Bunun için Allah(c.c)’a ne kadar şükredersek azdır. Ama her nimetin bir külfeti olur kaidesince bu nimetin de bir külfeti olacak elbet. Ama bu nimet, uğrunda çekilecek tüm külfetlere değer. Velev ki bu külfet canımız olsa bile.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Madem bu, o kadar şerefli bir davadır ve bu dava mensupları Allah(c.c)’ın kendi kitabında “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Al-î İmran / 110) övgüsüne mazhar olmuş ve Allah (CC)’nun onlar için kimsenin görmediği, duymadığı, aklından dahi geçiremediği nimetler hazırlamış olduğu kimselerdir. O halde bu kutlu davaya hizmetten bizi alıkoyan nedir? Cennete girmek, Allah’ın rızasına nail olmak, Peygamberlere şehitlere, sıddıklara komşu olmak; en önemlisi ateşe odun olmaktan kurtulmak gibi bir mükâfatı olan bu davaya insanların hizmet için koşması, yarışması, bunu her sıkıntıya, açlığa susuzluğa, eziyete, mihnete rağmen yapmaları gerekmez miydi? Bu soruya bir İslam âliminin verdiği cevap başka söze hacet bırakmıyor.

“İnsanları çalışmaktan alıkoyan onları zillete sürükleyen acaba nedir? Olayları sebeplere bağlayıp gerçekleri görmek istersek karşımızda bütün hastalıkların başı ve tüm zaaflarımızın yegâne kaynağı olan şu hastalığı görürüz: ‘korkaklık’.
Memleketleri kökünden sarsan, yapılarını çökerten işte bu korkaklıktır. Halkların birbirleriyle ilişkilerini kopartan, düzenlerini bozan budur. Kralların azimlerini yıkan, tahtlarını deviren odur. Ulemanın kalplerini zayıflatan, seslerini kısan, iyilik isteyenlere kapıları kapatan, hidayet kaynaklarını arayanlardan saklayan, benliklere zillete tahammülü kolaylaştıran, aşağılığın getireceği kötü durumları onlara hafif gösteren, köleliğin ağır yükünü azaltan, işte bu korkaklıktır. O, insana ihaneti sabırla karşılamayı, istemediği şeyin önünde ezik düşmeyi telkin edip kanı çekilmiş sırtları daha ağır zorlukları yüklenmeye hazırlar. Korkaklar bunun farkına varmayıp şecaat ve cesaret arz ettiklerini zannederler. Korkaklık insana kanlı ölüme yaklaşmayı engelleyen bir utanç elbisesini giydirir. Hâlbuki temiz ruhlarda bu, yüce ve büyük bir davranıştır. Korkak kimse aşağılığın getirdiği zorlukları kolay, yoksulluğun yol açtığı sıkıntıları refah zanneder.


Korkaklık nedir? İnsanın durumuna uygun olmayan bir engele karşı direnme gücünü zayıflatan bir duygudur. O, ruh hastalıklarından biridir. Allah’ın tabii hayatın esaslarından biri kıldığı varlığı koruma gücünü giderir. Çok çeşitleri vardır. Ancak özüne bakılırsa hepsinin ölüm korkusuna döndüğünü görürüz. Kuşkusuz ölüm, herkesin tadacağı ve varacağı bir olgudur. Ölümün bilinen bir saati veya yeri yoktur. Doğuştan sonra insan, her an için ölümle karşı karşıyadır. Zamanını Allah’tan başka kimse bilmez. “Kişi yarın ne yapacağını ve nerede öleceğini bilemez.” Ölüm korkusu öyle bir dereceye varır ki bu öldürücü hastalık insanı mutlaka sondan gaflete düşürerek Allah’ın insan için hazırladığı dünya ve ahiret saadetini görmesini engeller. Oysa insan, kendisi için yaratılan yetenekleri ve güçleri kullansa durum daha değişik olur. Evet, insan kendinden gaflete düşerek Allah’ın hayatı koruyucu olarak yarattığı şecaat ve cesaretin, ölüm nedeni olduğunu zanneder. Cahil, her adımda helak olacağını ve kendisini bir tehlikenin beklediğini kuruntular. Hâlbuki önündeki insani olaylara bir defa baksa ve yücelik uğruna çalışanların elde ettikleri başarıları, yollarının üzerlerinde hafifleştirdikleri zorlukları görse, tüm bu endişelerinin aslında kuruntu ve boş şeyler olduğunu anlayacaktır. Bunlar, şeytanın vesveseleri, Allah yolundan çevirmek için hileleri ve iyiliklere ulaşmayı engellemek için tuzaklarıdır.

