Öze dönüşün yaşandığı, ilahi rahmet yağmurunun sağanak sağanak gönülleri doldurduğu ay.

İmanın, irfanın, maneviyatın ve metafiziğin; midenin, şeheviyatın, aklın, fiziğin ve sınırlı duyuların önüne geçtiği ay.
Suretin devamı olan bedeni ihtiyaçların sınırlanıp perdelendiği, vücudun kesafetinden ruhun engin letafetine doğru…
Duyu aleminin tecessümü olan yeme-içme ve her türlü şeheviyattan el çekilerek dereke-i esfelinden çıkıp yükselmenin, tesbihat tahmidat, zikir Kur’an ve dularla, hedeflenen eşref’ul mahlukat veya halifet’ul arz makamlarına yaklaşmanın ayı…
Ramda’dan gelir Ramazan. Yeryüzünü temizleyen güz mevsiminin asud yağmuru anlamında.

Zindandan/Zaviradan görünen, hissedilen, yaşanan Ramazan, mahkumun hayalindekiyle mevcut haldeki Ramazandır konumuz.

Diğer tüm hal ve konularda olduğu gibi Ramazan’ın ilahi rahmet ve bereket ikliminin algısı, hissi de bir başkadır bu mekanlarda.

Yusufilerin Zavirada bu ayı karşılaması…

Oruç tutulacak günün ilk sahurunda başlar bambaşka bir özlem dalgası. Özlemi çekilen beklenen kutlu anların mutluluğa kalbolması mı? Firak acısı çekilen sevdikleriyle paylaşılan tatlı anların anımsanması mı? Tüm ihtişamıyla geliveren bu sayılı günlerde minareler arasına asılan mahyaların atmosferine çekilen özlem mi? İlk teravihin ardından dağılan kalabalığın cezbolmuş halleriyle sokak ve caddeleri şenlendirmelerine duyulan hasret mi? Dostlarla gidilen teravihler, varılan davetler, verilen yemekler, hep beraber yapılan dualar, zikirler… Nefha nefha anbe an hatırlanıp özlenilen bu mudur acaba dedirtir… Belki de hepsidir.

Özlenilen ve hasreti çekilen, Ramazanı Ramazan kılan değerlerin tümüdür aslında.

Küçük odalarda veya tekli hücrelerde bazen bir başına bazen iki kişiyle beraber bu ayı karşılamak… Bir yandan uzun süredir yolunu gözlediğin bir sevdiğine kavuşmanın heyecanı, bir yandan sosyal tecritle gelen yalıtımdan kaynaklı bir sessizlik…

Ramazanın ilk sabahıyla dalga dalga hissedilen bir rahmet rüzgarı gönülleri okşamakta, nazenin simalara yeni bir renk vermekte. Adeta “o gün yüzlerin değiştiği…” farkedilir. O gün bakışlar, ilgiler, duygular başkadır bir Müslüman için.
Yusufun ilk işi ruhunun Beytullah’ını temizleyip hazır hale getirmektir.

Göklerden taşarak gelen rahmet ve lütuf denizinin dalgaları inananların açtıkları kalp kapılarından dolmaktadır artık. Mü’min’in hal-u kevni, anlayışı, sezişi, konuşması, dinlemesi, anlaması… Tüm halleri Rahmanileşmekte “… Nafilelerin ardından… Ben onun gören gözü tutan eli… olurum” sidresine ulaşmakta ulaşanlar.

Kur’an ayıdır Ramazan. Kur’an, Kadir gecesinde inmeye başladığı içindir ki bu gece bir ömre bedel kılınmış, bu ay da bin kutsal.

Her hal-u kârda Yusufilerin vazgeçilmezi olan, ellerden düşürülmeyen Kur’an’a bu demlerde daha sıkı sarılmış görülür herkes.

İlk emir her ne kadar “oku!” olsa da sonraki ayetlerde “öğretti” denilerek asıl olanın Kur’an’ın anlaşılarak okunmasının ve yaşanması olduğunu gösterir.

