“Hangi çağda yaşıyoruz hanım, bunca teknoloji, bunca alet-edevat varken İstanbul’da başımıza ne gelebilir ki? Biraz kar yağsa ne olur? Dost meclisine gidiyoruz bir kere. En kötü ihtimalle arkadaşlarda, bilemedin yakın bir otelde kalırız, olur biter.”

“Siz yine de dikkatli olun, ha bir de çok içmeyin. Bu havada aracı o şekilde kullanmak akıllıca olmaz.” diye ekledi kadın. Kocasının cevabı gecikmedi yine:

“Babaannem gibi konuşmayı bırakır mısın lütfen. Tadımızı kaçırma. Üstü başı bir iki kadeh tokuşturacağız oğlumla. Bütün zengin çevre orada olacak. Çocuğun gözü açılsın biraz. Tanısın çevresindeki iş insanlarını. Yerime geçince ihtiyacı olacak.”

Evin hanımı sözü uzatmak istemedi. Kocasına laf anlatamayacağını biliyordu. Yıllardır hiç değişmemişti huyu. Hep bildiğini okur, karşısındakini daima küçümserdi. Yetişme tarzından dolayı, kendi yanlış fikirlerini başkasının doğrularından evla görürdü. “Bir gün düzelir belki” diye sabretmiş ve gizli gizli yakarmıştı Rabbine. Biliyordu ki dualarını açıktan yapsa, kocası ona da müsaade etmezdi. Kibirliydi adam, dine karşı mesafeliydi. Nuh der; peygamber demezdi.

Arabaya binip çıktılar nihayet. Kar, onların hareket saatini bekliyormuş gibi ilk tanelerini serpiştirmeye başladı. Gökyüzü farklıydı bugün. Yer yer aydınlık sızdıran sarmal bulutlar giderek örtüyordu her yeri. Haşin ve tehditkârdı manzara. Boğazı yutan sis deryası, nehir gibi akıyordu ara sokaklara doğru. Gökten gazap ve kasavet iniyordu sanki.

Beyaz taneler hızını arttırıyordu peyderpey. Yağış yoğunlaştıkça dışarıdaki hayat yavaşlıyordu. Çok geçmeden değişmeye başladı şehrin çehresi.

“Aaa, ne güzel yağıyor! Hiç böyle iri taneli kar görmemiştim.” dedi babasına delikanlı.

“Güzel veya çirkin, bildiğin kar işte oğlum.”

“Beğenmedin hava durumunu galiba.”

“Soğukları sevmiyorum oğlum, cazip bir tarafı yok ki!”

“Dönüşte kardan adam yapalım mı baba?”

“Çocuk muyuz biz yahu! Büyüdüğünü anlayasın diye kodaman insanların iş konuştuğu bir ortama götürüyorum, senin teklif ettiğin şeye bak!”

“Neyse, eğer yollar kapanmaz da geri dönersek annemle yaparız bir etkinlik. Sen de içerden bize bakarsın baba.”

“Önce bir gidip gelelim de sonra ne yapacaksanız yapın. Yeter ki beni karıştırmayın!”

Baba, dönüp oğluna sevecen bir bakış attı. Ardından teybin düğmesine basıp zevkine uygun bir müzik açtı. Direksiyon kolunu tıkırdatarak eşlik etti çalgılara. Dışarıda kar ve soğuk, içeride müzik ve sıcaklık… Konuşmadan yolculuğun seyrine bıraktılar kendilerini.

An itibariyle hareketli bir parça çalıyordu. Dışarıdaki durum ise tam tersine dönmüştü. Yağıştan dolayı trafik yoğunluğu giderek artmış, araçlar iyice hız düşürmek zorunda kalmışlardı. O sırada radyo istasyonları peş peşe, geç kalınmış bir anonsu geçmekteydiler: “Kıymetli dinleyicilerimiz, meteorolojiden gelen bilgiler doğrultusunda Marmara Bölgesinde acil durum ilan edildi. Can ve mal güvenliği için tüm vatandaşların evlerinde kalmaları rica olunur. İstanbul halkına saygıyla duyurulur…”

Baba-oğul göz göze geldiler. Sileceklerin sağa sola biriktirdiği kar, görüş mesafelerini kapatıyordu. Artık durmuştu trafik. Hemen telefona sarıldı baba. Birkaç yeri arayıp kısa görüşmeler yaptı. Nereyi arasa olumsuz cevap alıyordu. Neşesi git gide azaldı. Dakikalar içinde suratı düştü, sesi çatallaştı.

