Dedim: Yusuf, bir Müslümana en çok ne yakışır?
Dedi: DAVET ve TEBLİĞ.
Dedim: Neden?
Dedi: Çünkü peygamber mesleğidir.
İlk peygamber Hz. Adem(AS)’den son peygamber Hz. Muhammed(AS)’e kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin ortak mesajı TEVHİT, ortak mesleği ise TEBLİĞ ve DAVET idi. Bu iki esas hiç değişmedi. TEVHİD’i DAVET ve TEBLİĞ uğruna nice peygamberler can verdi, şehit edildi, kimisi testereyle doğrandı, kimisinin ise haince kafası kesildi. Verilen tüm bedeller bu iki esas uğrunaydı. Bu iki kutsi görev için peygamberler bulunmuş oldukları toplum içerisinde en saygın konumdayken yalanlanmayı, hor görülmeyi, hakareti, sövgüyü ve her nevi eziyeti ve işkenceyi göze aldılar. Bu iki esas birbirini tamamlıyordu. İkisinden birinin eksikliği ilahi görevin eksikliği anlamına geliyordu.
Hz. Yunus(AS) bu iki esasdan biri olan TEBLİGİ/DAVETİ kavminin muannidliginden dolayı peygamberliğe yakışan bir şekilde yerine getirmediği için (Yoksa o en iyi davetçilerden daha fazla gayret etmişti) gemiden denize atıldı ve denizde balığın karnında karanlığa mahkum oldu. Yaptığı zellenin (peygamber süramesi) farkına varıp görevini peygamberlik misyonuna yakışır bir şekilde eda edeceğine söz verdiği için Allah(CC)’tan bir rahmet eseri olarak balığın karnından selamet sahiline bırakıldı.
Bu iki esas vesilesiyle yeryüzünde şirk, küfür, zulüm ve her çeşit kötülük izale edilmeye çalışıldı. Hakkın kaim ve daim olması, batılın zeval bulmasına sebep de bu iki esastı. Hz. Nuh(AS) elli eksiğiyle bin yıl yılmadan usanmadan, bıkmadan sabır ve sebatla bu iki esas yerine getirilmeye çalışmıştı. ‘’Andolsunki Nuhu elçi olarak kavmine gönderdik (Tebliğ görevini yerine getirebilmek için ) dediki; Ey kavmim! Allah’a ibadet edin sizin ondan başka ilahınız yoktur(Tevhid) doğrusu ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.’’ (Araf 7/59)
Daha sonra tufan kopupta kavminden ona inanmayanlar azgın dalgalar içerisinde heleka doğru yüzerken Hz. Nuh(AS) telaş ve dehşetle bir dağın zirvesine doğru tırmanmaya çalışarak tufandan kendini kurtarmaya çalışan oğlunu gördü. Onu Tevhid gemisine binmeye davet edip Tebliğ görevini ihmal etmemeye gayret etti. Sonra Nübüvvet halkasından bir halka olarak silsileyle gelen tüm peygamberler, büyükbabaları Hz. Nuh’un yolundan giderek onun takip ettiği yolu metodu takip edip son nefelerine kadar TEVHİD, TEBLİĞ ve DAVET misyonunu yerine getirmeye çalıştılar.
“Andolsun ki biz, her ümmete Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının diye (tebliğ etmeleri için) peygamber gönderdik.” (Nahl: 16-36)
Kulluğun gayesi, varlığın amacı, cehaletin yok saadetin ise var edilmesi, bu iki esasın hakkıyla yerine getirilmesine bağlıydı.