Kur’an’la anlam kazanan bu ayda, Rabbi ile konuşma vaktidir. Apayrı lezzet alınır okunuşundan. Herkes sanki ilk kez okuyarmuşcasına ve hatta sanki Kur’an ona inmişcesine okumakta. Olağandışı bir gayret var ayetleri daha iyi kavramak için.

Ayetlerin siyakı sibakı, nüzul sebepleri, yerleri, kelime ve cümle yapıları, müfessir’ul ula olan nebinin ve selefin yorumları, çağdaş ulemanın bakış açıları tetkik edilmekte; herkes gücü, ilmi, zekası, manevi derecesi aklı ve fehmi ölçüsünce bu ilahi sofradan beslenmekte.

Yusufiler orucu tuttuğu kadar oruç da tavafa gösterip tutmuştur onları. Herkes birbiriyle, başkasıyla uğraşmayı bırakıp en çok yapması gerekeni yaparak kendi benliğiyle, nefsiyle ilgilenmekte.

Nefsini terbiye etme, ruhunu tezkiye etme ve en azılı düşmanı şeytanı tasfiye etme zamanıdır artık.

İnsanın tasavvurunu ve şahsiyetini inşa etmek üzere inen Kur’an, bugün heryerde ve her evde. Ama mü’mini mü’min yapan ve ümmeti tarihin öznesi yapan aynı Kur’an, olması gereken yerde, yani kalplerde, yani pratik hayatta yok. Ya da silik ve güçsüz, hakettiği makamdan bir hayli uzak. Yusufiler bu işin görevlisi gibi. Kur’an’ı tekrar gönüllerde ser, başlarda taç yapmaya çabalarlar.

Dışarıda olduğu gibi zindanda da “Nerede o eski Ramazanlar!?” söylemi nostaljik özlemden öte elden kayıp yiten fırsatlara da bir göndermedir.

Ramazanın ilk yirmi günü için kalabalık gruplar halinde yapılan zikir, ibadet ve mukabeleler elbetteki F tiplerindeki azınlıktan, ferdi duruştan efdal idi.

E Tipi ya da Özel Tip cezaevlerindeki kalabalıkta “hayırda yarış” tüm görkemiyle hissetirirdi kendini. Gazete ve TV’nin hiç kullanılmadığı o eski dönemlerde zaman tümüyle zikir, ibadet ve kendini geliştirmeye adanmıştı. Düzenli ve toplu kılınan namazlar, feyziyle gark olunan nafileler, gece ibadetleri, cüz sayısında girişilen yarışlar, tadına doyulamayan teravihler, teravihlerle birlikte adet haline getirilen değişik ritm ve nağmelerle cevşen okumaları… Camiden dağılırcasına etrafa yayılmalar, birbirini kutlamalar. Ümmetin yanık bağrına derman olsun diye yapılan yakarışlar, dualar.

Gecenin en karanlık vaktinde sessizce, sessizliğin sesini kıskandırırcasına kalabalığın içinde bir başına Miraç için divana duranlar. Arş-ı âlâya gönderilen dilekçeler, şikayetler talepler, göz pınarlarından yuvarlanarak istekleri kanatlandıran damlalar…

Sabah namazından sonra uyumayanlar gözlerine uykuyu yasaklayıp Kur’an’a sarılanlar…
Günü ayrı, gecesi ayrı güzellikteydi o eski Ramazanların.

Dışarıdan duyum, haber, olay kaynaklı sıkıntılar kardeşlik potasında eritilmekte, kişi bir an olsun dünyalık düşüncelere, nefsine terkedilmemekteydi. “Kaynatılmış kurşunlar gibi saf bağlayarak…” oluşturulan İslam kardeşliği devreye girmekte ve asli olarak “zayıf yaratılan” insanın tek başına kalıp vehimlere zanlara, vesvese, hırs ve dünyevi arzulara yem olmasının önüne geçilmekteydi.