Korkaklık, zamanın şartları ve zorluklarının, insanı aldatmak için hazırladığı bir hiledir. O, halkları sindirir. Korkaklık şeytanın; Allah’ın kullarını avlamak ve onları O’nun yolundan çevirmek için kullandığı bir ağıdır. O, her rezaletin nedenidir. Sevilmeyen huyların, yokluğun, fesadın ve küfrün yayıcısı; mikrobu ve çağrıcısıdır. Cemaatleri dağıtıp ilişkileri koparır, orduları hezimete uğratıp bayrakları indirir; sultanları yücelikten alçaklığa düşürür. Hainleri savaş esnasında hıyanete sevk eden korkudan başka nedir? Alçakların ellerini rüşvet pisliğine dokunmaya iten korkudan başka nedir? Yalan, nifak ve sair insan hayatını ifsat eden hastalıkların yegâne kaynağı korkaklıktır. Korkaklık, karakter sahibi bir insanın üzerindeki utanç lekesidir. Hele Allah(c.c)’a, Resulüne, ahiret gününe inanıp çalışmalarının sonucu olarak sevap elde edeceklerini ümit eden mü’minler için böyle bir leke çok daha büyük olacaktır.

Müslümanlar dini temellerinin gerektirdiği çerçevede, insanlığın bu aşağılık sıfattan en uzak olan kesimini oluşturmalıdır. Zira korkaklık, Allah’ın hoşnutluğunu elde etme yolunda yapılacak çalışmaların en büyük engelidir. Oysa Müslümanlar, O’nun hoşnutluğundan başka bir şey ummazlar. Kur’an’ı okuyanlar, Allah-u Teâlâ’nın ölüm sevgisini iman alameti olarak gösterdiğini idrak edeceklerdir. O, inat edenlerin kalplerini ölümle sınamış ve kâfirleri zemmederken şöyle buyurmuştur:
“Kendilerine, ‘Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin’ denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha çok korkarlar ve ‘Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?’ derler...” (Nisa / 77)
Hakkın yolunda ileri atılmak, mallarını ve canlarını O’nun sözünü yükseltmek için harcamak gerçek mü’minlerin özelliklerindendir. Kur’an-ı Kerim’de namazın kılınması, zekâtın verilmesi ve yasaklardan kaçınılmasıyla yetinilmemiş ve bunları mü’min, kâfir, münafık herkesin yapabileceği ifade edilerek gösterilmiştir. Daha da öte, bu esasın yokluğu durumunda diğerleri değerlendirilmeyecek birer unsur olarak sayılmıştır.

Mü’min, ecelin Allah’ın elinde olduğunu ve dilediği şekilde üzerinde tasarruf yapabileceğini, cihat gibi görevleri edada göstereceği gevşekliğin ecelinde bir uzatmaya gitmeyeceğini, Allah yolunda öne atılmanın ömrünü asla kısaltmayacağını bilen kişidir. Mü’min kendisi için şu iki güzel şeyden birini bekler: Ya izzet içinde yaşamayı ya da Allah’a yakın bir şekilde mutluca ölmeyi. Bu durumda ruhu semanın en yüksek katlarına yükselecek ve orada mukarrebun melekleriyle buluşacaktır.


Bir gün İslam ümmetinin dünya zaferini tekrar elde edeceğine, mü’minlerin geçmişlerinden miras aldıkları varlıkla ve kalplerindeki inanç eserleriyle az bir uyarı ve hatırlatma sonucunda aslanlar gibi ayağa kalkacaklarına, yitirdiklerini geri alıp var olanı koruyacaklarına ve Allah katında büyük bir makam elde edeceklerine inanıyoruz. Hiç şüphesiz bu makamı elde edebilmek, dünyevi makamları bu makam için terk edebilmek ve o makama ulaşabilmek için korkmadan imanın verdiği cesaretle hareket edebilmekle mümkündür.