Bayramları sevince dönüştüren, ilahi lütfa mazhar olmak, O’nun emirlerini uygulamaya karşılık vaadettiği uhrevi kurtuluşa bir adım daha yaklaşıldığına olan inanç ve bu inancın verdiği itminandır.
Bu yönleriyle de ümmetin bayramları batılıların festivallerinden ve doğuluların mihricanlarından ayrılmaktadır. Sevinç her ne kadar kalbi bir duygu olsa da her insan sevincini sevdikleriyle paylaşmak ister. Tasa ve kederler paylaşıldığında azaldığı gibi, sevinçler de paylaşıldığında artarak devam eder. Bayramların da kendine özgü doyumsuz heyecanı ve sevinci vardır. Bundandır ki hiçbir mahkum bayramını cezaevinde geçirmek istemez. Hatta bir çoğu için bu en güzel günler vuslat ve esaretin acısının en çok hissedildiği günlerdir. Bayram günlerinde bir başkadır zindanlar. Özlem, hüzün, hasret adeta zincirlerinden boşalmış şeytanlar tarafından dalga dalga sürüklenerek getirilir. Zavira da geçen bir bayramı bir Yusufi’nin gözünden ve onun duygu ikliminden yansıtacağız. Kendi payıma hep mesruriyet yaşadığımı söyleyebilirim. Şafağın atmasıyla, günü karanlığın pençesinden kurtararak doğan güneş kutlu bir kurtuluşun müjdecisiymişçesine gülümserken küçüklükten kalma alışkanlıkla en temiz en yeni elbiselerimle karşışarım günü. Bir hücrede bir başıma olsam da bayram günlerinin evveli ile cuma günlerinin başında yaşadığım tatlı duygular hiç değişmez.
Odanda ya da çevrende varsa birkaç kişi tebrikler yapılır, şekerler paylaşılır. Duha’lar kılınır gönlün isteklerine inat mütevazi bir kahvaltı yapılır. Burası zindan! Dön dolaş hep aynı manzara, hep aynı sesler... Gözlerimi kapar hayal uykumdan dış dünyayı seyrederim. Bayram namazlarını kılan kalabalıklar mahşeri bir ön provadaymışçasına aldıkları müjdeli haberleri paylaşmak için dağılmakta. Konu komşu bayramlaşmakta. Çocuklar ilk defadır, otuz günün ardından anne babalarıyla kahvaltı sofralarına oturmakta; giydikleri albenili yeni elbiseleriyle telaş içindeler. Sonra yavaş yavaş kendi özgür bayramlarım canlanır düşlerimde. Çünkü zindan mutat monotonluğuna kavuşmuştur. Özellikle F tiplerinde ilk bir saatten sonra gün bir önceki günün temposuna kaybolmuştur.
Ve an be an geçmişe uzanır hayaller. Çok uzak olsalar da ilk önce muhterem ana babanın kıymetli elleri öpülür. Hayalen sarılır, sıkıca bir daha sarılır insan annesine. Ve arasında hep anlamsız bir mesafe tuttuğu babasına sarılır. Tebrikten sonra hep şu söz vardır zihnin dilinde:
“Hakkınızı heleal edin bana dua edin!”
Belkide bir daha kucaklaşamamanın, görüşememeyeceğinin endişesini taşıyor bu istekler.
Küçük oğlum gelir gözlerimin önüne. Ve diğer çocuklar. Babalarının ellerini öperek harçlıklarını bekleyen, sevindirilmeyi bekleyen çocuklar... Hayalimde uzatırım ellerimi. Oğlumun başını okşar sonra öpmesi için elimi uzatırım. Öper minik dudaklarıyla, sonra alnına değdirir. Elim cebimde, paranın en büyüğünü, yetmez tümünü boca ederim aslanımın şirin ellerine. Sevincini seyreder, kucaklar, doya doya koklar öperim bir daha ve yeniden.
