Bu dönemlerde siz gençlere, özellikle muhafazakar gençlere yönelik eleştiriler çok arttı farkındasın. Pasif olmanız, donanımsız olmanız, tembel olmanız, kitap okumamanız, yeterince sorumluluk sahibi olmamanız çok eleştiriliyor. Başta anne ve babalarınız olmak üzere, hepimiz bu konulardan şikayetçiyiz.
Neden bu kadar üstüme geliyorsunuz diye soruyorsun eminim. Neden sürekli eleştiriyorsunuz, neden bu kadar çok şey bekliyorsunuz diye içten içte serzenişte bulunuyorsundur.
İki gözüm, sadece biz değil, Ümmeti Muhammed senden bir şey bekliyor, o yüzdendir kaygımız.
Sen ki gelecekte bir gün, bu ülkeyi yöneteceksin.
Sen ki gelecekte bu davayı sırtlanacaksın, işte bunun için bütün endişemiz.
Sen ki baba olacaksın, evlatlarından yeni liderler yetiştireceksin.
Sen ki eş olacaksın, dayı olacaksın, amca olacaksın, sonra da insan yetiştireceksin, işte biz bunun için dertliyiz genç adam.
Sen ki bu ülkenin evladısın, bil ki Kudüs de, Gazze de, Mısır da, Suriye de seni evladı bilir.
Biz senden ne bekliyorsak bil ki ümmetin diğer fertleri de aynısını bekliyor.
Sen ki bir ümmetin liderliğini yapmış, İslam’ın sancağını taşımış bir ülkenin çocuğusun, senin oyunla vakit geçirecek hakkın yoktur.
Sen ki insanlığın sığınacağı liman olan ülkenin çocuğusun, senin şikayet etmeye hakkın yoktur.
Derdi olanların kaygısı çok olur iki gözüm. Bizim sana olan sitemimiz derdimizdendir.
Bak sen daha yeni doğmuştun, bizim üzerimizden tankları geçirmeye çalıştıklarında. 28 Şubat dedikleri şey, senin baba ve annenin kabus dolu günler yaşadığı zamanlardı.
Genç adam, bizim hikayemizi dinlemelisin, öğrenmelisin, ders almalısın. Başörtüsü yasağının annende, teyzende, halanda yarattığı travmaları konuşmalısın. Babana sor bakalım nasıl fişlenmiş, nasıl sakıncalı olmuş, nasıl işini kaybetmiş, ticaretinin yitirmiş.
Sen o zaman yeni doğmuştun ve senin için kaygımız o zaman başladı. Yavrularımızı nasıl bir gelecek bekliyor, bu ülkede nasıl yaşayacak diye çok korktuk. İşte şimdi gergin görüyorsan bizi, o günlerden kalma korkudandır.
Şimdi ne zaman bir gevşeme, duyarsızlık, rehavet görsek o günleri yeniden yaşayacağız diye korkuyoruz. Sana bu yüzden sitemimiz, bu yüzden kaygılarımız.
Sana yükleniyorsak, seni zorluyorsak bil ki ümmetin derdinin çokluğundandır iki gözüm.
Selametle büyü, rehavetten uzak dur ve bil ki ailen, ülken değil ümmetin senden liderlik bekler genç adam.
Konfor ve rehavet çöküştür!
Dünyevileşme, müminler için kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. ‘Dünyevileşme hastalığı’nın en önemli sebebi imanda zayıflık ve zafiyettir. Dinde laubalileşme, lakaytlık, ibadetleri geçiştirme, emir ve nehiylerde vurdumduymazlık, amelsizlik, vs. ‘dünyevileşme’nin dışa yansıyan tezahürleridir.
Dünyevileşme, dini olanın gündelik hayattan, ahlaktan, ticari ve sosyal yaşayıştan uzaklaştırılması, öneminin azaltılması, kişinin kendisini dünyanın cazibesine kaptırıp onun esiri olması manasını taşır. Diğer bir ifade ile dinin, gündelik hayattaki tesirini ve yerini azaltma, sınırlama, yaşadığı hayat tarzına dini müdahale ettirmeme anlamına da gelir. İnsanın ilgisini ve dikkatini yalnız ve yalnız dünyaya çevirmesi, zevk ve sefaya düşkünlük, rahatın peşinde koşmak da dünyevileşmenin belirtileridir.
