Müslüman olmadan önce John Zacharias Crist ismini kullanan, İslam’a girdikten sonra ise Zekeriya ismini alan Amerikalı gençle bir süredir yaşadığı Van’ın Erciş ilçesinde bir araya geldik. Boynundaki puşisi ve sürekli tebessüm halinde olan simasıyla Erciş’in en renkli simalarından olan Zekeriya bir taraftan İngilizce ve Fransızca çeviriler yaparken diğer taraftan da Kürtçe öğrenmeye çalışıyor. Okuma ve araştırmaya son derece önem veren Zekeriya eski bir deist olarak Türkiye’deki deistler hakkında da şu yorumu yapıyor: “Türkiye’de insanlar daha çok dinin insana yüklediği sorumluluktan kaçmak, bir taraftan seküler bir hayat tarzı sürdürürken diğer taraftan da insanın en temel ihtiyacı olan Allah’a inanma duygusunu devam ettirmek istiyorlar. Ayrıca Türkiye’deki deizm anlayışı derin bir felsefi alt yapıdan da mahrum… Ben deizmi terk edip Müslüman olduktan sonra İslam düşüncesi ile tanışma imkânı da buldum. İslam düşüncesi bu meseleleri öyle derinlikli ele almış ki insan gerçekten hayret ediyor. Örneğin vacibul vücud meselesinde İslam âlimlerinin, Müslüman düşünürlerin yazdıkları, Allah’ın ilk sebep olarak var olduğunu ispatlamaları deistlerin bugün savundukları fikirlerden fersah fersah ilerde.” Sizleri Zekeriya ile yaptığımız röportajla baş başa bırakırken Haksöz Haber’de bir süredir devam ettirdiğim “Hidayet Öyküleri” serisinin sonuna geldiğimizi de haber vermek istiyorum. İnşallah bundan sonra yolumuza yine Haksöz Haber’de yeni yazılar ve serilerle devam edeceğiz.
Sizi daha yakından tanımak istiyoruz. Bize biraz özgeçmişinizden bahseder misiniz?
Ben 1986 doğumluyum ve çocukluğumun büyük bir bölümü Amerika’nın Indiana Eyaleti’nde geçti. Maddi olarak iyi şartlarda büyüdüm. Hatta köy evimizin hemen önünde kendimize ait iskelemiz, yatımız ve jetskimiz bile vardı. Annem geleneksel bir Protestan’dı babam ise dini anlayışı zayıf biriydi. Hatta kilisede papaz vaaz verirken babam genelde matematik işlemi çözmekle meşgul olurdu. Ben de ailemle birlikte 14 yaşıma kadar kiliseye gittim. Benim büyüdüğüm dönemlerde din Amerika’nın özellikle bazı bölgelerinde çok etkiliydi ve iyi, örnek aile olmanın şartlarından biri de kiliseye giden bir aile olmaktı. Hatta sene sonu aile fotoğrafları genelde kilisede çekilirdi. 14 yaşıma kadar kendimi bir Hristiyan olarak hissetsem de 14 yaşımdan sonra Hristiyanlıktan uzaklaştım.
Hristiyanlıktan Niçin uzaklaştınız?
Kilisede Hz. İsa’dan bahsedilirken sürekli Tanrı’nın oğlu olarak bahsediliyordu. Bunu ise benim zihnim almıyordu. Tanrı eğer insanlar gibi çocuk sahibi oluyorsa o Tanrı olamazdı. Teslis inancı başta olmak üzere Hristiyanlığın dayandığı birçok temel nokta bana saçma geliyordu. Bu nedenle Hristiyanlığı terk etmeye karar verdim ve bir ateist olarak yaşamaya başladım. 3 yıl boyunca ateist olarak yaşadım ve 17 yaşında ateistliğin de aslında akla ve mantığa uymadığını keşfettim.
Bu nasıl oldu?