“Ne oldu baba?”

“Ne olacak, kimi arasam bu havada çıkılmaz deyip başımızın çaresine bakmamız gerektiğini söylüyor. Sanki demeseler bakmayacağız başımızın çaresine!”

“Baba baksana, herkes aracından inip bir taraflara yürüyor, ne yapsak acaba?”

“Hadi ya, o denli kötü mü durum? Bu kadar kısa sürede nasıl kapanır yollar? Bir inip bakalım biz de.”

“Annemi arayıp haber vereyim mi?”

“Yok yok, arama. Panik yapmasın kadıncağız. Şimdi belediye ekiplerini arayıp bir bilgi alırım. Ona göre ne yapacağımıza karar veririz artık.”

Eşini çok düşündüğünden değil, gururundan dolayı istemedi oğlunun aramasını. Sonra belediyenin yol-yardım biriminin numarasını internetten bulup aradı.

“Durum nedir baba?”

“Önceliği otoban ve ana caddelere vermişlermiş. Şu hale bak, koskoca büyük şehir belediyesi karla baş edemiyor.”

Homurdanarak birkaç nahoş cümle sarf etti yetkililere. Yürüdüler öndekilerin izinden.

Ortalık giderek tenhalaştı. Bir yol bulabilen kayboluyordu ortadan. Baba-oğul görüş mesafesindeki yerlere baka baka ilerlediler cadde boyunca. Ne bir otel vardı civarda ne de bir misafirhane. Korku film sahnesinden bir tabloyu andırıyordu muhit.

“Böyle rast gele nereye gidiyoruz baba?”

“Bilmiyorum oğlum, ayak izlerini takip ediyorum sadece. Bir yere çıkıyor olmalı ki yürümüş birileri.” Devam ettiler ilerlemeye. Kendi ayak seslerinden başka, koca şehirden çıt çıkmıyordu. Umutları, sabırları, takatleri iyice tükeniyordu. İşbirliği yaparcasına peş peşe sıralanıyordu aksilikler.

Soğuk hava doğru düşünme yetilerini almıştı ellerinden. Şimdi hissetmiyorlardı parmak uçlarını. Bir tek adım bile büyük zahmet veriyordu onlara. Bedenen pes etmiş fakat dile getirmekten korkmuş hâlde durdular yol kenarında. Belki de son sözlerini söylemeye hazırlanıyorlardı birbirlerine. Vaziyet o derece kötüydü.

Tam o sırada onları çağıran bir ses duydular. Heyecan içinde kulak kabarttılar. Kimdi, ne diyordu acaba? Aslında, civardaki herkesi çağıran bir sesti bu! Son derece samimi, içten ve davetkârca! Bu ses; kar, fırtına dinlemeden yere, göğe yayılan akşam ezanıydı!

Sığınabilecekleri yeri haber veriyordu ezan-ı şerif! Camiydi kurtuluşun adresi. Çözüm yolu belli olmuştu. Zaten ilk günden beri hep kurtuluşa çağırmıyor muydu ezan?! Hem de geçici değil, daimi kurtuluşun çağrısıydı o. İcabet edenler, felah buldular. Hâsılı, talih gülmüştü baba-oğulun yüzüne. Şimdi beklemenin sırası değildi. Yöneldiler camiye doğru.

Mabedin avlusuna vardıklarında dondurucu soğuğa karşın, sıcak bir dalga yayıldı babanın bedenine. Utanma, mahcubiyet gibi duygular sardı benliğini. Kabahat işlemiş de hesap vermek için huzura varmıştı sanki. Ama kimin huzuruna çıkıyordu ki? Sonra neyin hesabını verecekti? Neden böyle hissetti, anlayamadı. Yine de doğal bir seyir içinde ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiler.

Allah Allah! Nasıl bir mekândı burası? Eşikten içeri girer girmez tatlı hisler kuşattı ruhlarını. Huzur, sekinet ve güven veren mistik bir hava vardı içeride. Dışarıyı sadece bir duvarla ayırırken, nasıl bu kadar farklı olabiliyordu atmosfer? Daha önce bu hazzı tatmadığı için kınadı kendini baba.