Vahye ve sünnete dayalı bir hayatı, insanları bir bütün olarak ele alıp, ölçülü ve dengeli bir yaşayışı önceleyen Müslümanların heva ve hevese dayalı bir zihniyetle, refahtan şımarmış, azmış menfaat ağırlıklı bir hayatı tercih eder hale gelmesi, dünyayı da ifsat etmektedir.
Müslümanlar ölümü unuttular, ölümden sonra hesaba çekileceklerini malları ve harcadıkları konusunda sorgulanacaklarını, yargılanacaklarını unuttular. Dünya hayatının gelip geçici olduğu, ‘üç günlük dünya’ sözü hep konuşmalarda kaldı. Dünyayı hayatlarının ve hedeflerinin merkezine koydular. Bu durumda insan, Allah ile bağını kopardı ve hafıza kaybına uğradı. Bencil, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, özgürlük adı altında her arzu ve isteğini yerine getirmeye çalışan bir yapı meydana geldi. Bu anlayışta sabır-kanaat-şükür-bereket diye bir kavrama yer yoktu. Sorgulama yeteneğini kaybeden insanlar modern bir köle haline geldi. Kendisi için biçilen, şekillendirilen hayat tarzı; lüks, israf, gösteriş üzerine kuruldu. Zaruri olmayan ihtiyaçları temin etmek için her türlü değeri yok sayabilecek hale getirildi. Sonuçta ‘Dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler’ âyetinin işaret ettiği kimseler durumuna düştüler. Dinini yaşamaya çalışan insan, dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyasının hakikatleri arasında sıkışıp kaldı.
Müslümanların zihin dünyasında bir kırılma olarak beliren dünyevileşme, çok boyutlu alanlarda tezahür etse de temelde üç ana eksende kendisini gösteriyor. Birincisi makam-mevki tutkusu, ikincisi mal-mülk ve servet tutkusu, üçüncüsü karşı cinsle ilişkilerde sınırları aşan (fahşa-cinsellik) tutkusu. Dünyevileşmeye götüren bu hal; insanı daha çok zevk, daha çok maddi haz peşinde koşmaya sürükledi ve tutkulara yönlendirdi. Çünkü dünyevîleşmenin böyle bir çekiciliği vardı. İnsan hikmet ve irfandan koptuğu andan itibaren dünyevîleşmenin ortaya çıkardığı cazibe alanının dışına çıkamaz.
İbn Haldun, toplumların yıkılışını fetih, ganimet, konformizm, rehavet ve çöküş olarak açıklar. Tüketime yönelik kâr, marka ve moda gibi kavramlar, dinin ticarileştirilmesini de beraberinde getirdi. Kur’an’ın ana konuları arasında yer alan, tevhid, rızık, tekbir, ihlâs, adalet, özgürlük vb. gibi kavramların asli muhtevaları terk edilerek aşındırıldı. Tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını meşrulaştırıcı bir anlayış oluştu. Sınıf atlayan yeni bir Müslüman kesim türedi. Bu sosyal değişim, inandığı gibi yaşayan değil, yaşadığı gibi inanan bir Müslüman tipi ortaya çıktı. Dünyevileşmenin hızlandırıcısı tahribat ve tahrifatı, dini hassasiyetleri de değiştirdi. Dindarlıkları yumuşattı, dönüştürücü etkiler ortaya çıkardı. Helal ve haram duyarlılıkları oldukça zayıfladı. Dünyevileşme dalgası, bulaşıcı bir hastalık gibi en muhafazakâr denilen ailelerde bile çözülmeleri beraberinde getirdi. Tatil anlayışlarından, site hayatına geçişten, tüketim alışkanlıklarına bağlı olarak, marka düşkünlüklerine, tesettür defilelerinden pop müziğe ve flörte varıncaya kadar her tarafı sardı. Henüz dini hassasiyetlerini kaybetmeyenler, mukavemet gücünü yok edercesine bu ‘dünyevileşme seli’nin önünde, dinini yaşama mücadelesi verip imanını kurtarma derdine düştü. Tıpkı hadiste zikredilen ‘imanı muhafaza, elde kor (ateş) taşımak gibi olacak’ hali üzere mücadele devam ediyor.