Öncelikle kendime şöyle bir soru sordum: “Sen Hristiyanlığın sahip olduğu Tanrı inancına karşı çıktığın için ateist oldun. Peki Hristiyanlığın yanlış bir Tanrı inancına sahip olması tek başına Tanrı’nın olmadığına bir delil midir?” Bu soru beni huzursuz etti ve bu sefer de sahip olduğum ateizm inancını daha iyi öğrenmeye karar verdim. Hristiyanlığı kabul etmediğim için ateist olmuştum; fakat ateizmin hangi argümanlara sahip olduğunu çok iyi bilmiyordum. Benim için mantık önemliydi ve ateizmin de mantığıma uyması gerekiyordu. Bu nedenle bir kitapçıdan ateizmi bütün yönleriyle anlatan bir kitap aldım. Kitapta Tanrı’nın olmadığı, dünyanın bir tesadüf eseri meydana geldiği anlatılıyordu. Kitabı okumaya başladım ve büyük bir merakla okumaya devam ettim. Çünkü sahip olduğum ateizm inancını daha iyi öğrenme imkânı bulacaktım. Fakat kitabı okudukça ateizmin savunduğu tezler bana Hristiyanlıktan daha mantıksız ve saçma geldi.
Özellikle hangi tezler?
Örneğin kitapta “Tanrı eğer varsa sınırsız bir varlıktır; fakat insan sınırsız bir varlığı anlayamaz. Bu nedenle de Tanrı yoktur” tezi savunuluyordu. Fakat bu akla uymayan bir iddiaydı. Çünkü evreni yaratan güç yarattıklarına sınır koyabilir ve yaratılan bir varlık yaratıcıyı her şeyiyle kavramayabilir. Tıpkı marangozun elinden çıkan bir masanın marangozu kavrayamaması gibi. Fakat bu durum yani masanın marangozu kavrayamaması marangozun olmadığına dair bir delil olarak gösterilemez. Kitap Tanrı’nın var olup olmamasını en temelde insanın Tanrı’yı ihata etmesine indirgediği için bana saçma geldi. Bu mantıklı bir gerekçe olamazdı. Çünkü bir şey var olmak için neden illa insan tarafından kavranmaya ihtiyaç duysun. Hele bu bir de yaratıcıysa. Kitaptaki ateizmi savunan diğer argümanlar da en az kitabın ana fikri kadar tutarsızdı. Kitabı okuduktan sonra ateizmin de çok mantıklı bir fikir olmadığını anladım ve bir süre sonra deist olmaya karar verdim.
Özellikle deist olmayı niçin tercih ettiniz?
Çünkü eğer kâinat ve insan varsa bunun mutlaka ilk sebebi yani bir yaratıcısı olmalıydı. Nasıl Hristiyanlıktan kilisede papazların akıl dışı vaazlarını dinlerken vazgeçtiysem ateizmden de ateistlerin meşhur kitaplarını okurken vazgeçtim. 17 yaşımdan sonra artık bir deist olarak yaşamaya başladım. Lise son sınıftaydım ve artık bir Tanrı’nın varlığına inanıyordum. Fakat bu Tanrı hayata asla müdahale etmeyen, kâinatı ve insanları yaratarak görevini tamamlamış bir Tanrıydı.
Daha sonra neler oldu?
Elimde her türlü imkân olmasına rağmen hayatımın hiçbir anlamının olmadığını fark etmeye başladım. Dünyevi zevkler beni bir yere kadar tatmin ediyordu. Fakat ben hayatımı bütünüyle kuşatacak geniş anlamı arıyordum. Elimdeki bu kadar imkâna rağmen hayatın bana sıkıcı gelmesi, kendimi bir boşluğun içinde hissetmem bana keşfetmem gereken başka bir şeyin olduğunu hissettiriyordu. Fakat bunu bir türlü bulamıyor içimdeki sorunu çözemiyordum. Bunun üzerine artık intiharı düşünmeye başladım. İntihara teşebbüs etmesem de çok yaklaştım. Çünkü dünyevi zevklerin sınırlı ve sonlu tadının dışında hayatımın bir anlamı yoktu. Deizmden İslam’a geçişiniz nasıl oldu? Ne zaman Müslüman olmaya karar verdiniz?