“Bebeklerin gerdanlığı cennet kokar” derler halk arasında. Ben aslanımın bebekliğine doyamadığım için her fırsatta her görüşte koklarım boynunu usulca. O, benim gözümde hala emekleyen bir bebektir aslında. Ondan koparıldığım an duygu saatimi durdurdum, taa özgürce kavuşuncaya kadar...
Şimdi yalpalayarak annesine doğru koşmasını seyrediyorum. Harçlığını annesine gösterip aldığı paraları bir daha saymaya çalışması küçük, boğumlu parmaklarıyla “işte bak, bu kadar param oldu” demesi, sevincinden yerinde duramayıp koşturması canlanır gözümde. “Ziyaretleşin, çocukları sevindirin. Bayram onlarda kalıcı anlam ve duygular bıraksın” derdi büyükler. Kaç şehir, kaç zindan ve kaçıncı bayram? Ben hızına yetişip sayamazken aslanım hızla büyümekte ve her bayram olduğu gibi yine “Babasının” yolunu gözlemekte. Aziz Şehid Rehber’in “Şehid ile mahkum bir elmanın iki yarısı gibidirler...” sözü düşer aklıma. Mahkumun da bir nevi ölü hükmünde görüldüğü evlad-u iyalinin bir çeşit yetim olarak algılanması gerektiğini anladım.
İşte o an yetim çocukların başını okşadığım günlere uyandım aniden. Özgür iken aslanıma sarıldığım başını göğsüme dayayıp okşadığımdam beri nice yetimin gizli hakkını yemiş gibi hissettim kendimi.
“Sen başını önüne eğmiş bir yetimi gördüğünde, Kendi oğlunu öpme ki o yetim mahzun olmasın, Dikkat et, yetim ağlayıp Arş-ı Ala titremesin, Çünkü yetimin ağlaması Arş’ı titretir.” (Sadi)
Can dostlar gelir aklıma. İçtiğimiz su ayrı, zikrimiz gayrı gitmeyen dünya ahiret dostlar…
Ziyaretlerine gidememek, onları görememek, oturup bir hasbihal edememek düşer hayal uykumda zihnime. Bir bayram gününde onları misafir edip hayır dualarını alacak bir ikramda bulunamamanın, davetlerine (iki eli kanda da olsa) koşamamanın acısı yaşanır. Dostlara ulaşamama, hasbihal edememe, derleşememe, yardımlaşamama... Kimisi yeşil kuşların kursaklarında azade, kimisi uzak diyarlarda sürgün ya da zindanlarda çilede... Dünyanın iaşesinin hengamesiyle boğuşan çok azı ise onlar belki de bize en uzak yerde.
Sonra Asr-ı Saadetin gönülleri şad eden bayramları gelir aklıma. Hayalleri süsleyen tüm insanlığa örnek, cennetin provası bayramlar... Nebevi önderlik altında tüm inananlar yek vücut olmuş, hezimet ve hüzünde olduğu gibi sevinç ve neşede de ümmet olma bilinciyle hareket edilmekte.
Bir de “Bayramsa bayramınız mübarek olsun” ironisiyle mevcut bayramlara bakarım. Coğrafyam, yüreğim gibi cayır cayır yanmakta.
Her taraf kan ağlamakta, birbirinden yardım beklemekte. Müslümanlar, müvahhidler birledikleri Allah adına birleşemediklerinden ya esir ya köle ya oyuncak olmakta. Sanki vahdet olmayınca rahmet de inmiyor mazlum ümmetin üstüne.
Manzara vahim, yük ağır, dert büyüktür bu sahnede. İnsanın gülümsemeye yüzü tutmuyor. Bunca acı ve ıstırabın içinde, hedef tahtasına dönüştürülen ümmetin yüreği her an kurşun yerken, kan kaybı devam ederken kendi küçük dertlerine yanmaya, onları düşünmeye ne vakit ne de yürekte yer bulabiliyor insan.
Asıl bayramı Rabb-i Kerim’in rahmet sofrasında, Cennette, ümmetin dertleriyle dertlenenlerle birlikte yaşamak umuduyla...
Faruk Kuzu
Kandıra F Tipi Cezaevi