‘Dünyevîleşme’nin en kötü olanı İslam’ın değişmezlerini değiştiren, imanda, fikirde, anlayışta meydana gelen ‘dünyevîleşme’dir. Kötü olmada bunu takip edeni ise “önce bazı alanlarda uygulama bakımından İslam’ı terk etme, sonra bunu bir şekilde meşrulaştırma”dır.
Bu konuda bir başka problem de “imkansızlık, zorluk, yani zaruretler sebebiyle İslam’ın eksik uygulanmasının zaman geçtikçe tabiileşmesi, normalleşmesi ve böylece kıblenin şaşırılmasıdır. Dini, müminlerin hayatında kâmil manada gerçekleştirmek ve korumak isteyen Müslümanlar, bir yandan zaruretleri görmek ve buna göre geçici çözümler üretmek, diğer yandan da her türlü olumsuzluğa rağmen mazeretlere sığınmadan her hal ve şartta yaşanan bir dini olduğunu unutmadan ‘örnek Müslüman’ hali içinde hareket etmeliler. Bizim ‘dünyevileşmiş tip’ dediğimiz bu insanın bütün, zamanlar ve mekanla da bir tek dini vardır: Madde, para, ekonomi. Dünyevileşmiş tip, dindarsa dinini, ideolojisi varsa ideolojisini, davası varsa davasını her fırsatta paraya tahvil etmenin yollarını arar. Karunlaşmış bu tip, Müslüman olduğu zaman, “Allah rızası, hikmet, tebliğ, davet, ihlas, bereket, tekbir, cihad” gibi dinin kavramlarını kullanarak sömürür. Marksist olduğu zaman “halk, köylü, işçi, emekçi gibi Marksizmin kavramlarını kullanarak sömürür. Kemalist olduğu zaman “çağdaşlık, uygarlık, laisizm, milliyetçilik” gibi Kemalizmin tekeline aldığı kavramları kullanarak sömürür. Fakat hepsinin de mantığı tektir. Hepsi de tüketimi körükler. Hepsi de rantçıdırlar. Hepsi de menfaatlerini dinlerinden, imanlarından, ideolojilerinden önde tutarlar. Hepsi de çıkarları gerektirdiği zaman her şey olurlar. Hepsi de iktidar ve güç odaklarının etrafında pervanedirler. Hepsi de “istikrarı”’ çok severler. Konumunu kaybetmemek için veremeyeceği taviz, kaybetmeyeceği değer yok artık onun hayatında. Yeter ki ‘hayat standardı’nı kaybetmesin!
Bu nasıl bir hastalıktır ki: Şam’dan yola çıkan bir ticaret kervanı Medine’ye girdiğinde Medineliler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Peygamberimiz tam o esnada mescidde Cum’a hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında bütün cemaat Rasulülahın hutbesini terk edip kervana koştular. Peygamberimiz, bu duruma çok hiddetlendi ve buyurdu ki: “Eğer mescidde kimse kalmasaydı şu vadiyi ateş seli kaplardı” (Başka bir rivayette ‘Müslümanların üzerine taş yağardı’) Âyet de nazil oldu.
“Dünyevileşmiş müminler, bir ticaret ya da eğlence gördüklerinde dağılıp ona koşarak, seni yalnız bıraktılar. De ki: Allah katında bulunan; eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Bugün de insanların çoğu sınırsız büyümeye, sınırsız tüketime, spor turnuvalarına, müzik konserlerine, show programlarına vs. dalarak, dini yalnız bırakmışlardır.
Dava Adamının İki Düşmanı Tembellik ve Tenperverlik
“Tembel” ve “Tenperver” miyiz?
