtiğini görüyorum.
O sırada Bahar’la göz göze geliyoruz...
17 yaşındaki Şeyma hamile ve sokakta
Gencecik bir kız. Aydınlık bir yüz. Tam yanına gidecekken karnını fark ediyor, irkiliyorum.
Hamileliğini sokakta geçirmek zorunda kalan tertemiz yüzlü bir kız çocuğu.
Evet, kız çocuğu. 17 yaşında. Adı Şeyma.
13 yaşında evlenmiş. Karnındaki bebeğin dışında 1,5 yaşında bir oğlu daha var. Hasta. Ama “Hastaneler para istiyor, gidemiyoruz” diyor.
“Oda tutacak kadar parası olan tanıdıklarımız bile çocuklarını hastanelere götüremiyorlar” diyor.
“Peki ya hamilelik, nasıl olacak, nasıl doğuracaksın” diye sorduğumda “Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum” yanıtını veriyor. “Param olsa bir evde kalırız, yok. O yüzden doğum nasıl olacak bilmiyorum” diyor.
Kocası 25 yaşında. Elinde etraftan geçenlerden, kuvvetle muhtemel dilenerek elde ettiği 2,5 lirayla çocuğuna aldığı pilavla yanımıza geliyor. Onlar da Humus’tan gelmiş. Şeyma 11 yaşındaki kardeşi ve 40 yaşındaki babasını savaşta kaybetmiş. Annesi ile beraber kaçmış, ancak o Urfa’da kalmış. “Bir daha birbirimizden haber almamız imkânsız” diyor.
Hep aç, güneşin altında, sırt ağrısı ile doğurmayı bekleyen 17 yaşında bir anne.
Başına gelenlerin nedeni savaş. Yola çıkışının tek amacı ölmemek ve savaştan kaçmak.
Kalkıyorum yanlarından. Yürümeye başlıyorum, hızla yürüyorum.
Kalacak yeri olmayan, yiyecek yemek bulamayan, ailesini kaybetmenin yasını bile tutamayan, itilip kakılan, hatta satılan, fuhuşa, dilenciliğe, köleliğe zorlanan savaş mağdurları. Üstelik yanı başımızda. Üstelik binlerce. Üstelik çoğu çocuk.
Ben onların hayatına gazeteci olarak dokunmaya çalıştım, onları bulmam ve konuşmak istemem de haber değeri taşımalarıydı evet, ama gazeteciden önce insan olmanın gereği sessiz kalmamak, işin bir ucundan tutmak.
Savaş mağduru, resmi sığınmacı olma hakkı bile elde edemeyen insanlara el uzatmak “insanlık” denilen şeyin asgari gereğiyse, unutmayın. İstanbul`un orta yerinde “sömürü” esasıyla çalışan “mülteci” kampları kurulmuş!
Çocuklar aç, anneler halsiz, erkekler çaresiz...
Tuğçe Tatari - Halil Deniz / T24