doğruhaber
Rahman olan Allah’ın bütün kullarına eşit olarak verdiği bazı haklar, bir dayatma olarak sunulan ulus devlet oluşturma fikri çerçevesinde devlet tarafından yıllar önce gasb edilmiştir. Bu günlerde de söz konusu haklar, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek amacıyla dış dinamiklerin inisiyatifiyle başlatılan Çözüm Süreci adı altında küreselleşen yenidünya düzenine uyarlanmaktadır. Bu çözüm sürecinin sonuçları üzerinde çözümler aranmakta tek amacın şiddet olaylarının durması olarak görülmektedir. Bu bağlamda sonuçları üzerinde çözüme yönelik belirsiz adımlar atılmaktadır. Ancak bir sorun çözülürken öncelikle sorunun kaynağına inilip nedenlerinin araştırılıp ona göre çözüm reçetesinin uygulanması gerekir. Soruna ne tür bir isim verilirse verilsin asıl olarak sorunun nedeninin irdelenmesi ve ona göre çözüm reçetesinin uygulanması gerekir. Ancak bu şekilde barış, çözüm sağlanabilir aksi takdirde sorun çözümlenmez sadece belli bir süre ertelenmiş olur. Unutulmamalıdır ki sıtma hastalığıyla savaşta atılacak ilk adım, bataklığı kurutmaktır. Bataklık kurutulmadan yapılacak hiçbir tedavinin nihai bir çözüm getirmesi beklenemez.
Kürt sorununu ortaya çıkaran etkenlerden biri olmasa da sorunu dallandırıp budaklandıran hatta kangrenleştiren kurumların ve nedenlerin başında hiç kuşkusuz yargı sistemi gelmektedir. O yargı sistemidir ki adalet idesinden yoksun Cumhuriyet döneminde oluşturulan Kel ve Kılıç Ali’lerce yönetilen İstiklal Mahkemeleri ve onun devamı niteliğinde olan sıkıyönetim, devlet güvenlik, özel yetkili, terör mahkemeleri ve bu mahkemelerin temyiz mercii olan Yargıtay’dan oluşmaktadır. Bu çözüm sürecinde adalet mekanizması ve buna bağlı olan militan yargılamalar nedense göz ardı ediliyor. Oysaki adalet sağlanmadan ve militan yargılamalar sona ermeden soruna çözüm bulunmaz, sorun en fazla ötelenir. Son süreçte reform olarak nitelenen yargı paketleri ise bir aldatmacanın ötesine geçmemektedir. Esasında bu yargı paketleri devlet ve Kürt Ulusal Hareketi arasında ulus devlet fikriyle ortaya çıkan ve sadece bu iki kurum arasındaki bazı sorunlara çözüm aramaya odaklı koli kanunlardan oluşmasına rağmen sadece söz konusu sorunlar üzerinde de yamadan öteye gitmemektedir. Sürecin kendisi ısmarlama olduğundan mütedeyyin, Müslüman kesimlerin sürecin dışında tutulması da kaçınılmaz olmaktadır.
28 ŞUBAT’LA MAHKEMELER DE HİZAYA GETİRİLDİ
Türkiye’de 28 Şubat olarak başlayan ve ordu tarafından verilen brifinglere uygun ve yine sağda solda patlatılan birkaç bombayla hizaya getirilen mahkemeler hizaya gelerek(?) militan yargılamalar yaparak devleti her türlü muhalif düşünceden korumayı kendine misyon edinmişlerdir. Her türlü sistem dışı muhalif düşünceyi terör olarak yaftalamaktadırlar. Bundan dolayı dünya çapında 66 ülkede yapılan bir çalışmada 11 Eylül 2001 yılından 2012 yılına kadar terörden mahkûmiyet cezası alan ülkeler arasında nüfusa oran olarak Türkiye açık ara farkla birinci sıraya oturmuştur.
Militan yargılamanın en son örneği 10.05.2013 tarihinde karara bağlanan bazı STK’ların da dâhil olduğu dava olmuştur. Bu dava maalesef militan yargılamaya ne ilk örnektir ne de son örnekliği teşkil edecektir. Bundan dolayı adalete yönelik umutlarımız ise tamamen tükenmiştir. Zira yargılama yapan hâkimlerle soruşturma başlatan savcılar daha hizadan çıkmamışlardır. Hem toplumda hem de toplum değerlerinden bilinçli bir şekilde soyutlaşan ve soyutlaştırılan bir yargıdan hukuki bir karar beklemek fazlasıyla iyimserlik olacaktır. Bu açıdan verilen karar bir hukuk skandalı olsa da şaşırtıcı değildir.