Ateizmden sonra deizm de içimdeki boşluğu giderememişti. İçimdeki intihar düşüncesi zaman geçtikçe daha da güçleniyordu. Çünkü deizm bana yaşadığım hayatı anlamlandıracağım güçlü bir çerçeve sunamıyordu. Bir taraftan intihara yaklaşıyordum diğer taraftan ise intiharın doğru bir yol olmadığını biliyordum. Kendime belli bir süreliğine de olsa intihardan bir kaçış yöntemi buldum.
Nasıl bir kaçış yöntemi? İntihar etmekten niçin vazgeçtiniz?
Kendimi tamamen okul derslerime verdim. Okulum beni Fransızcamı geliştirmek için Fransa’ya göndermişti. Öyle ders çalışıyordum ki Fransa’dan Amerika’ya döndükten sonra üniversiteye direk üçüncü sınıftan başladım. Fransızca öğretmenliği okuyordum ve not ortalamam dört üstünden dörttü. Bloomington Üniversitesi’ndeki hocalarım çok çalışkan olduğum için beni takdir ediyorlardı; fakat ben bu denli ders çalışmamın, zihnimi bu denli derslerle meşgul etmenin asıl sebebini biliyordum. Benimkisi aslında tam bir kaçıştı. Üzerinde düşünüp çözmem gereken ontolojik meselelerden kaçıyordum. Zamanla bu denli yoğun ders çalışmak, okuduğum üniversitede akademik başarılar elde etmek de beni teselli etmemeye başladı. Çünkü asıl meseleyi halledememiştim ve ne kadar kaçarsam kaçayım asıl mesele bir şekilde zihnime düşüyor, ruhumun arayışı devam ediyordu.
Ne oldu da zihniniz ve ruhunuz sükûnete erdi?
Üniversitede kaldığım yurtta belli bir zaman sonra üç arkadaş bir odayı paylaşmaya başladık. Ben deisttim, Fransız arkadaşım ateistti, Pakistanlı arkadaşımız Ali ise Müslüman’dı. Zamanla aramızda iyi bir arkadaşlık oluştu. Sürekli birlikte geziyor, bir sorunla karşılaştığımızda birlikte hallediyorduk. 2005 yılında her yıl olduğu gibi kasım ayında Şükran Günü vakti geldi. Amerikalılar için önemli bir gelenek olan ve geçmiş yıl elde edilen hasadın, imkânların şükrünü ifade etmek için kutlanan Şükran Günü geldiğinde üniversiteler tatil edildi. Ben de ailem ve akrabalarımla birlikte Şükran Günü’nü kutlamak için evimize gittim. Tüm akrabalarımız bizde toplanmıştı. Amcam ismini verip benden birlikte seyretmek için bir film kiralamamı istedi. Amcamın istediği filmi bulamayınca amcam bu sefer “istediğin herhangi bir filmi seçebilirsin” dedi. Tek şartı savaş filmi olmasıydı. Film CDlerini karıştırırken benim dikkatimi “Cennetin Krallığı” filmi çekti. Filmde bir savaşçı lider olan Selahaddin Eyyubi anlatılıyordu. Evde filmi seyrederken aklıma şöyle bir düşünce geldi: “Ben Fransızca okuyorum, Fransızca öğrenirken sadece Fransızların kültürlerini değil; uzun yıllar Fransızların sömürgesi altında olan Fas, Cezayir, Tunus gibi ülkelerin de kültürlerini öğrenmeliyim.” Bu şekilde düşündüm ve bu ülkeleri araştırmaya başladım. Bu ülkeleri araştırmaya başlayınca Kuzey Afrikalı Araplar dikkatimi çekti. Araplarla ilgili araştırmalar yaptıkça da Kuran’la karşılaştım ve Kur’an bana oldukça ilginç geldi. Kuran’ın ilahi bir kitap olabileceği noktasında zihnimde şüpheler belirdi.
