Konuyla ilgili farklı bir değelendirme ve önemli bir iç muhasebe için aşağıdaki yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz.
Peygamberin Bir Günü
O BİR KUL ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.
Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.
Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.
O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.
“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.
O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.
Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.
Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.
Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.
Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.
O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.
Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.
O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.
Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.
Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?
Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.
Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.
Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.
Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.
Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.
Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”
Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.
Delili mi?
İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ı Saadet...
Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.
Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.
Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.
Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.
Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.
İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”
O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.
Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi... Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar... Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca... Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “...getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.
Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”
Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.
Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.
Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”
Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor. Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “... Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise...” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”
Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”
Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.
Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.
Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.
“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.
Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.
Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.
Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:
“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik...”
“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik...”
“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”
Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.
Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.
“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”
Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”
Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”
Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.
Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.
Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...”
Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”
Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.
İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.
Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”
Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”
Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.
Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”
Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur...”
Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”
Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.
Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”
Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever.
Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.
Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor.
Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.
İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti.
Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in bir günü nasıldı?
Müminin / Müslümanın bir günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in bir günü nasıldı?
Soru Detayı
- Bir mümin yirmi dört saatini nasıl geçirmeli, yani günlük planı nasıl olmalıdır
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Peygamber Efendimiz (asm)'in Bir Günü
Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık, kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar.
Normal bir ömür yaşamış herhangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani 'bir gün'ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiçbiri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi,
- gökler ötesi âlemle sürekli irtibat hâlinde,
- manen sürekli yükselen,
- her biri ayrı bir heyecan verici ve hayatı yeniden inşa edici vahiyler alan,
- bütün insanlığın dertlerine derman olmakla görevlendirilmiş,
- her yönü hikmet dolu bir aile reisliği yapan,
- can dostlarının yanı sıra azılı düşmanları da olan,
- yüzü daha çok ahirete dönük,
- engin bir ibadet hayatı yaşayan,
- geçmiş ve gelecek insanlar arasında bütün güzelliklerde zirveyi tutan,
müstesna bir zat ise ve konu kısa sayılabilecek bir makale çerçevesinde ele alınacaksa, iş daha da zorlaşacaktır. Ancak Efendimiz'in hayatı hemen her günü ile tesbit edildiğinden ötürü bu zorluk kısmen hafiflemektedir. Okuyucu O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer günlerini de bildiğinden ötürü, kolay bir şekilde irtibat kurabilir ve bir bütünlük elde edebilir. Günü belli dilimlere ayırarak, aynı günde olmazsa bile, o zaman diliminde genellikle işlenen fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele alarak konuyu işlemeye gayret ettik.
Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan, onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.
SABAH
Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar. Zira bu saatler baharın başlangıcına, insanın rahm-ı madere düştüğü döneme, yer ve göklerin altı günlük yaratılış serencamesinin birinci gününe benzer, onları hatırlatır ve onlardaki şuunât-ı İlahiyeyi ihtar eder. İnsan da diğer varlıkların cibillî bir şekilde kurmuş olduğu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de güne sabah namazı ile başlardı. Bilindiği gibi Medine'de çok sade ve mütevazı olan hane-i saadetleri mescidin avlusunun bir tarafını oluşturuyordu.1 Âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezanla sabah namazının vakti girer,2 Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.
Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.3
Bu ilim ve irfan halkasının her gün kurulduğu şu olaydan anlaşılmaktadır:
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onları te'dip etme ve sonrakilere de bu konuda yapılması gerekeni ders verme adına, yaklaşık bir ay hanımlarıyla konuşmama kararı aldığı günün sabah namazını kılar kılmaz, mutad olan sohbeti yapmadan hemen "Meşrübe" adı verilen cumbaya çekilmişti. Başta Hz. Ömer (r.a.) olmak üzere bütün sahabe önemli bir şey olduğunu anlamışlardı. Gerçekten de bazı ayetlerin nazil olmasına sebebiyet veren "Îlâ Hadisesi" vuku bulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki bundan önce sabah sohbetleri hiç terk edilmemişti. On yılı aşkın bir süre, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren "Peygamber Sohbeti" kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir.