İki bin öncesinin kalabalık koğuş ortamının tablosu böyleydi de sonradan değişti mi? Elbette ki hayır!

Genel anlamda insanı ve özelde mü’mini inşaa etmek üzere inen vahiy aynı vahiy, nebevi öğreti hep aynı.

Şehid Rehberin “İçinde bulunduğumuz zindanları eski devirlerin İsrailoğulları dönemi zahid ve abidlerinin sığındıkları mağaralara çevirin!” öğüdü bir kandil gibi halen yolları aytınlatmakta.

Sevk sürgünleri öncesi, yakın dönemde Amed’in D Tipindeyiz. Ramazanla birlikte Kur’an’a daha fazla yoğunlaşabilmek için ekrer faaliyetler tatil edilmiş Arapça, Fıkıh, Hadis… Sair kitaplar rafa kaldırılmıştı.

Namaz, kaylule ve cevşen dışında herkesin elinde Kur’an, cüzlerini okuma zevkindeler. Tüm vakit bir şeye hasredilince haliyle okunulanın kemiyeti de artmaktaydı. Kimse diğerinin ne kadar okuduğunu bilmez, kendi cüz sayısını da söylemezdi. İftar öncesi voltaya çıkanlardan kimisi birbirine takılmakta.

Maşaallah hocam! Bugün birkaç cüz fazla okudun galiba. 8’e 10’a tamamladın herhalde!
Yok yok hergünkü gibi.

Yani 6 cüz okudun öyle mi?

Ya sanki benden az okuyorsun. Benimkini öğrenmek istiyorsun. Hani çok merak ediyorsan söyleyeyim sana. Bu yıl beşerli gitmeye çalışıyorum biiznillah. Şimdi sen söyle. Akşama kadar yüzüne hesret kaldık, seni gören hacı oluyor. Sen kaç cüz okuyorsun?

Yok canım hemen hemen aynıyız. Ben de beş günde bir hatim yapayım diyorum. Biliyorsun okunan her harf için ayrı bir hayır var.

Gerçi İmam Ali “Amel ve ibadetinizi sayarak yapmayın ki sayarak almayasınız!” diyor, ama bizimkisi sayı işi değil inşaallah.
Doğru sölüyorsun ama sen de çölde susuz kalanların suya koştuğu gibi Kur’an’a yapışmışsın, bıraktığını hiç görmedim.
Ne yapayım hocam? Gözlerim yanıp ağırmasa, daha fazla okuyacağım ama… Bu rahmet pınarından ayrılası gelmiyor ki insanın.”

O esnada üst katın parmaklıklarından voltacıların muhabbetini işiten ilmine doygun genç bir hoca:

Yahu arkadaşlar siz de iyi bilirsiniz ki Kelamullah’ta esas olan onun mefhum ve içeriğidir. Siz böyle çok okuyacağınıza mesela bir veya iki cüz okuyup onun üzerinde tefekkür ile dursanız, daha iyi olur diye düşünüyorum.
Aslında bu konulara hiç te yabancı olmayan aşağıdaki ikisi:

Valla hocam doğru söylüyorsun, demişlerdi.

Bu arada konuşmaya diğer pencereden bir kaçı daha katılmıştı. Hani az önce birbirinize de “Sen haklısın, doğru söylüyorsun!” diyordunuz.

Aşağıdan gülüşmeler arasından cevap gelmişti.

Valla ne diyelim hocam, sen de doğru söylüyorsun!...

Asr-ı Saadete, ashab-ı güzine namzet binlerce tablodan sadece biriydi bu. “Ben” davası yok. “Çok iyi bildiğim bir şeyi bana nasıl anlatırsın!” vesvesesi yok. “Din nasihattir!..” hadisin, sanki Resulullah az önce onlara anlatmış da öylesine bir uyma ve uygulama var.