Niçin?
Çünkü Kuran’da bambaşka bir ruh, bambaşka deliller ve bambaşka bir hitap vardı.
Kur’an okudukça Müslüman olmaya mı karar verdiniz?
Hayır. Kuran sadece içime bazı şüphe tohumları ekti. Şükran günü geçip tekrar üniversite yurduna döndükten sonra Pakistanlı oda arkadaşım Ali’ye, “Ben İslam’ı merak ediyorum, bana İslam’ı anlatır mısın?” dedim. O da kendisi Müslüman olsa da İslam’ı pek fazla bilmediğini ve beni yanlış yönlendirmek istemediğini söyleyerek birlikte camiye gitmeyi teklif etti. Pakistanlı Ali’nin birlikte camiye gitme teklifini kabul ettim ve bir cuma günü üniversiteye yakın olan camiye namaza gittik. Ben camide cuma hutbesini dinledim ve namaz kılanları seyrettim. Camide birkaç Müslüman gençle tanıştık. Onlarla İslam üzerine bir süre sohbet ettik. Onlar İslam’la ilgili sorularımı cevaplayacak bir Türk olduğunu söylediler ve beni Ali Mermer isminde bir Türk’le tanıştırdılar. Konyalı olan Ali Mermer’le sohbet etmeye başladık. O gün Konyalı Ali abiyle 2 saate yakın İslam üzerine konuştuk. Ayrılırken bana ilk ödevimi de verdi. Bana “Eve gittiğinde aynanın karşısına geç ve ‘ben kimin’ diye sor” dedi. Dediğini yaptım ve aynanın karşısında kendime “Kim” olduğumu sordum. Her defasında “Ben kimim?” diye soruyordum ve kendi kendime verdiğim cevaplar tam olarak beni ifade etmiyordu. Çünkü ben sadece ismimden, zevklerimden, hayallerimden ve düşüncelerimden ibaret değildim. “Ben kimim?” sorusuna kendi kendime verdiğim her cevapta mutlaka bir şeylerin eksik kaldığını hissediyordum. Uzun bir süre aynanın karşısından ayrılmadım ve sürekli aynı soruyu sordum. Aynanın karşısında sorduğum “Ben kimim?” sorusu bana en iyi tanıdığımı sandığım kendimle alakalı bilgilerimden bile şüphe etmem gerektiğini öğretti. Bu sayede kendi acziyetimi fark ettim. Amerika’nın okullarında öğretildiği gibi ben bir dev değildim. Aslında kendini bile tanımaktan aciz bir varlıktım.
Daha sonra neler yaşadınız?
Daha sonra cuma gününü beklemeye başladım ve cuma günü tekrar Ali abiyle buluştuğumuz camiye gittim. Ali abiye, “Kim olduğumu bulamadım” dedim. Bundan sonraki her hafta cuma günleri buluşup Ali abiyle inanç, felsefe ve mantık üzerine konuşmaya başladık. Ali abi gerçekten çok birikimli bir insandı. Beni öncelikle Allah’ın kâinatı yaratıp bırakmadığı, sürekli yaratmaya devam ettiği konusunda ikna etti. Ali abi benden özellikle bulunduğumuz anın nasıl yaratıldığı sorusuna odaklanmamı istedi. Ben her anın bir önceki anın sonucu olarak nedensellik ilkesine bağlı yaratıldığını savunuyordum. Fakat zamanla bunun da pozitivist bilimin bir dogması olduğunu fark ettim. Çünkü ilk anı yaratan Allah diğer anları da yaratabilir ve zaman her an yaratmaya devam eden bir yaratıcı tarafından işletilebilirdi. Çünkü ilk an nasıl bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyorsa diğer anlar da aynı şekilde bir yaratıcıya ihtiyaç duyabilirdi. İlk anla şu an arasında bir mahiyet farkı olmadığı için Allah kâinatı ve zamanı yaratıp geri çekilmemişti. Ben deizmi akla dayandırmaya çalışırken Ali abi yine akılla öne sürdüğüm tüm tezleri çürütüyordu. 2005 yılının Aralık ayından 2006 yılının Şubat ayına kadar her cuma bir araya gelip kendi aramızda tartıştık. Ali abi İslam’ın hakikat olduğunu son derece mantıklı bir şekilde ortaya koyarken aynı zamanda ahlakı, mütevazılığı ve insanlığıyla da beni etkiliyordu. Anlattıklarıyla sadece zihnime değil; yaşayış ve ahlakıyla ruhuma da hitap ediyordu. Ali abi ve o süreçte tanıştığım Müslümanların yaşantılarından o denli etkilendim ki İslam’ın sadece teorik bir düşünce değil; hayatımı kuşatıp anlamlandıracak bir inanç olduğu konusunda da ikna oldum. Bu üç aylık sürecin sonunda da artık Müslüman olmaya karar verdim.