Hariçteki koşturmaca cami içinde aniden durağanlaşıyordu. Hayatı derinlemesine düşünme fırsatı buluyordu kişi. Yüksek ve geniş kubbeler, kadim mabedi ayakta tutan sağlam sütunlar, halı ve duvarların renkli desenleri daralmış yüreklere engin bir ferahlık veriyordu. Semboller ve simgeler hatırlatıyordu unutulanları. Burada insan kendisiyle buluşuyordu. Kaybettiği kendisiyle… Kendini bulunca Rabbini de hatırlıyordu sonra.

Oğlunu bir kenara oturtup yürüdü mihraba doğru. Düşünüyordu baba. Değer yargılarını gözden geçirmekteydi. Yokladı zihnindeki inanç kavramını. Cami tasavvuru, Müslüman algısı korkunçtu. Kendisi ve çevresindeki güruh için “Müslüman” demek, altmış beş yaşın üzerine çıkmış, hayat yorgunu ninelerinin seyrelmiş saçlarını gizlemek için kullandığı yarım yamalak bir tülbentten ibaret idi. O nineler ki gençlik yıllarında herkes görsün diye teşhir ettikleri ziynetleri yaşla birlikte nursuz, kırışık, buruşuk bir hâl alınca sakla(n)ma gereği duyarlardı. Nahoş bir görüntü arz etmemek için ört(ün)me çabasına girdikleri acayip bir durum! Diğer taraftan, sinemanın karakterize ettiği sakallı ama menfaatçi, düzenbaz ucube “muhafazakâr” erkek modeli! Fakat caminin içinde bu tanıma uyan hiç kimse yoktu. Bilakis mütevazı, vakarlı, güler yüzlü, yardımseverdi gördüğü Müslümanlar. Düşündükçe önyargılarının yersizliğinden utandı. Namaz kılanlar, Kur’an okuyanlar, kendi köşesinde oturanlar, daha arkalarda uykuya dalanlar… Çeşit çeşitti cemaat. Kimse kimseyi dışlamıyor, kimse kimseyi yadırgamıyordu. Çünkü burası Allah’ın eviydi, bütün kullara açıktı kapı. Cennete açılan bir kapı!

Gecenin ilerleyen saatlerinde, camideki vatandaşlara, cemaat ehlinden bazılarının aileleri sıcak çorba ve yemek ikram ettiler. Teklifsiz ve karşılıksız. Sevap niyetine. Kaynaşma arttı, iyi niyet aşikâr oldu. Önyargılar kırıldıkça bakış açısı da değişti.

Oğul babasına sorular sordu. Baba başını önüne eğdi. Mahcubiyeti artmıştı. Ne kendinin ne dostlarının maddi imkânları işe yaramamıştı. Bu acizliğini tecrübe etti. Malı mülkü iş görmemiş, bir camiye sığınmıştı nihayetinde. Sığındığı cami ruhuna cennet olmuştu. O da caminin topladığı yitik cemaatin bir ferdiydi. Kar fırtınası dininceye kadar burada güven içinde kalacaktı. Geçmişin muhasebesini yaparken, “Ya bundan sonraki fırtınalardan nasıl korunacağım?” dedi kendi kendine. Yatsı ezanı imdadına yetişti. Çağrı tekrarlanıp, gür bir seda ile istikamet gösteriyordu. Aynı gece, pek çok cami, toplamıştı cemaatini. Belli olmuştu yoldaki işaretler. Telefonu çıkardı, eşine mesaj yazdı: “Bizi merak etme hanım, camideyiz oğlumla. Güvendeyiz ve yalnız değiliz, sabah yollar açılınca döneriz.”

Evin hanımı o gece, kabul olmuş dualarına istinaden secdelere kapandı evinde. Gözyaşlarıyla şükretti Rabbine. Huzur içinde eşine ve oğluna yeni dualar etti onlardan habersiz.

O uzun kış gecesinde hayatını gözden geçirme fırsatını buldu baba. Karman çorman olmuş ip yumağı gibiyse de geçmiş, ipin ucunu bulmuştu. Şimdi geri sarma vaktiydi artık. Sabırla, çabayla, aşkla!..

HALİT ŞAVLI - İNZAR DERGİSİ