Zaman okyanusunda bir başka adadayız, F tipinde buruk bir sevinçle karşılıyoruz Ramazanı. ‘11’in Temmuzuna denk gelen sıcak günler. Üç kişilik oda, üç insan. Üç ayrı yapı, üç ayrı algı, üç ayrı dünya… Ancak kalpler aynı hedefe, rıza-ı ilahiye yönelmiş, herkes lütuf yağmurundan azami derecede istifade etme telaşında. Fırsat ayıdır, ne kadar kazanırsam nihayette bana o kalacak anlayışı hakim. Hayırda yarış; ibadette, okumada yarış… Biri iftar öncesi yemeğin terbiyesiyle, salatayla meşgul; diğeri biri iftardan sonrası için garanti peşinde “Bulaşığı kimseye yıkatmam” diyor. Nispeten yaşlıca olanıysa sofrayı indirip kaldırmada yardım edip eksikleri tamamlama uğraşında “Yahu bana da bir hayır bırakın!” demek zorunda kalıyor.

Müslümanın olduğu her yer onunla güzelleşiyor, onunla anlam kazanıyor, onunla değer buluyor.

Yusufiler bu zindanlarda, belki aileleriyle beraber, çoluk çocuklarıyla bu kutlu anları paylaşamıyor, sahurların bereketini ve neşesini doyasıya paylaşamıyor, yaşamıyor. Gün boyu süren iş güç sıkıntılarını, açlığı, susuzluğu sevdikleriyle paylaşıp dillendiremiyor. Alışverişe çıkıp eşini, çocuğunu sevindirecek öte beri alamıyor, iftar öncesi ellerinde poşetlerle kapısını çalamıyor, evinin kapısında onu gülen sıcak gözler karşılamıyor; aldığı gıdanın, meyvenin, çikolatanın çocukları tarafından afiyetle yenirkenki zevkini seyredip yaşayamıyor, iftar davetlerine katılıp değerli dostlarıyla hemhal olamıyor, misafir ağarlama nimetini tadamıyor. Pir-i fani olan ebeveynlerinin yardımlarına koşup hayır dualırını alamıyor.

Evet, Yusufiler dünyanın tüm olası nimetlerinden mahrum ve kısıtlılık altında tutuluyor. Ancak dillerinden hamd-u sena eksilmemektedir. Muhterem kılınan bu ayı, kimisi onuncu kez kimisi yirminci kezdir cağdaş Zaviralarda, gâh koğuşlarda, gâh üçlü odalarda, gâh tam tecrit edilmiş hücrelerde geçirmekte. Ve her Ramazan geldiğinde dışarıdakilerden daha içtenlikle ve iştiyakla “Bu aya bizi ulaştıran Rabbimize hamdolsun!” sesleri yükselmekte.
Çağdaş mimariyle bina edilmiş zindanlar Yusufiler için bazen İbrahim’in atıldığı ateş, baze
n İsmail’in uzatıldığı kaya, bazen Yakubî hasret, bazen Eyyubî sabır, bazen Yusuf’un kıyısı bazen Yusuf’un Zavirası, bazen Musa’nın büyüdüğü Firavunun sarayı, bazen Zekeriya’nın sığındığı ağaç kavuğu, bazen Şib-i Ebi Talib, bazen Ramda’da Bilali Ehad, bazen Ten’imde Hubeybi duruştur.

Yusufiler için zindanlar bazen Şehid Rehber’in deyimiyle zühd mağaraları, bazen Üstad’ın Medrese-i Yusufiyeleri, bazen de akademik hazırlıkların beşiğidir.

Burada eller havada, diller duada, gönüller semada. Yusufiler kendilerinden çok ümmetin mazlumları mustazf’afları için tazarruyla yakarmada.

Ken’an diyarından Bağram’a, Gitmo’dan Çeçenyaya, Es-Sicn’ul Harbi’den buraya, tüm Yusufilere…

Yakup olup göz yaşı döken, yol gözleyenlere; Züleyha gibi Yusuf’unu sevebilenlere selam olsun!

Fiemanillah!

Faruk Kuzu Kandıra / F Tipi Cezaevi