Müslüman olmak hayatınızda en temelde neyi değiştirdi?
Said Nursi “İman insanı insan yapar, belki de sultan yapar.” diyor. Ben gerçek anlamda insanlığımı İslam’a iman ettikten sonra hissetmeye başladım. İslam her şeyden önce hayatıma bir mana kazandırdı ve beni içinde debelendiğim boşluktan kurtarıp çıkardı. Ben eğer Ali abiyle tanışıp İslam’a iman etmeseydim şu an muhtemelen yaşamıyordum. Çünkü anlamı ve manası olmayan bir hayatı yaşanabilir bir hayat olarak görmüyordum. İslam’la birlikte hayatıma güçlü bir Allah inancı girdi. Bana şahdamarımdan bile daha yakın olan, beni asla unutmayacak ve terk etmeyecek bir Allah…
Anne ve babanız, çevrenizdeki insanlar Müslüman olmanızı nasıl karşıladılar?
Müslüman olduktan sonra en büyük tepkiyi babamdan aldım. Hafta sonları okul tatil olunca anne ve babamı ziyarete gidiyordum. Fakat babam kendi evinde benim namaz kılmamı yasakladı ve benim terörist olmamdan korkmaya başladı. Annem ise inancıma pek fazla müdahale etmedi. Annem şu anda İslam’a bayağı ilgi gösteriyor. Özellikle Erciş’teki Kürtlerin misafirperverliklerinden, ilgisinden çok etkileniyor. Çünkü bu sıcaklık ve içtenlik Amerikan toplumuna çok yabancı bir durum.
Türkiye’de bile insanların bir kısmı Amerika’da yaşamak isterken siz Van’ın Erciş ilçesinde yaşıyorsunuz. Biraz bu durumu konuşabilir miyiz?
Erken yaşlarda farklı ülkelere seyahatlere çıkıp farklı kaynaklardan okumalar yaptıkça Amerika’nın nasıl bir devlet olduğunu daha iyi anladım. Amerika’nın Latin Amerika Kıtası’nda veya Irak ve Afganistan’da işlediği suçlar affedilecek suçlar değil. Bu nedenle Amerika’ya çok iyi baktığım söylenemez. Müslüman olduktan sonra Samsunlu bir Türk hanımla evlendik ve İslam’ı Müslüman bir toplumda daha iyi yaşayacağımızı düşündüğümüzden dolayı Türkiye’ye yerleştik. Eşim öğretmen olduğu için tayini Van’ın Erciş ilçesine çıktı ve biz de buraya geldik.
Buradaki hayatınız nasıl? Bir Amerikalı için Erciş’te yaşamak zor olmuyor mu?