İnsanoğlu çok ilginç ve şaşırtıcı özelliklere sahiptir. Dünya üzerindeki canlılar içinde, her ne kadar zorluklarla ve tehlikelerle dolu olursa olsun yaşadığı ortama en kısa zamanda ve kolayca uyum sağlama özelliğine sahiptir. Coğrafya farklılığı, iklim farklılığı, bölge farklılığı gibi daha sıralanabilecek pek çok farklığa rağmen, yeryüzünün hemen her yerinde insan unsuru yaşayabilmektedir. Bu özelilik insanın dışındaki hiçbir canlı için geçerli değildir.
İnsanlar için çok önemli olan bu özellik ve potansiyel, kötüye kullanılması halinde aynı boyutta büyük tehlikeleri peşinde getirir.
Örneğin çok çalışmaya, koşuşturmaya ve zorluklarla mücadele etmeye alışkın birisi, rahat ve kolay şartlara kolayca alışabilir, kendini kaptırabilir.
Örneğin çok büyük maddi sıkıntılar çeken, belki yiyebileceği kuru bir dilim ekmeği dahi bulamadığı badireleri atlatan, beklenmedik bela ve musibetlere düçar olan bir kişi, canını dişine takarak çalışıp çabalar. Bu çaba ve mücadele azminin semerelerini kısa veya uzun vadede görür. Rahat bir hayata nihayet ulaşır. Belki daha önceden hayal bile edemeyeceği imkanlara ve nimetlere ulaşır. İşte bu sürecin başlamasıyla birlikte, rahatlık içinde zor bir imtihan dönemi de başlayacaktır.
Tembellik ve tenperverlik, yani rahata düşkünlük, hayatımızın her ne bölümünde olursa olsun, mayınlı bir tarlayı andırır. Başınıza gelecek tehlikenin boyutunu bilemezsiniz. Tedbirli ve temkinli olunmadığı takdirde en dehşetli gailelerden birisi her an kapınızı çalabilir.
Bediüzzaman'a göre tenperverlik ve meylürrahat, rahata ve keyfe düşkünlük bütün meşakketlerin, zorlukların ve daha da ilerisi bütün rezaletlerin yuvasıdır. İnsanlardaki himmet ve gayret özelliklerinin bir nevi ayağına prangalar vurur. Bu güzel meziyetleri sefalet zindanına atar. (Münazarat)
Rahata, lükse, zenginliğe, el üstünde tutulmaya ve diğer irili-ufaklı nimetlere alışan bir kişi, kendisini başka bir mücadelenin içinde bulur:
Rahat ve cafcaflı hayatını devam ettirebilme.
Elde ettiği hayat standardını daha da yükselterek sürdürebilme.
Bu tablo, gerek ferdler seviyesinde, gerek toplum çapında benzer şekillerde kendini gösterir. Hatta İslama hizmet gayretinde olan grup ve cemaatlar için de aynı durumların geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insan unsurunun olduğu her yerde, insani zaaflar benzer şekillerde kendini gösterir. Dolayısıyla benzer neticeleri ortaya çıkarır.
Rahatla gelen zahmetler:
Dünya hayatındaki hiçbir gelişme, ilerleme sürekli, devamlı olmamıştır. Çünkü gelişme oranında zorluklar azalmış, rahata ulaşıldığı ölçüde hantallık, tembellik, vurdumduymazlık baş göstermiştir. Rahatlık, atalet, durağanlık insanlardaki idealizmi, gayreti, himmeti törpüleyen en azılı düşmanlar olmuştur.
Bütün insanlık tarihi boyunca gözlemlenen bu değişmez kanun, İslam ümmetinin de yakasını bırakmamıştır. Aşılmaz zorluklarla, geçilmez sıkıntılarla, tehlikelerle, azılı düşmanlarla, fakr-u zaruretle yüz yüze geldikçe Müslümanlar gayrete gelmiş, İlahi bir güce dayanmaktan aldıkları manevi güçle kendilerinin bile inanmakta güçlük çektikleri büyük neticeler elde etmişlerdir.
Büyük zaferlerle gelen göz alıcı zenginlikler, şan ve şöhretler Müslümanların en güçlü dayanak noktaları olan ihlası, gayreti, himmeti, azmi ve fedakarlığı alıp götürmüştür. Ruhsuz bir bedene dönüşen Müslüman toplumlar kısa zamanda kokuşmaya başlamış, kısa zamanda tarih mezarlığındaki yerlerini almışlardır.
