Bismillahirrahmanirrahim!

İhlas Risalesini ele aldığımız 3 bölümlük yazı dizisinden sonra Üstâd gibi bir ihlas kahramanını ele alma iştiyakı doğdu. Biraz düşünüp taşındıktan ve nihayetinde takvimlerin vefat yıl dönümüne tevafukuna rastladıktan sonra kararımı verdim. Eğer ki ihlas anlatılacak, samimiyet ve hakkaniyet konuşulacak, Hakk’ın rızası âlî tutulacak ve bu bir kişide tecessüm edecekse, o, Üstad’ın Dar-ul Hikmet-il İslamiye’deki arkadaşı, İslam’ı doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alıp, asrın idrakine sunan İstiklal Şairi Mehmet Akif’ten başkası olamazdı.

Herkes gibi onu, İstiklal Marşı’yla tanıdım. Evimizdeki Safahat kitabına göz gezdirişimse çok küçük yaşlardan başladı. Lise yıllarında yollarda bir lügate, bir Safahat’a bakardım. Belki de Safahat’tan ve Risalelerden gelmedir, meramımı kadim kelimelerle anlatışımın sebebi. Edebiyat hocamın gönülden gelerek gönüllerimize ektiği o tohumdan mıdır bilinmez, Akif’e olan sevgim, iştiyaka ve ila nihaye aşka evrildi. Kâfiyesine, veznine, meramına, anlatışına, bakış açısına vurulduğum şairdir kendisi. Onun edebi kişiliğine, mücadeleci tavrına, şaşmak bilmez adalet arayışına, yöneticiler değişse de değiştirmediği hakkaniyetli kişiliğine, hiçbir zaman taviz vermediği hürriyet mizacına, vatan sevgisine, millet sevdasına, içli ve sızılı kalbine, gönülleri ayağa kaldıran hitabetine, İslam’ın anlaşılması yönünde sergilediği yenilikçi ve Kur’an eksenli yaklaşımına, Âsım’ın Nesli ekseninde kurduğu gelecek tasavvuruna, sanatı toplumun şuurlanması için kullanmasına, ihlasına, samimiyetine bakınca ne denli girift bir bilmece ve büyük bir hazine olduğunu, onu okudukça anlayabiliyor insan.

Üstte serdettiğimiz bu güzel hasletlerin nazarlara aksedişi de çok farklıdır. Akif’i birçok cenah farklı farklı özellikleriyle ve farklı bakış açılarıyla tanır.  Bunda, onun çok yönlü kişiliğinin de payını es geçememek gerektir. Her ne kadar geniş bir daireye nüfûz etse de onu niteleyebileceğimiz en güzel vasıf, İman Abidesi Bir Şair olurdu. Bugünkü yazımızda bu sloganı kitabına isim yapan İbrahim Dağılma Hocanın eserinden esinlenerek Akif’in fikir, sanat ve mücadele hayatının neşv-ü nema bulduğu kuşatıcı ikliminden kâm almaya çalışacağız. Rabbim istifadeyi ve isabeti nasip etsin.   

Akif’in çocukluğunda babası Tahir Efendi’den aldığı dini ilimler, İslamî şahsiyetinin inşasında bir temel olmuş ve mihenk noktasının İslam olmasını sağlamıştır. Muhitinin entelektüel oluşundan ve kabiliyetinden dolayı çok küçük yaşlarda Arapça, Farsça ve Fransızcayı ana dili gibi konuşabiliyor, edebi eserlerini tetkik edebiliyordu. Bu, ileride yurtdışı gezilerinde çok işine yarayacak bir hasletti. Aynı zamanda sanatındaki çok yönlülüğüne ve dili etkili kullanmasına da vesile olacaktı. Babasının vefatından sonra yoksulluğu iliklerine kadar hissetmesi, hisli ve diğerkâm bir şahsiyetin oluşmasını sağlamış. İleriki aşamalarda İstiklal Marşı ödülü gibi zenginlik fırsatını elinin tersiyle itmiş, i’sar ruhunun yansıması olarak Dar-ul Mesai Vakfı’na bağışlamıştır. Çok zengin olduğundan da değil. Bir bankta oturup tefekküre daldığı o meşhur fotoğrafında da yırtık bir ayakkabı, eski bir ceketle görürüz onu. Palto mu? Kış günü bir yolda kalmışa verilmiş.