Ben daha önce 7 sene İstanbul’da ve bir süre de Ankara’da kaldım. Dünyada bir Türk misafirperverliğinden bahsedilir. Ben bu misafirperverliğin burada Kürtler arasında daha canlı ve iyi yaşandığını görüyorum. Kürtler genel olarak gerçekten içten ve samimi insanlar. Ben hem Türk hem de Kürt kültürünün özellikle de misafirperverliğin temelinde İslam kültürünün olduğunu düşünüyorum. İslam kültürü Doğu’daki insanlar arasında Batı’daki Türk şehirlerine göre daha canlı. Batı’daki Türk şehirlerinde tıpkı Avrupa’da olduğu gibi robotikleşme, yalnızlaşma ve aşırı hız gittikçe yayılıyor. Bu da Batı’daki şehirleri gün geçtikçe daha da huzursuz kılıyor.
Eski bir deist olarak Türkiye’deki deistleri ve deizm tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de insanlar daha çok dinin insana yüklediği sorumluluktan kaçmak, bir taraftan seküler bir hayat tarzı sürdürürken diğer taraftan da insanın en temel ihtiyacı olan Allah’a inanma duygusunu sürdürmek istiyorlar. Ayrıca Türkiye’deki deizm anlayışı derin bir felsefi alt yapıdan da mahrum. Türkiye’deki deistlerle konuştuğunuzda inanç ve kültürlerinin birçok unsurundan kopamadıklarını da görürsünüz. Mesela birçoğu tek bir Allah’ın kâinatı yaratıp işini tamamladığına inanır. Eğer vahiy ve peygambere inanmıyorsanız Allah’ın tek olduğunu nasıl bilebilirsiniz? Çünkü biz Allah’ın tek olduğunu vahiyden ve peygamberlerden öğreniyoruz. Türk deistler İslam’dan deizme geçtikleri için aslında İslam’daki tek Tanrı anlayışını da deizme taşıyorlar. Mesela benim konuştuğum deistlerin çoğu ölümden sonra var olmaya yani ahirete inanıyor. Türk deistlerin asıl sorunu vahyin ve peygamberin getirdiği sorumluluklardan, helal ve haramlardan kaçmak. Bu nedenle Allah’ın varlığını kabul etseler de en temelde vahiy ve peygamberle sorun yaşıyorlar. Çünkü Allah’ın emirlerini insana öğreten vahiy ve peygamberlerdir. Türk deistlerin bazıları da Araplardan nefret ettikleri, ırkçı oldukları için bu yolu seçiyorlar. Peygamber eğer Türk olsaydı muhtemelen deist olmayacaklar hatta İslam’la gurur duyacaklardı. Ben deizmi terk edip Müslüman olduktan sonra İslam düşüncesi ile tanışma imkânı da buldum. İslam düşüncesi bu meseleleri öyle derinlikli ele almış ki insan gerçekten hayret ediyor. Örneğin vacibul vücud meselesinde İslam âlimlerinin, Müslüman düşünürlerin yazdıkları, Allah’ın ilk sebep olarak var olduğunu ispatlamaları deistlerin bugün savundukları fikirlerden fersah fersah ilerde.
Deizm aslında bir kaçış mıdır?
Hayır, herkes için bir kaçış değildir. Türkiye’de pek fazla görmesem de Batı’da deizm üzerine ciddi kafa yoran, bu işin felsefesi üzerine düşünen insanlar gördüm. Deizm aslında dinin yüklediği sorumluluklardan uzak durmayı sağlayan vahiysiz ve Peygambersiz bir din kurgusudur.
İslam yaşadığımız yüzyılda sizce insanlığa en temelde ne sunabilir?
