Acil tıp stajının ilk günü sabahın erken saatlerinde uyandı. Heyecanlı, biraz da ürkekti. Zira acilde yapacakları konusunda pek bir fikri yoktu. Damar yolu açmayı bilmez, EKG çekmeyi bilmez bir 5.sınıf tıp öğrencisi ölüm- kalım arasında mekik dokunan acilde ne yapacaktı? İnsanların canlarının emanet edildiği kırmızı alan sınırlarında beyaz önlüğü ile kime yardım edecekti? Bu düşünceler ile kahvaltı masasından kalktı. Elbiselerini giydi ve çıktı evinden. Her zamanki rutini gereği üniversiteye iki araç değiştirerek yol aldı. Zira saatte bir gelen ve okula direk giden belediye otobüsünü bekleyecek kadar zamanı yoktu. İlk gelen araba ile okula yakın bir durakta iner, ikinci araba ile okula varırdı. Ve öyle de yaptı.
...
Sınıfa varır varmaz çantasını açtı, poşetin içinde kırışmış beyaz önlüğünü eline aldı. Emek kokuyordu, azim kokuyordu, gayret kokuyordu. Tırnakları ile kazıyarak gelmişti o günlere. Ama bugün farklıydı. Acile inecek ve sorumluluk alacaktı. Yapacağı bir hata belki de önlüğünü ilelebet tozlu raflara kaldırmasına sebep olacaktı. Ürkekliği bundandı.
Giydi önlüğünü, indi aşağı arkadaşları ile beraber. Bütün arkadaşlarında hafiften bir heyecan sezdi. Zira tanısı konulmuş hastaya yorum yapmak kolaydı ama hasta olduğunu iddia eden birine tanı koyup tedavi etmek hele bunu acil bir şekilde yapmak zorunda kalmak için işin ustası olmak gerekirdi.
Sınıfı kendi içinde gruplara bölünmüş ve her bir grup farklı bir alana dağıtılmıştı. Kendisine ilk bakı alanı düşmüştü. Acile gelen durumu çok ciddi olmayan hastaların ilk uğrak yeri. Beyaz önlüğün içten içe verdiği gurur ve huzur ile emin adımlarla turluyordu ilk bakıda. Oysa kendisinden tansiyon ölçülmesi istense ölçemeyebilirdi bile. Turlarken tek yaptığı şey asistan abi ve ablaları izlemek ve yaptıkları işten heybesine bir şeyler katmaktı. Damar yolu açma, EKG çekme, muayene etme, tansiyon, nabız, oksijen vs...
Zevk almaya başlıyordu. Tıpa dair pratik bir şeyler öğrenmek keyif veriyordu. Ne de olsa bunlarla hemhal olmak zorunda kalacaktı yakında. Ve unutmaması gereken şey; bu meslek onun ilkokul hayaliydi. Hayalleri gerçekleşiyordu an itibariyle. Mutluydu...
...
Derken birden içerde sesler yükselmeye başladı. "Patlama var, ekipler hazırlansın, ambulansları hazırlayın, bizim hastaneye kaç yaralı düşüyor?..."
Sesler birbirine karışırken kendisinin de duyguları karışmaya başlamıştı. Acil böyle bir yer miydi? Ne olup bittiğini öğrenmek için arkadaşına yanaşmışken yakınlarda biri; 'Sanayide patlama olmuş ve yaralılar varmış. Bir kısmı da buraya ambulansla taşınacakmış' diye özetledi olan biteni. Aman Allah'ım! Şimdi duygular tamamen karmakarışıklaşmıştı. Önce sevindi içten içe zira yaralılara bire bir müdahale edebilecek, buna izin verilmezse de müdahaleyi izleyebilecekti. Bu bir fırsattı bir stajyer için. Ama bir dakika! Patlama olmuş ve canlar yara almıştı. Buna nasıl sevinebilirdi? Birilerinin yarası ve belki de ölümü nasıl kendisinin sevinç sebebi olabilirdi?
...
İki yaralı geldi hastaneye. İkisinin de içeri girişlerini görememişti. Acilen resüsitasyon odasına alınmışlardı. Ölümle cebelleşme odası, ya olma yahut ölme odası, kapıda bekleyen yakınlarının döktüğü gözyaşları dinsin diye inatla yaşama tutunma odası...
...
Hasta yakınları odanın önünde gözyaşları dökmeye başlamıştı. Sebebi yakınlarının durumunu bilmemeleri idi. Kime sorsalar net cevap alamamaları daha da yıpratıyordu onları. Ama bir yaralı için yeterli sayıda akraba/tanıdık da kapıda yoktu. Dikkatinden kaçmamıştı stajyerin. Bu durumun üzerine içeriyi inleten bir ağıt duyuldu. "Heware, heware!". Bir kadın sesiydi. Annesi olmalıydı yaralılardan birinin. Bulduğu herkesin yakasına adeta boğarcasına yapışarak 'kuré mın lı kure?'(oğlum nerde) diye soruyordu çaresizce. Kimsede cevap yoktu. Oğlunun nerde olduğunu biliyordu elbette ama sorduğu soru aslında oğlunun hangi dünyada olduğu ile ilgiliydi. Yaşıyor muydu yoksa ölmüş müydü? Dünya mı, toprak mı???
Ağıtlar artık anlaşılmaz kelimelere dönüşmüştü. Her ağız ayrı bir nidayla inletiyordu acili. Erkekler ise bağırmıyor, ufak terennümlerle gözyaşı dökmeyi tercih ediyorlardı. Acil, adeta mahşer alanına dönüşmüştü.