İman ve Kur'an hadimleri “DİKKAT!”
İslam'a ve Kur'an'a hizmet iddiasıyla boy gösteren nice cemaat, grup ve hareketler vardır ki, belli bir maddi yapılanmaya ve imkanlara ulaştıktan sonra, bizzat kendi mensuplarını hayal kırıklığına uğratır.
Nice gayretli, ihlaslı, fedakar insanlar vardır ki, gerek kendi imkanlarıyla, gerekse içinde bulundukları hizmet çevresinin katkılarıyla ulaştıkları parlak sonuçları, zamanla, yanlış şekilde kullanmışlardır. Hem kendilerine, hem de çevresine büyük zararlar vermişlerdir.
Hizmet faaliyetlerini derinden etkileyen, hizmet için bir araya gelenlerin amiplere taş çıkartırcasına bölünmelerine, parçalanmalarına sebep olan, sonuçta güçten ve takatten kesilmeyi netice veren bu hastalığın elbette çaresi, tedavisi vardır. Çünkü her gecenin gündüzü olduğu gibi, her düşüşün bir de kalkışı vardır ve bu da yukarıda yer verdiğimiz kanunun bir gereğidir.
Ancak tam bu noktada hastalığın teşhisi tam ve doğru olarak belirlenmelidir. Ta ki ona göre bir tedavi süreci başlatılabilsin.
İşte hastalığın bazı tipi göstergeleri:
Dünyevi hayatın daha rahat, konforlu ve lüks olabilmesi için, içinde bulunduğu hizmeti terk etmek, hatta hizmetin imkanlarını bu yönde kullanmak.
Ehl-i dünyaya tasannu, tezellül ve riya ile yanaşmaya çalışmak.
Namert, himmetsiz, hamiyetsiz bir kısım ehl-i dünyaya dalkavukluk etmek.
Bu hasletler en büyük darbeyi en başta içinde bulunulan hizmete indirecektir. Böyle davranan kimseler kısa vadede bir şeyler elde etseler de, bu hatalarının cezasını fazlasıyla çekerler. Yani maksatlarının tersiyle karşılık görürler.
Bazen olur ki, dünyevi imkanlara var gücüyle çalışan, ama hizmeti de terk etmek istemeyen bazı kimseler, mala, paraya, pula olan düşkünlüklerine hizmet kılıfı bulmaya çalışırlar.
O hırslarına bir nevi kutsallık süsü verme gayretine girerler. Ehl-i dünyanın şatafatlı görünüşlerine, güçlerine, büyük şirketlerine, maddi gelirlerine olan hayranlıkları, onlara yanaşmaya, bu uğurda kendi davasından bir çok tavizler vermeye yöneltir.
Ne var ki, ehl-i dünya, özellikle de din karşıtları parasını, yardımını ucuza vermez, çok pahalıya satarlar. Bir senelik dünyevi hayata bir nebzecik yardım etmeye karşılık, hadsiz, sınırsız ebedi hayatı tahrip edecek şeyler isterler. Böylesi korkunç tehlikeleri dahi göze alabilen bazı gafiller, o hırslarıyla bu oyuna gelirler ve İlahi gazabı üzerlerine celb ederler.