Osmanlı’nın son yılları… Çözülmenin ve çürümenin had safhaya ulaştığı bir evrede her kesimin kendine has bir kurtuluş reçetesi vardır. Akif’in düşüncesi ise İslam birliğidir. Farklı kulvarlarda ama İslam birliği gayesiyle hareket eden Sultan Abdulhamid Han’ın yönetimini tasvip ettiği söylenemez. Yıldız’la hiçbir zaman yıldızı barışmamıştır. Yönetimdeki (mecburi) sıkılıktan dolayı muhalif kanatta yer bulur kendine. Bu sebeple İttihat ve Terakki’yle çalışmak durumunda kalır. Aslında o dönem münevverlerinin çoğunun durumu üç aşağı beş yukarı böyledir. Ancak orada da klas bir duruşu vardır Akif’in. Onların koşulsuz itaat şartını kabul etmez. Bir istibdattan diğer bir istibdatı seçmek durumunda kalacağı vakit ikisini de reddetme tavrını  “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” şiirindeki manifestosuyla izhar eder. Dünün veya çıkarının hatırına yanlışa yanlış deme tavrında da taviz vermemiş, bundan dolayı nice baskılara ve dahi sürgüne de göğüs germiştir.  Bunun ceremesini İT yönetiminde de, Cumhuriyet yönetiminde de çekmiş, “kuru fasulye aşına razı olduktan sonra kimseden korkmam” diyebilecek denli tavrını koymuştur. “Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum/kesilir belki fakat, kesmeye gelmez boynum” duruşunu kaim etmiştir her daim. Bu sebeple her devrin istenmeyen adamıdır. Çünkü Akif’in  maksadı, Hakk’ın hatrı ve milletin selameti ve menfaatidir. Arkadaşı Bediüzzaman gibi nice cefaya katlanmış, göğüs germiştir.

Akif, Mondros Mütarekesi’nin akabinde memleketin istiklali için Dar-ul Hikmet-il İslamiye’deki görevinden ayrılıp hemen Anadolu’ya geçmiş ve orada halkı harekete geçirecek hutbeler irad etmiştir. Hele hele Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki hutbesi, sinesinde taşıdığı kor ateşi, milletin bağrına atmasına ve Anadolu’nun küffara ateş ocağı olmasına vesile olmuştur. Bu yönüyle Akif’e Kurtuluş Savaşı’nın manevi babasıdır desek, yeridir. Memleketi işgalden kurtarmak için tutunulacak yegane ipin İslam olduğu bilinciyle ve Osmanlı iradesini reddetmeyerek hareket etmiştir. O ruhla cuma namazından sonra meclis dualarla açıldı, bu sebeple meclisin önemli bir yekunu İslami bilinci ikame edenlerden oluşuyordu. Bazıları bunu asıl gayeleri için sıçrama tahtası olarak görse de, Akif bunu tüm hücreleriyle yaşadı ve yaşattı. Verdiği vaazların her biri, sanki İstiklal Marşı’nın kilometre taşlarını döşer gibiydi. Yazar, Akif ve arkadaşlarının bu direniş ruhunun sadece ülkemizle sınırlı kalmayarak Cezayir’de Emir Abdulkadirlerin, Libya’da Ömer Muhtarların, Filistin’de İzzettin el Kassamların yetişmesine, emperyalizme karşı kıyam sancağını dalga dalga yayılmasına vesile olduğunu söylüyor. El hak doğrudur.

Ve İstiklal Marşı… Yazılışına zemin hazırlayan  ortamdan, Akif’in o şiri yazarkenki ruhuna, aşamalarına değin ayrı bir destan olan İstiklal Marşı… Samimi ve halis niyet demiştik ya... İşte o niyetin millette tecessüm etmesiyle nasıl ki imkanların yokluğuna rağmen Allah’ın yardımıyla başarı gelmişse; Akif’in samimi ve halis niyetinin, vatan sevgisiyle dolup taşan coşkun sadrının, satırlarından akmış halidir İstiklal Marşı. Memleketin içler acısı haline karşılık yakılan ümit ateşi, müellifi tarafından dahi bir daha yazılamayacak denli büyük eser…

Dilerseniz gelecek yazımızda oradan hareket ederek Akif’in geri kalan yaşamına, İslam mefkuresine ve şiirinin niteliğine dair yazarın tahlillerine değinelim.

Mehmet Akif Ersoy’un ruhuna ve aziz hatırasına rahmet ve minnetle…

Selam ve dua ile…

Abdullah AYYILDIZ