Bence en temelde insanlığa kardeşlik duygusu kazandırabilir. Batı’da veya Amerika’da karşılıksız, menfaatsiz bir şeyler yapma kültürü bitti. İslam toplumlarında ise bu kültür her şeye rağmen devam ediyor. Özellikle yeni Müslüman olan biri bu duyguyu mutlaka yaşamalı. Biz bazen internet üzerinden birilerinin Kelime-i Şehadet getirmesine, Müslüman olmasına vesile oluyoruz. Müslüman olan kişiyi hemen en yakınındaki mescide veya İslam merkezine yönlendiriyoruz. Çünkü bir insan İslam’ı daha çok pratik hayatla ve Müslümanlar arasında kalarak anlayabilir. Yeni Müslüman olan bir kişinin yakınında bir mescid veya Müslümanlardan oluşan bir topluluk yoksa o kişi İslam’ı tam olarak anlayamıyor. Cemaatle namaz, silahı rahim, kardeşini kendine tercih etme, iman kardeşliği, ramazanlar, bayramlar, adalet, komşu hakları gibi İslam kültürünün temel unsurları bugün sadece Müslümanlar için değil; tüm insanlık için büyük hazineler. Şu an büyük bir buhran ve kriz içinde olan insanlık İslam kültürünü keşfettikçe daha anlamlı ve huzurlu bir hayata ulaşacaktır. Batı kültürünün ruhu tek tipleştirme üzerine kuruludur. Bu nedenle Batı kültürünün etkisinin arttığı yerlerde tektipleşme de artıyor. Fakat İslam kültür ve medeniyeti Türkleri, Kürtleri, Farsları tek tipleştirmemiştir, hepsine İslam düşüncesiyle birlikte Türk, Kürt veya Fars olarak kalma imkânı tanımıştır. Türklerden veya Kürtlerden İslam’dan uzaklaşanlar aslında Türklüklerinden ve Kürtlüklerinden de uzaklaşıp Batı kültürüne göre yaşamaya başlıyorlar. Hatta ben Van’da şunu gözlemliyorum. Müslüman bir Kürt dinine ne kadar bağlıysa o oranda Kürt kültürünü de yaşayıp muhafaza ediyor. İslam’dan uzaklaşan Kürt ise ne Batılı ne de Kürt olabiliyor. Sadece sözde Kürtlüğü savunuyor. Aynı şey Türkler için de geçerli. Bu nedenle bizim önceliğimiz İslam kültür ve medeniyetine sahip çıkmak olmalı. Biz eğer bunu öncelersek İslam kültür ve medeniyeti binlerce yıldır olduğu gibi bugün de Türk veya Kürt kültürünü muhafaza eder. Çünkü İslam itikada bir takım sınırlar koysa da hayat noktasında çeşitliliğe önem veren, farklı kültürlere müdahale etmeyen bir dindir. Bu nedenle sadece Türkler, Kürtler veya Araplar değil; İslam medeniyeti yeryüzündeki tüm kültürlerin yaşatılması için büyük bir imkândır.
Sizce inanmak bir insana en temelde ne kazandırır?
İman bana en çok umut ve huzur kazandırdı. Bundan dolayı benim için inanmak umut ve huzur demektir.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Özellikle Müslüman kardeşlerime namaza çok önem vermelerini söylemek isterim. Çünkü namaz hem itikadın hayata geçişte başlangıç noktasıdır hem de insana Allah merkezli bir hayat yaşama imkânı sunar. Özellikle genç kardeşlerime asla Batı, özellikle de Amerikan kültürüne özenmemelerini tavsiye ediyorum. Eğer Batı kültürü insana huzur verseydi bizler gerçek huzuru ve hayatın anlamını bulmak için İslam’a sığınmazdık. Türkiye gibi ülkelerde insanlar her alanda modern olmaya özeniyorlar. Fakat kendileri için modern olanın başka bir kültür için gelenek olduğunun farkında değiller.
Bunu biraz daha açar mısın?
Örneğin kravat veya bazı dans çeşitleri Türk insanının zihninde birer modernleşme aracı. Fakat şunu kaçırıyorlar. Bu kıyafetler Batılılar için geleneksel kıyafetler. Yani modern olacağız derken aslında kendi geleneklerinden uzaklaşıp başka bir kültürün geleneğini taklit ediyorlar. Her gelenek İslam’a aykırı olmadığı sürece farklı bir renktir. Müslümanlara da başka gelenekleri taklit etmek yerine kendi geleneklerine sahip çıkmak daha çok yakışır.
ADEM ÖZKÖSE- HAKSÖZ