Bazı rivayetler Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kuşluk vaktine kadar mescitte oturmaya devam ettiği ve kuşluk namazını kıldıktan sonra ayrıldığına işaret etmektedir. Nitekim bunu tavsiye eden bir hadisi şerifte şu ifadeler bulunmaktadır:
"Kim sabah namazını kıldıktan sonra yerinde bekler ve iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar sadece hayırlı şeyler konuşursa, denizin köpüğü kadar hataları olsa bile af olur."4
Bu sohbetler sırasında bazen ashabın gördüğü rüyaların da tabir edildiğine işaret etmiştik. Efendimiz namazdan sonra "Müjdeleyici (rüya) gören var mı?" diye sorar ashap da gördükleri rüyaları anlatırlardı. Bu konuyu ve gördüğü rüyayı Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor:
"Hz. Peygamber'in sağlığında ashaptan birisi bir rüya görünce, onu Hz. Peygamber'e anlatırdı. Ben de bir rüya görmeyi ve Allah Resulüne anlatmayı çok arzu ederdim. O sırada gencecik bir delikanlıydım ve mescitte uyurdum. Bir gün, şöyle bir rüya gördüm:
İki melek beni yakalayarak cehenneme götürdüler. Cehennem, kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada, kendilerini yakından tanıdığım kimseler de vardı. O anda 'Cehennem'den Allah'a sığınırım!' demeye başladım. Bu sırada yanımıza başka bir melek gelerek bana, 'Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur.' dedi."
Bu rüyayı gören, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tı. O, her yönüyle babasıyla atbaşı giden bir insandı. Düşünün ki, babasından sonra onu, hem de o günün insanları, başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer bizzat mani olup "Bir evden bir kurban yeter!" demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı.
Abdullah (r.a.) şöyle devam ediyor:
"Bu rüyamı Hz. Peygamber'in hanımı olan ablam Hafsa'ya anlattım. O da Efendimiz'e anlatınca şöyle buyurmuş:
'Abdullah ne iyi insandır; keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi!'
Zira cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tabloyla gösterilen azaba maruz kalmamanın tek yolu ise, gecenin ibadetle aydınlatılmasıdır. Abdullah'ın kölesi Salim, 'Bu olaydan sonra Abdullah, az bir kısmı hariç, geceleri uyumazdı.' der."5
Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "Öyle ise oruçluyum"6 der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.
O'nun yemeğinden söz eden hanımları ve arkadaşları şu sözleri kullanırlar:
- Medine'ye hicretinden vefatına kadar, Allah Resulünün ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadı.
- Bazen açlıktan karnına taş bağladığı olurdu.
- Hane-i saadette en çok yenilen-içilen iki şey vardı: Hurma ve su.
- "Ben Allah'ın kölesiyim ve köle gibi yemek yerim." der, dizleri üstüne oturarak yerdi.7
- Acıkmadan yemez ve doymadan kalkardı.
Bu ve benzeri ifadelerden şunu anlıyoruz:
Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat' edilmiyordu. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) öğleden önce bir süre dinlenirdi. Bilindiği gibi insanın biyolojik yapısı uykuya ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmıştır. Durup dinlenmeden faaliyet gösteren beden, bir süre sonra enerjisini yitirip yıpranmakta ve değişik hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Onun için kişinin geceleri uyuyup dinlenmesi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Ancak, gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması ve bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslamî, literatürde buna "kaylûle" denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu saatlerde bir süre dinlenmeyi tavsiye etmesinin yanı sıra, bir nevi âdet haline getirmiş olmasından ötürü, "kaylûle" sünnet olarak kabul edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem),
"Gündüz orucuna sahur yemeğiyle, gece ibadetine ise öğle uykusuyla (kaylûle) yardımcı olun!"8
derken, Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadiste ise annesi Ümmü Süleym'in, hemen her gün, evinde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir sergi serdiği ve Efendimiz'in orada kaylûle yaptığı aktarılmaktadır.9
Günlük hayatlarında öğle uykusuna mutlaka yer veren sahabe-i kiram ise, cuma günleri, cuma namazı kılındıktan sonra, diğer günlerde ise, öğleden önce, dinlendiklerini özellikle vurgulamaktadırlar.10 Diğer bir hadiste ise kaylûlenin, fıtrata uygun bir ahlak (alışkanlık) olduğu ifade edilmiştir.11
ÖĞLE
Öğle zamanı, bir yılla kıyaslandığında yaz mevsiminin ortasına, insan ömrüyle kıyaslandığında gençliğin kemaline, dünyanın ömrü ile kıyaslandığında dünyada insanın yaradılış devrine benzer ve onlardaki rahmet tecellilerinin nimetlerini hatırlatır.
Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fâni dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir andır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere, öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in arkasında kılınacaksa?
Evet, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.
Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı kefaretlerin miktarı belirlenirken, günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulanmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde, uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar bundan istisna edilir.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela, hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.
Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek ve kabul ettikleri İslâm Dini'nin esaslarını öğrenmek üzere, Peygamber Efendimiz'e heyetler gönderiyorlardı. Bunların sayısı 70'i aşmaktadır. İlk heyet, Hevâzin Kabilesi'nden Hicretin 8'inci yılında gelmişti. Son heyet ise, Yemen'deki Neha' Kabilesi'nden, Hicretin 10'nuncu yılı Şevval ayında gelen heyettir. Söz konusu heyetlerin çoğu, hicretin 9'uncu yılında geldiğinden bu yıla "senetü'l-vüfûd" (elçiler yılı) denilmiştir.
Peygamber Efendimiz, kendisine gelen bu heyetlerle bizzat ilgilenir, onlara ikramda bulunur, her kabilenin hâline ve âdetlerine göre onlarla konuşurdu. Ayrılırken de uygun hediyeler verir, Müslümanlığı öğretmek üzere onlara öğretmenler, mürşitler gönderirdi. O mürşitlere:
"Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin."12
diye tenbihte bulunurdu. Necran Hıristiyanları da gelen heyetlerden biriydi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mescidinde ibadet etme imkânı vermiş ve İslam'ı kabul etmeyen bu heyetle bir antlaşma yaparak geri göndermiştir.
İKİNDİ
İkindi vakti, yıl içinde güz mevsimine, insan ömründe ihtiyarlık vaktine, peygamberlik silsilesinde son Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in saadet asrına benzer. Günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selâmet ve hayırlı hizmet gibi İlahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır. Güneşin batmaya yüz tutması ile de insan, dünyada bir misafir olduğunu, her şeyin geçici olduğunu anlar. İşte bu zaman diliminde, ebediyet isteyen, ebed için yaratılan ve ayrılıktan acı duyan insan ruhu, ikindi namazını kılarak Allah'a münacât eder, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetine iltica eder, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd eder.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti (Bakara, 2/238) ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilâl'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vakti mü'mini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu. Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır:
"Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık.' derler."13
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) çok mütevazı bir hayat yaşıyordu. Evde pek hizmetçi bulundurulmadığından, ev halkından biri olarak, yapılacak işlerin hemen tamamına iştirak ediyor ve hanımlarına yardımcı oluyordu. Mesela: Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır; ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir, ortalığı süpürür, vs.14
Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi. Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.15
AKŞAM
Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergâhına durmayı, "Allahü Ekber" diyerek fani olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra "Evvâbin" adıyla bilinen 2-6 rekât namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.16
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez.
Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz âlimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabii sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risâlet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor,.. kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.
YATSI
Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Âdeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan, bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. Onu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergâh-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa,17 kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Günün her saatine dağılan duaları hakkında özel kitaplar yazılmıştır. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır:
"Allah Resulü her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir, onlara üfler, İhlâs, Felak ve Nas sûrelerini okur, sonra da başından başlayarak, vücudunda ulaşabildiği her yere elini sürer ve bunu üç defa tekrar ederdi."18
Elbette bu konuda başka tavsiye ve uygulamaları da bulunmaktadır. Mesela, Hz. Ali (ra) şunu rivayet etmektedir:
"Allah Resulü bana ve Fatıma'ya şu tavsiyede bulundu:
Yatağınıza girdiğinizde 33 defa 'Allahu Ekber', 33 defa 'sübhanellah', 33 defa (bir rivayette 34) 'elhamdulillah' deyin."
Hz. Ali o günden sonra bunu hiç terk etmediğini söyleyince, bir zat 'Sıffin günü de mi?' dedi, o 'Evet, o gün bile?' cevabını verdi."19
Yine önemli bir iş olmazsa gece pek dışarı çıkmazdı. Ancak bazı gecelerde dışarı çıktığına dair rivayetler de bulunmaktadır. Bir misal vermekle yetiniyoruz:
Bir gece Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e uğrayan Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir'in çok sessiz, Hz. Ömer'in ise sesli Kur'an okuduklarını görmüştü. Sabah onlarla karşılaştığında durumu aktararak Hz. Ebû Bekir'e sesini biraz yükseltmesini, Hz. Ömer'e de biraz alçaltmasını söylemişti.