Her peygamber TEVHİD’i TEBLİĞ ettikten ve her ümmet TEVHİD’i DAVETE muhattap olduktan sonra, sıra son peygamber Hz. Muhammed(AS)’e geldi. Onun da hem mesajı (Tevhid) hem de mesleği (tebliğ/davet) seferberliğiyle aynıydı. Doğmuş olduğu topraklarda eşsiz güvenirlirliğinden dolayı El-Emin olarak tesmiye edilmiş bu kutlu insan, Mekke’nin sayılı tüccar kadınlarından Haticet’ül Kübra’yla yaptığı evlilik sebebiyle huzur ve refah içersinde yaşamını sürdürüyordu. Sıcak yuvası, sadık eşi, boy boy asil ve uslu evlatları, zengin denilebilecek kadar mal varlığı olan bu kutlu insan; “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar” (Müddessir: 1-2) ayeti nazil olunca seferberliğini yapıp maldan, mülkten, yardan ve serden vazgeçmesinin zamanı geldiğini anlamıştı.
“Budan hemen sonra kendisini istirahate davet eden Hz. Haticeye şöyle diyecekti:
Ey hatice! Artık istirahat diye bir şey kalmadı, cihat ve çalışma dönemi başladı.” (Fizilal’il Kur’an)
Durmadan, duraklamadan, sıkılmadan, umutsuzluğa kapılmadan gezip dolaşarak TEVHİDİ DAVET görevini yerine getirmeye çalıştı. Gönül toprağına attığı iman tohumları, durdurak bilmez bu ceht ve gayret vesilesiyle yetişti, yeşertti. Neticede 23 yıl gibi kısa bir sürede, bulunmuş olduğu kurak topraklar Müslüman fidanlara neşvü nema bularak yeşillendi. O(AS) 23 senelik süre zarfında takip ettiği yolla ümmetine Nebevi hareket ve davet metodunu miras olarak bıraktı. Aynı zamanda vefat ettiğinde ardında TEVHİDİ DAVET’e icabet etmiş davetçi bir ümmet ve Tevhidi daveti duymuş ama henüz icabet etmemiş ya da duymamış bir topluluk(ümmet-i davet) de bırakmıştı. Bu davetçi ümmet, “Sizden hayra çagıran ve iyiliği emreden bir topluluk bulunsun” (Ali imran: 104) ayeti gereğince nebevi hareket metodunu uygulayarak Tevhidi duymamış olanlara ısrarla, bıkmadan usanmadan kendilerini yeiştiren öğretmenleri gibi davette bulundular. İnsanlar fevc fevc, dalga dalga, topluluk topluluk İslam’a dehalet ettiler böylece. Tek bir insanın dahi şirk üzerine ısrar etmesi dahi bu davetçi ümmetin davetçi fertlerinde huzursuzluk meydana getiriyordu, onları derin bir hüzne boğarak kederlendiriyordu. Onlar da bu anlayışla hareket edip bu anlayışı kendilerinden sonrakilerine miras olarak bıraktılar. DAVET ve TEBLİĞ, islam ümmetinin damarlarında dolaşan kan gibiydi. Damarlardaki bu hızlı kan dolaşımının hareket merkezi ise kalp idi, (TEVHİD).
İslam ümmetinin 15 asırlık tarihine bakıldığında her asırda İslam’ın aziz peygamberine gönül verip Onun takipçisi olarak hareket eden sahabe gibi bir topluluk görülür.
Her ne kadar Allah Resülünün yaşadığı dönem içersindeki gibi Resulü görüp de sohbetini dinleyerek sahabe olma şerefine ermiş insanların sayısı ve kalitesi gibi bir sahabe topluğu bir daha görülmese de yine de her asrın mescid, suffa ve Dar’ül Erkamlarında Resulullah’ın sünneti üzerine yetişen, Kur’an ve siyer derslerini soluyarak asrın sahabeleri ünvanını almaya hak kazanmış davetçi topluluklar ortaya çıkmıştır.
Bu sahabe toplulukları her asra bir iz ve kendinden sonra gelen sahabe adaylarına da tecrübeden müteşekkil bir miras bırakmışlardır. Selefler yol aldıktan sonra sıra haleflere gelir.
HÜSEYİN GÜNDÜZ
Kandıra 2 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi