Günlerdir Gezi Parkı’yla yatıp kalkıyoruz. Belediyenin parkla ilgili projelerine güya tepki gösteren birileri buna karşı çıktı ve biz parkımızı vermiyoruz dedi. Tabi bu projenin içerisinde bir de cami yapımı var. Ben de parkın yerine AVM yapılmasına karşı olanlardanım ama bir şartla. O parkta birileri yaşam biçimleri ve uygunsuz davranışlarıyla başkalarını rahatsız etmeyecekse... Başkalarının da o parktan yararlanmasına olanak sağlanacaksa... Şu an İstanbul’un birçok yerindeki parkların durumu ne yazık ki içler acısı. Kendi kötülüklerini parklara taşıyanların bini bir para…

Taksim’deki mesele ilk başta iki ağacın sökülmesi meselesi olarak görülse de sonradan bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Günlerce etrafa saldırıldı, araçlara ve iş yerlerine zararlar verildi. Olaylar sadece İstanbul ve Taksimle sınırlı kalmadı Antalya, İzmir hatta ta Avrupalara kadar uzadı. “Aynı yaşam biçimi”ni destekleyenler “sökülecek ağaçlar” için destek açıklamalarında bulundu.

Sözde çevre hassasiyetlilerin çevreye verdikleri zararı kendim çıplak gözlerle müşahede ettim. Koskoca Taksim ve çevresi tabiri caizse çöp ve boş içki şişelerinden geçilmiyordu. Hatta ekranlarda da müşahede edildiği gibi camiye bile saygı gösterilmemiş, oraya ayakkabılarla girilmiş ve orada bile zıkkımlanıp içki içilmiş.

Merak ediyorum acaba israil Yahudileri, Filistin veya Kudüs’te böylesine ayakkabılarla bir camiye dadanıp içki içselerdi biz Müslümanlar ne yapardık? Fakat İstanbul göbeğinde bu iğrençlik yapıldı ve hiç kimse bunun için bir tepki ortaya koymadı. Öte yandan İstanbul Anadolu yakasında kimi dindar insanların dergâhlarına saldırıldığı ve İslami kıyafetli kişilere hakaretler edildiği haberleri geldi.

Şimdi bütün mesele getirilip birkaç polisin başvurduğu şiddete bağlandı. Ve hükümet de buna asılarak şimdi de bu saldırganların gönlünü alma telaşı içerisine girdi. Açıkçası hükümetin kendisi de meselenin bir iki ağaç veya çevre meselesi olmadığını anladı ve sahiden ürktü. Mesele karşı cenahın bir başkaldırısı veya başkaldırının bir provasıydı.
Ben, polis şiddetinden nasiplenen biri olarak polisin gerek burada gerekse başka yerlerde uyguladığı aşırı güç ve şiddeti en yüksek perdeden kınıyorum. Ancak yine de merak ediyorum, eğer günlerdir bütün bu zayiatı ve saldırganlığı “biz komünistiz, biz ayyaşız, hepimiz bardan geliyoruz, sana ne şuramı buramı açmamdan” diyenler değil de “Biz Müslümanız, insanlar suçsuz yere niye cezaevlerine atılıyor, mahkemeler niye hiçbir delil olmadan sivil toplum kuruluşu üye ve yetkililerine ceza yağdırıyor, bizim derneklerimize niye kapılar kırılarak içeri giriliyor, gidilen her yerde hakkında hiçbir soruşturma açılmamış dergi ve gazetelerimize niye el konuluyor, niye her gün insanlarımızın yolu kesilerek başka hayat biçimleri, ispiyonculuk ve muhbirlik teklifleri yapılıyor?!!!” diyenler olsaydı ve etrafa verilen zayiat da buna benzer veya bunun çeyreği olsaydı inanın şimdi “asalım keselim” naralarıyla beraber “taksime darağacı” fikirleri şu “güzelim” televizyonlarda ve siyaset cenahında tartışılmaya başlamıştı bile. Polisin göstereceği şiddetin haddi hesabı olmamakla beraber bunun nasıl da ters yüz edileceği de kestirilemeyecek kadar zor değil.

Ama mesele bar, içki, Kadıköy’deki yaşam biçimi olunca harbiden herkeste bir “sağduyu” yönü ağır basıyor. Çöp ve pislik içerisinde bırakılan yerler için TV’ler bir aktivisti(!) ve onun köpeğini göstererek “aktivistler çöp temizliyor” diye haber yapabiliyor.

Kendilerini “antikapitalist Müslümanlar” diye tanımlayanlar da bu protestonun içerisindeydiler. Bunların bir gün de mağdur olmuş Müslümanların yanında, zalimlerin karşısında boy göstermeleri gerekmez mi? Hep solcuların dümeninde “antikapitalist Müslüman” iddiası ne kadar müslümanca bir tavırdır acaba?

Bütün bunları söylerken birileri bunlara karşı sokağa çıksın anlamında söylemiyorum. Meselenin gösterildiği gibi olmadığını söylemek istiyorum. Polisin aşırı bir şiddeti varsa ve bu şiddet başkaların ekmeğine yağ sürüyorsa onu kınamakla beraber başkalarına yönelik de kurulan kumpasların ve uygulanan şiddetlerin aynı şekilde karşılık bulması gerektiğini söylüyorum. Ve yine bütün bu alkollü ve “ulusal” yürüyüşlerin de masum görülmemesi gerektiğini söylüyorum.
Tam da bu hengâmede, Isparta Valisi Memduh Oğuz İmzasıyla 7 Mart’ta yayınlanan ve içkinin açık yerlerde içilmesine yasak getiren genelge, mahkeme kararıyla askıya alındı. Mahkeme, valiliğin bu alkol uygulamasına yürütmeyi durdurma kararıyla son verdi.

Bu mahkemeler Müslüman memlekette kimin adına çalışıyor ve kimden talimat alıyorlar anlamak mümkün değil.
Allah, memleket olarak sonumuzu hayretsin inşAllah.

Selam ve dua ile...

Abdullah Aslan / doğruhaber