Ebû Davud'un meşhur şerhlerinden olan "Bezlu'l-Mechud"da bu konu, tasavvufî bir edayla şöyle izah edilmektedir:
Hz. Ebû Bekir'e şühûd ve cemal hali galip olduğundan "duyurmak istediğim (Allah) duyuyor"; Hz. Ömer'e celâl ve heybet hali galip olduğundan, "uykusu derinleşmemiş olanları uyandırıyor ve gaflet getiren vesvesesiyle birlikte şeytanı kovuyorum." cevabını verdiler.
Hz. Ebû Bekir'in hali cem', Hz. Ömer'in hali ise fark idi. Ama en mükemmel hal, Hz. Peygamber'in hali olan cem'u'l-cem'dir. Hazık bir ruh ve kalp doktoru, yüce mertebelere ulaştırıcı şefkat ve merhamet timsali olan Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'e biraz sesini yükseltmesini emretti. Böylece, hem etrafta duyanlar yararlanmış olur, hem de ona galip olan ve masivayi yakıp yok eden tevhid halinden cem' ve şuhûd haline geçmiş olur, böylece vahdet eşyanın kesretini örtmemiş, yaratıklar da yaratana perde olmamış olur. Bu Efendimiz'in, ulaştırmakla görevli olduğu evliya-yı izamın mertebesidir.
Hz. Ömer'e de biraz sesini azaltmasını emretti. Böylece namaz kılıp Kur'an okuyan diğer kimselerin dikkati dağılmamış olacağı gibi, özürlerinden ötürü uyuyanlar da rahatsız edilmemiş olur. Ayrıca Hz. Peygamber bu ifadesiyle Hz. Ömer'e, biraz sessiz okuyarak, erbabı nazarında ibadetin tadı, itaatin özü olan münacatan mahrum kalmamasını da emretmiş ve mizacını ta'dil etmiş oluyordu.20
GECE
Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlatarak insan ruhunun Allah'ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla gece kılınacak teheccüd namazı, kabir gecesinde ve berzah karanlığında önümüzü ve evimizi aydınlatacak vazgeçilmez ışık kaynağımız olacaktır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günün son dilimi olan gecelerini de engin bir ibadetle geçirmekteydi. Tafsilatını ilgili eserlere havale ederek Hz. Aişe validemizin birbirini tamamlayan şu müşahedelerini nakletmek istiyoruz:
"Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kendisine, 'Ey Allah'ın Resulü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır (Fetih, 48/2). Buna rağmen ibadet konusunda niye kendini bu kadar zorluyorsun?' denilince, 'Ben Allah'ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?' cevabını verirdi."21
Tabiinin büyüklerinden Atâ b. Rebah bir gün Hz. Aişe'ye, "Allah Resulü'nün sizi hayrette bırakan bir halini bize anlatır mısınız?" diye istekte bulununca, Hz. Aişe, "O'nun hangi hali hayrette bırakmıyordu ki?" dedi ve ekledi: "Bir gece odama geldi. Benimle yatağıma girdi. Sonra 'Müsade edersen Rabb'ime kulluk edeyim...' dedi. Kalktı, abdestini yeniledi ve namaza durdu. Kıyamda öyle ağladı ki, gözyaşları göğsüne damlıyordu. Rükû'a varınca orada da uzun uzun ağladı. Secdede bu hal devam etti. Ağlaması, sabah namazı için haber vermeye gelen Hz. Bilal'in seslenmesine kadar sürdü.
"'Ya Resûlallah!' dedim, 'Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği halde niçin bu kadar ağlıyorsun?' Şöyle dedi: 'Şükr eden bir kul olmayayım mı? Hem nasıl ağlamayayım ki, bu gece Allah bana şu ayetleri inzal buyurdu:
'Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler:
"Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabbimiz, sen birini ateşe attın mı, onu perişan etmişsindir. Zalimlerin yardımcısı yoktur. Rabbimiz, biz 'Rabbinize iman edin!' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, iyilerle beraber canımızı al! Rabbimiz bize, elçilerine vaat ettiğini ver, kıyamet günü bizi yüzüstü bırakıp rezil etme. Zira Sen verdiğin sözden caymazsın.'" (Âl-i İmran, 3/190-194)
Sonra, 'Bu ayetleri okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenin vay haline,' dedi."22
Allah Resulü, teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.
NETİCE
Kâinatın Efendisinin günlük hayatı çok değişik yönleriyle ele alınabilir. Ancak ne şekilde ele alınırsa alınsın, her yönüyle bütün insanlığa ışık olacak uygulama, tanzim ve sözlerle karşılaşılacaktır. Günlük hayatın âdeta kâbusa dönüştüğü bir dönemde, Efendimiz'in günlük hayatını tetkik eden ve kendisine dersler çıkaranlara ne mutlu.
“İki şey vardır, insanların çoğu onun değerini bilmezler: Sıhhat ve boş vakit.”(Buhari, Rikak 1; Tirmizi, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15)
Hayata atılan bir kimsenin başarılı olmasında onun “zaman” anlayışının büyük önemi vardır. Zaman konusunda araştırma yapan sosyologlar, ileri ve geri memleketler arasında zaman kavramının farklı telakki edildiği müşahede edilmiştir. Onlara göre ileri memleketlerde işlerin, önceden, zamana göre tanzimi ve her işin, ona tahsis edilen zaman dilimi içinde yapılması şarttır. Takvime göre hareket, hayatın disipline edilmesi, insan ömrünün azami şekilde verimli kılınması demektir.
Farz namazların mühim gayelerinden biri, Müslüman kimseye, günlük zamanı taksim ve programlama alışkanlığı kazandırmaktadır. Kıyamu'l leyl (gece kalkışı)'e Kur'an-ı Kerim önem vermektedir. Büyük İslam medeniyetlerinin parlama dönemlerini hazırlayanların hayatında gece kalkışı önemli yer tutar. Kıyamu'l leyl Peygamber Efendimiz'e (asm) farzdı, fakat ümmetine nafiledir. Bu sünnet Kur'an-ı Kerim'in emridir.
“Rabbin adını sabah-akşam an (zikret). Geceleyin O'na secde et. O'nu geceleri uzun uzun tesbih et.” (İnsan, 76/26).
“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetinden dileyen kimse, inkâr eden kimse gibi olur mu?” (Zümer, 39/9).
Fakat daha sonra -sekiz ayda on yıl arasında değişen bir müddet sonra geldiği belirtilir- Kur'an-ı Kerim'de gece kalkışıyla alakalı hafifletmeler ifade edilmiştir. Hastalar, cihada çıkanlar gibi mazeretliler muaf tutulmuştur. Gece kalkılacak müddet enaz gecenin dörtte biri, en fazla dörtte üçü olarak belirtilmiştir. Bu farklılık gecenin uzunluğundan dolayıdır.
Kıyamu'l leyl öncelikle ibadet yani namaz ve tilavet-i Kur'an içindir. İlimle de meşgul olunabilir. Kıyamu'l leyli Kur'an-ı Kerim'de gece kelimesinin gündüz kelimesinden çok zikredilmesi ve bu emrin Pegamber Efendimiz (asm)'e peygamberliğinin ilk yıllarında verilmesi önemli kılmaktadır.
ZAMANLA İLGİLİ TELAKKİ VE TEDBİRLER
Vicdani tedbirleri almaya "telakki" diyoruz. İnsanın yaşadığının şuuruna erebilmesi için, ömrünün her gününü aynı tarzda geçirmemelidir. Bazı aylar, bazı saatler diğerlerine nazaran farklı olmalıdır. Dinimizdeki mübarek aylar ve günlerle bu sağlanmaktadır. Bu farklı değerdeki aylar, günler sayesinde insanda hasıl olabilecek monotonluk kırılmaktadır. Ahirete inanan, her gününden, her saatinden hesap vermenin endişesini vicdanının derinliklerinde duyan bir kimse için, zaman değerlendirmede mühim bir telakki, ömrünü içinde bulunduğu gün bilmesidir. Birçok fenalıkların kaynağı tül-i emel denilen uzun yaşama vehmi kabul edilmiştir.
İslam dini günlük zamanı üç ana maksada uygun olarak programa bağlamamızı emreder;
1. İbadet,
2. Rızkın kazanılması,
3. Hayatımızı murakabe ve tefekkür.
Her şey imanda düğümlenmektedir. Bu sebeple dinimiz, kuru iman ve tatbikatı olmayan ilme itibar etmemiştir. Tatbikatı olmayan ilme “faydasız ilim” demiştir.