Teşhis ve tedavi
İlahi rıza yerine dinsizlerin rızasına koşanlar, bu yaptıklarının karşılığını, maalesef, çok ağır öderler. Tabii kendileriyle birlikte nice fedakar insanların hamiyetlerini, halisane gayretlerini heba ederler. Temiz kalplerinde çok derin yaralar açarlar. Bu elim hastalığın, iman ve Kur'an hizmetini yerle bir edecek bu illetin en tesirli ilacı kanaat ve iktisattır. (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup)
Kudsi bir davaya hizmet edenler ne kadar büyük bir azimle, ne kadar sıkı bir gayretle çalışırlarsa o kadar çok netice alırlar, muvaffak olurlar. Bu tempolu faaliyeti terk edip, tembellik gösterdiklerinde ise elde ettikleri büyük sonuçları bir bir ellerinden kaçırmaya, kaybetmeye başlarlar. Bu hastalığın yegane ilacı, dava uğruna çalışıp çabalamaya devam etmektir. dava insanlarının vazifelerini kudsi, hizmetlerini ulvi görmeleri, her bir saatlerinin bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymette olduğunu anlamalarıdır. (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup)
Bediüzzaman, Münazarat isimli risalesinde, tembellik ve tenperverlik hastalığını, bağlantılı olan diğer hastalıkları da dikkate olarak değerlendirir. Doğrudan Kur'an'dan aldığı tedavi yöntemlerini ve kullanılması gerekli ilaçları dikkatlere şu ifadelerle sunar.
“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid (çok şiddetli ve tehlikeli düşman) olan yeis (ümitsizlik) rastgelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı “La takne tu”(“Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Suresi, 39:53.) kılıncını istimal ediniz.
“Sonra müzahemetsiz olan (zorluk ve sıkıntı vermeyen) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (üstün gelme ve yüksek görünme meyli) istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz “Kunu Lillahi”(Allah için yapınız) hakikatini o düşmana gönderiniz.
“Sonra da ilel-i müteselsiledeki (sebepler dünyasında dikkat edilmesi gerekli sebepler, basamaklar) terettübü (belli bir sıra ve sistemle olma) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, “İsbiru vesabiru verabitu”yu (“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.” Al-i İmran Suresi, 3:200) siper ediniz.
“Sonra da, medeni-i bittab (medeni yaratılışlı) olduğundan ebna-yı cinsinin (aynı türden olanların, diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın amalini (emellerini, ümitlerini) dağıtan fikr-i infiradi (kişisel menfaat düşüncesi) ve tasavvur-u şahsi (kendi şahsını merkez yapma tasavvuru) karşı çıkar. Siz de, “Hayrun nesi en feuhüm ninnasi” (“İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Acluni, Keşfü'l-Hafa, 2:463; el-Münavi, Feyzü'l-Kadir, 3:481, no: 4044.) olan mücahid-i ali-himmeti (yüksek himmet sahibi mücahid) mübarezesine çıkarınız.
“Sonra, başkasının tekasülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, Vealallahi (legayrihi) felyetevekkelül mütevekkilune” (“Tevekkül etmek isteyenler Allah'a güvensinler (başkalarına değil).” İbrahim Suresi, 14:12.) olan hısn-ı hasini (sarsılmaz kaleyi) himmete melce (sığınak) ediniz.
“Sonra da acz (acizlik, zayıflık) ve nefsin itimatsızlığından neş'et eden (ortaya çıkan) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “La yedirrukum mendalle izehtedeytüm” (“Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Maide Suresi, 5:105.) olan hakikat-i şahikayı (yüksek ve yüce hakikat) üzerine çıkarınız. Ta, o düşmanın eli o himmetin damenine (eteğine) yetişmesin.
“Sonra, Allah'ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de “Vessakim kema umirte” (“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şura Suresi, 42:15.) “Vele teteemmar ala seyyidike” (Efendine efendi olmaya çalışma.) olan kar-aşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.
“Sonra, umum meşakkatin (zorlukların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahatlık meyli) geliyor. Himmeti kaydeder (her tarafını bağlar), zindan-ı sefalete (sefillik zindanına) atar. Siz de, “Veenleyse lilinsani ille me sea” (“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Suresi, 53:39.) olan mücahid-i alicenabı (yüksek ahlaklı mücahid) o cellad-ı sehhara (emredileni aynen yapan cellat) gönderiniz. Evet, size meşakkatte (zorluk) büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (heyecanlı, aktif) olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir (çalışma ve mücadele etmededir).
Son olarak, Bediüzzaman'ın Yirmi Dokuzuncu Mektup'ta doğrudan Nur talebelerine yönelik ifade ettiği gayet önemli ve hassas bir uyarıya birlikte kulak verelim:
“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvidir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.”
Dr. Veli Sırım - Yeni Şafak - Yeni Akit