Davayı en başından takip ettiğimizden dolayı verilen kararın hukukla bir ilgisinin olmadığını rahatlıkla ifade etmek mümkündür. Bu karar bazı müvekkillerin siyasi kimliklerini ortadan kaldırmak, bazı STK yönetici ve gönüllülerini devre dışı bırakmak için verilmiş siyasi bir karardır. Maalesef bu tür hukukdışılıklar, siyasi linç kararlarını hemen hemen bütün siyasi davalarda da görmek mümkündür. Bu açıdan mahkemeler hukukdışılıkta bir eşitsizlik içinde değildirler. Salt muhalif kimliklerini imha etmek için verilen bu kararlar dün verildiği gibi bugün de hatta yarın da verilecektir. Öte yandan yasal mevzuatın bize tanımış olduğu bütün hukuki başvuru mekanizmalarını da en sonuna kadar kullanacağız. Ancak yargı “kurt” rolünden çıkmadıkça bu yargı sisteminden hukuk beklemek de iyimserlik olur. Bu açıklamalardan sonra davanın genel seyrini iki türlü değerlendirmek gerekir.
1-Olması gereken hukuk açısından
2-Olan hukuk açısından
KURT KUZUYU YEMEYİ KAFAYA TAKMIŞ BİR KERE
Olması gereken hukuk açısından değerlendirildiğinde fazlaca yazılacak ya da söylenecek bir şey yoktur. Zira olması gereken hukuk açısından böyle bir ceza davası dosyasının açılma ihtimali bile yoktur. Nitekim dosyaya yansıyan ve müvekkillere atfedilen eylemler aynı zamanda hiçbir illegalitesi olmayan İslami hassasiyetlerden kaynaklı sivil dernek çalışması ve olağan hayat içinde rutin eylemlerdir. Esasen İslami hassasiyetlerden ötürü yapılan eylemlerden dolayı müvekkillerin cezalandırılması değil mükâfatlandırılması gerekir ki mükâfat sahibi Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın onları mükâfatlandıracağına inanıyorum.
Olan hukuk yani yasal mevzuat açısındanda dosyaya baktığımızda müvekkillere isnat edilen eylemlerden hiç biri suç veya suç unsuru teşkil eden eylemler olmadığından müvekkillerin hepsinin ayrı ayrı beraat etmesi gerekir. Ancak kurt kuzuyu yemeyi kafaya koyduktan sonra mazeret aramaz, mutlaka istediğini bir şekilde yapar. Mahkeme de ceza vermek istedikten sonra delil melil aramaz, cezayı basar.
DAVANIN SEYRİNE BAKARSAK
CMK 102 tahliyeleri ve basında estirilen rüzgâr neticesinde örgüt yöneticiliğinden yargılanan şeytanın dahi imrendiği bir yöntemle ve bütün yasal düzenlemeler bir yana bırakılarak Hacı İnan ve beraberindeki dört kişi örgüt üyeliğinden gözaltına alınmıştır. Bu gözaltı işleminden sonra Hacı İnan ve Mehmet Eşin tutuklanmış diğerleri serbest bırakılmıştır. Aradan 10 gün geçtikten sonra 2. operasyonla Mehmet Bahattin Temel hariç diğer 13 müvekkil sanık gözaltına alınmış ve neticede ise Fikret Gültekin, Sait Şahin, M. Şefik Temel tutuklanmıştır. Daha sonra hakkındaki haksız ithamlara cevap vermek için yurtdışında bulunan M. Bahattin Temel yurda girişinde gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Tutuklamalardan sonra defaten yapmış olduğumuz tahliye talepleri basmakalıp ifadelerle hukuksuz ve gerekçesiz bir şekilde reddedilmiştir.
Daha sonra bir hukuk skandalının ötesinde ayrıca bir hukuk ayıbı olarak da geçecek metin olarak Hükümet savcısı tarafından polisçe hazırlanan fezlekeden copy-past yöntemiyle hazırlanan iddianamede bütün sanıkların cezalandırılması istenmiş ve bu polis fezlekesinden başka bir hukuki niteliğe sahip olmayan iddianame ise İst. 14. ACM tarafından kabul edilmiş ve mahkemece duruşma günü 17 Ekim 2011 olarak belirlenmiştir.
İddianamenin kabul edilmesiyle dosya üzerinden gizlilik kararı kaldırılmış olup tarafımızca yapılan incelemede, gerek iddianame gerekse dosya kapsamının gerçekten kelimelerle ifade edilemeyecek bir hukuk skandalı olduğu görülmüştür. İddianame adeta insanların hürriyetiyle alay edilircesine kaleme alınmış bir hukuk metninden öte, bir iftiranameyi andırmaktaydı.