Gençliğin daha sağlıklı, daha verimli kılınması için, zamanla ilgili bazı prensipler şunlardır:
1. Gençliğe zaman şuuru verilmelidir.
2. Yıllık, aylık, haftalık, günlük planlar yapma, bu planlara uyma.
3. Gecenin değerlendirilmesi ayrı bir mesele olarak ele alınmalı, uyku miktarı iyice öğretilmelidir.
4. Devlet, yaş safhalarına göre kazandırılması gereken telakki ve alışkanlıkları tesbit etmelidir.
5. Devlet ve ebeveyn gençlik devresi üzerinde dikkatle durmalı, problemleri tesbit edip ısrarla üzerine gitmelidir.
Dipnotlar:
1. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kerpiçten yapılmış, üzeri hurma dallarıyla örtülmüş basit, sade bir evde oturuyordu. Tabiînin büyüklerinden Hasan Basrî (110/728) demiştir ki; "Resûlullah'ın evi Emevî hükümdarlarından Abdülmelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle yıkılarak mescide ilhak edildi. Bu durumu gören insanlar ağlamaya başladılar." O gün yine tabiînin büyük âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb (94/713) şöyle dedi: "Vallahi arzu ederdim ki Resûlullah'ın evini olduğu hal üzere bıraksalar da Medine ahalisi neşveyâb olsalar ve Medine dışında olanlar da gelip Resûlullah'ın hayatında ne ile iktifa buyurduğunu görseler de zühd dersi alsalardı." Bak. Elmalılı, VI, 4453.
2. Buhârî, Ezân, 11, 13, Şehâdât, 11, Savm, 17; Müslim, Sıyâm, 36?39; Nesâî, Ezan, 9, 10.
3. Müslim, Mesacid, 286; Ebu Davud, Salât, 301.
4. Tirmizi, Vitr, 15.
5. Buharî, Teheccüd, 2, Fedailu's- Sahabe, 19; İbn Mace, Rü'ya, 10.
6. Müslim, Sıyam, 169.
7. Konuyla ilgili şöyle bir olay anlatılır: "Medine'de ağzı bozuk, şuna buna çatarak ağır ve kaba lâflar söyleyen bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Peygamber Efendimiz'in yanından geçerken Allah Resulü (s.a.s.) bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et yiyordu. Kadın: "Şu adama bakın. Bir köle gibi yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor" dedi. Peygamber Efendimiz: "Benden daha iyi bir köle var mı?" dedi. Kadın: "Kendisi yiyor da bana vermiyor" dedi. Peygamber Efendimiz: "Gel, sen de ye" buyurdu. Kadın: "Kendi elinle bana vermezsen yemem" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendi eliyle kadına verdiyse de kadın bu sefer: "Ağzındaki lokmayı çıkarıp bana vermezsen yemem" diyerek diretti. Peygamber Efendimiz de ağzındaki lokmayı çıkarıp kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına attı. Kadın o günden sonra çok hayâlı oldu, hiç kimseye kötü söz söylemedi, Medine'nin en iffetli ve hayâlı kadınlarından birisi oldu." Taberani, Mu'cemu'l-Kebir, 8 / 200, 231.
8. İbn Mace, Sıyam, 22.
9. Buharî, İsti'zan, 41.
10. Buharî, İsti'zan, 16; Müslim, Cuma, 30.
11. Maverdî, Edebu'd- Dünya Ve'd- Din, 343.
12. Buharî, İlim, 12.
13. Buhari, Mevakitü's-Salât, 555.
14. Buharî, İsitzan, 15; Müslim, Selam, 15; Müsned, VI, 256; Kadı İyaz, Şifa, I, 131.
15. Müslim, Rada, 46; Aynî, Umdetü'l-Kâri, 20/244. Bu ikramlardan birinin meşhur ila hadisesine sebep olduğu da bilinmektedir.
16. İbn Kesîr, Tefsîr; V, 64, 65; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, s. 74.
17. O, önemli olaylardan biri şu şekilde aktarılmaktadır: Evs b. Huzeyfe'nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber, Medine'ye gelen bir heyete her gece yatsıdan sonra sohbet ederdi. Fakat bir gece gecikti. Nedeni sorulunca, "Bugün Kur'ân'dan okuma itiyadında olduğum hizbimi okumamıştım. Onu bitirmeden gelmek istemedim" buyurmuştu. Ebû Davut, Ramazan, 9; İbn Mace, İkame, 178; İbn Kesir, el-Bidaye, V, 32.
18. Buharî, Fedailu'l-Kur'ân, 14, Tirmizî, Dua, 21.
19. Müslim, Zikir, 80.
20. Seharenfurî, Bezlu'l-Mechûd, VII, 89.
21. Buharî, Teheccüd, 6; Müslim, Münafikîn, 78?79; Tirmizî, Salât, 187.
22. İbn Hibban'ın Sahih'inden naklen, Leknevî, İkametu'l- Hücce, 112. Sorularla İslamiyet