Yüreğine inen duyguları tarifleyemiyordu stajyer. Bir anda yüksek bir ses daha duydu o an. "Stajyerler resüsitasyona gelsin". Evet, yaralıyı görme fırsatı tanınmıştı kendisine. Bunu istiyordu doğrusu. Koştu resüsitasyon kapısına. Kapıdaki güvenlik görevlisi beyaz önlüğü görünce sualsiz bir şekilde kapıyı açtı. Artık içerdeydi. Ölüm kalım savaşının bağrındaydı. Azrail'in günde defalarca uğradığı odadaydı. İsyanların, ağıtların, zılgıtların müsebbibi olan dört duvarlı kapalı mahzendeydi. Kimisinin bitişini haber veren, kimisinin tekrardan doğuşunu müjdeleyen iki uçlu odada...
Yaralıyı gördü ilk defa. 35- 40 yaşlarında, bilinci kapalı, kan revan içinde, üstünde onlarca kablo ve onca boru gezen, ağzına tüp yerleştirilmiş, ince derisi sıyrılmış, altında kemikleri sayılan yaralı. Yaşamak denir miydi buna bilinmez ama yaşıyordu. En azından bağlı olduğu makine bunu söylüyordu. Üstüne çıkan doktorlar kalp masajı ile hayata tutunmasına yardımcı oluyorlardı. O makine bir kere düz çizse bir daha geri gelmeyecekti zira. İçerdeki bir başka doktor kulakları çınlatan, yürekleri dağlayan cümleleri sarf etti: Hastanın iki kolu ve iki bacağı kesilmezse, kaybedecez.
Aman Ya Rabbi! Bu nasıl bir ikilemdi. Kolsuz bacaksız yaşanır mıydı, adı hayat olur muydu, ölmek daha efdal değil miydi, o yaralıyı kaldırsak ve ona sorsak ölümü tercih etmez miydi... Çıkamadı her zamanki gibi soruların içinden stajyer. Doktor ise soğukkanlılıkla odadan çıktı. Yakınlarının yanına vardı ve birazdan kulakları sağır edecek o ağıtlara sebep olan cümleyi sarf etti. " Oğlunuzun bacakları ve kolları kesilmezse ölmesi an meselesi. Onay veriyor musunuz?"
Kelimeler annenin beynine balyoz gibi indi bir anda. Oğlum, kol, bacak, kesmek, ölüm, evlat, anne... Yürek nasıl dayansın bu acıya... Titriyordu sadırlar, bitiyordu sabırlar... Bağırdı tekrardan anne: "Heware sed heware. Kuré mın dımre, heware". (Yüzlerce kez hevar. Oğlum ölüyor). Annenin, evladının yerinde olmayı en çok istediği an olabilir diye düşündü çaylak stajyer.
Acilen kesilmeliydi kollar ve bacaklar. Yoksa kesilecekti kara toprak bileti. Bunun için babadan onam alınmalıydı. Yürüyecek takati olmayan baba, mecburen ve iknalarla imza için kalemi eline aldı. Hayatının en zor imzasını atacaktı az sonra. Oğlu yaşasın diye uzuvlarının kesilmesine onay veren imza. Kahrolsaydı mürekkep de o imzaya mecbur kalmasaydı. Kırılsaydı kendi kalemi de o kalemi tutmak zorunda kalmasaydı baba. Ama artık çok geçti. İmza atıldı ve yaralı apar topar ameliyathaneye alındı...
Herkes ağıtlara devam ederken bu tabloyu bir ömür unutamayacak stajyer için öğle arası vakti gelmişti. Önlüğünü çıkardı, yemekhanenin yolunu tuttu. Boğazından lokma geçer miydi bilinmez ama çok acıktığı kesindi...
...
Ertesi hafta sınıfta ders işleniyordu. Hoca hararetli hararetli konuyu anlatırken stajyer ise uykulu gözlerle dersi dinliyordu(!). Bir anda irkildi stajyer zira hoca geçen haftaki patlamadan bahsetmeye başlamıştı. 'Yaralıyı hatırlarsanız şöyle şöyle bir halde idi' diye tariflemeye başladı hastayı. Merakla gözlerini dört açan stajyer müjdeli haberi beklerken 'İşte o hasta cumartesi günü ex oldu.' cümlesini işitti hocasından.
Stajyer şoktaydı. Ex oldu.. Öldü.. Vefat etti... Evet, geçen hafta kendisine hayatın ne kadar acımasız ve kısa olduğunu hatırlatan o hasta artık yoktu. Üzülemiyordu stajyer. İki kol iki bacak olmadan yaşamak zorunda kalmayışına seviniyordu belki de. Ama bir can terk etmişti şu fani dünyayı. Hem de böylesine bir trajediyle. Ailesi sevinir miydi bu duruma, üzülür müydü? Annesi aynı ağıtları yakar mıydı ilahi kudrete isyan edercesine? Babası oğlunun kırılan kalemine nasıl tepki vermişti? Tuttuğu kalem ile attığı imza daha mı hayırlıydı yoksa?
Stajyer işin daha çok başındaydı ama artık şu gerçeğin farkındaydı: Dünya o an yaşadığın kadardır. Öncekiler geçmiştir. Sonrakiler de gelir mi bilinmez. Bir kısmımız yatağında, bir kısmımız resüsitasyon odalarında, bazılarımız uykuda, bazılarımız hayatın koşuşturmasında da olsa hepimiz ama vallahi hepimiz bir gün son nefesimizi vereceğiz. Mesele ne zaman değil, nasıl ve niçin öldüğümüz ve asıl gaye gökkubbede hoş bir seda bırakabilmek. Zira ayetin ifadesi ile "kullu nefsin zaiketul mevt". (Her nefis ölümü tadacaktır. /Enbiya-35)
Söz&Kalem Dergisi | Hüseyin Gülsever