Bu iftiraname üzerinden yargılama başlamış oldu. Esasında yargılama denilen bir şey söz konusu değildi; oynanan adeta bir tiyatro gösterisiydi. Zira verilecek karar zaten en baştan beri belliydi. İddianame içeriği gerçekten vahim denilecek iddialarla doluydu. Adeta savcı istihareye yatmış rüyada gördüklerini iddianameye aktarmıştır. Zira ortada ne doğru dürüst bir iddia ne de bu iddiayı destekleyecek bir maddi delil vardır. İddianamenin birçok yerinde niyet okuyuculuğu hâkim olmuş. Müvekkillerin herhangi bir örgütle bağlantılı olduğuna dair en ufak bir şey yoktu. Dosyada terörün esamesi okunmadığı gibi şiddete dair ne bir iddia ne de bir bulgu vardır.
Müvekkillerin yapmış olduğu basın açıklamaları, gazete yazarlığı, hayır kurumları olan derneklere başkanlık etmek veya bu derneklerin üye ya da gönüllüsü olmak, kendi aralarında yapmış oldukları ziyaretler, kutlu doğum etkinlikleri başta olmak üzere buna benzer İslami etkinlikler ve cezaevi tahliye karşılamaları terör faaliyeti olarak lanse edilmiştir. Müvekkillerin en rutin eylemlerinin dahi örgüt adına yapıldığı iddia edilmekteydi. Örneğin kardeş olan M. Bahattin Temel ile M. Şefik Temel’in kendi işyerlerinde bir araya gelmelerine, terör örgütü adına yapılmış bir eylem olarak iddianamede yer verilmiştir.
HUKUK AYAKLAR ALTINA ALINDI
İddianamede “babanın oğlu olmanın” suç olarak kabul edilmesi trajikomikliğin ötesinde bir hukuk cinayetidir. Seyfulislam İnan, sırf Hacı İnan’ın oğlu olmaktan dolayı örgüt üyeliği suçundan cezalandırılmıştır. Bundan dolayı henüz doğmamış olan bebelere seslenerek “Babalarınızı iyi seçin yoksa hapsi boylayabilirsiniz!” demek abartı olmasa gerek.
Müvekkillerin kurdukları ticari firma, paravan olarak ifade edilmiş ve bu firmaya gelenler de yine örgüt toplantısı için gelmiş olarak lanse edilmiştir. M. Bahattin Temel’in bu şirketin sahibi olması ve bu şirkette ortağı ile görüşmesi bile suç olarak dosyaya konulmuş ve iddianamede de suç olarak lanse edilmiştir. Oysa firmanın sadece iki yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen tüm faaliyetleri şeffaf bir şekilde yapıldığı görülmektedir. Firmada ve bilgisayarlarında yapılan aramalara rağmen yasal olmayan hiç bir şeye ve belgeye rastlanmamıştır. Bu itibarla şirket ile ilgili hiçbir işlem yapılmamıştır. Bu firmaya ait bütün ticari defter ve belgeler mahkemeye sunulmasına rağmen bu şirkete gelenler ile şirkette çalışanlar dâhil örgüt toplantısı yapma suçlamasından kurtulamamış ve mahkeme de buna göre ceza vermiştir. Şirket ortağı Ali Demir hakkında savcılık takipsizlik kararı vermesine rağmen bu ortakla yapılan görüşmeler örgüt görüşmesi olarak kayda geçmiştir. Ali Demir’in oğluyla firmada görüşmek ise “Örgüt liderinden talimat alma” çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Kendi başkanlık ettiği derneğin kapatılmasını protesto etmek veya çağrıldığı bir basın açıklamasına konuşmacı olarak katılmanın nasıl suç olduğunu bu dava ile bir kez daha görmüş olduk. Kaldı ki yapılan protesto ve basın açıklaması da yasal olduğu gibi gösteri sonrası hiçbir olay yaşanmamış, sadece derneğin kapatılması eleştirilmiştir. Yargı mensuplarının protesto karşıtı olduklarını düşünmüyoruz ancak ceza vermek istendiğinden bir bahane olarak protesto gösterisi delil olarak sayılmıştır.
Mahkeme tarafından verilen cezalar bakımından yapılan suçlamalar o kadar basit kaçıyor ki mahkemeler açıkça hukuk güvenliğini hiçe sayarak cezalar verebiliyorlar. Bugüne kadar hiçbir sayısı hakkında toplatma kararı verilmeyen Doğruhaber Gazetesi’nde yazar olmak M.Ali Gönül, Fikret Gültekin, Mehmet Eşin ve Sait Şahin için suçlama konusu olmuşlardır. Benzer şekilde İnzar Dergisi’nde yazarlık yapmak da bir suç olarak dosyada yer edinmiştir.
Kısaca bu kararla hukuk güvenliği ilkesi ayaklar altına alınmıştır.
Av. Murat Sadak