Mehmet Sait Özcan / DOĞRUHABER
Bugün Afganistan’a gelişimizin üzerinden 18 gün geçmiş. Çok yoğun bir görüşme trafiği yaşadığımız için günlerin nasıl böyle çabuk geçtiğini anlayamadık bile. Artık Türkiye’ye dönme hesapları yapıyoruz. Kabil’den direk İstanbul’a uçuş olmadığı için Pakistan, İran veya Özbekistan üzerinden Türkiye’ye dönme seçeneklerini yokluyoruz.
Bir yandan biletlerimizi ayarlamaya uğraşırken diğer yandan görüşmelerimiz de sürüyor. Birazdan Ömeriye Medresesine gideceğiz, orada gerek Kur’an eğitimi ve gerekse hafızlık eğitimi alan 300 öğrenci bulunuyor. Kabil’in eski sokak ve caddelerinden bir bir geçerek ilerliyoruz. Devlet kurumları, özel firmaların bulunduğu binalar ve üst düzey kişiliklerin evleri de olmak üzere yüksek kalın duvarlar, üstleri dikenli teller ve kapıda uzun namlulu korumalar... Şehrin her tarafında, o kadar yoğunluklu ki dünyada böyle bir başkent daha var mı diye düşünüyorum. Yaklaşık yarım saat yol gittikten sonra varıyoruz medreseye. Merkezi bir yerde, alt katı ve cami bölümü faal olan 4-5 katlı inşaatı süren binanın kapısından içeriye giriyoruz.
Avluda uzun namlulu silahlı iki koruma var. Bizi medresenin müderrisi Muhammed Server Ömeri’nin odasına götürüyorlar. Ömeri, 35 yaşlarında genç ama birikimli bir hoca. Tanışıp hal hatır faslından sonra medresede yaptıkları çalışmaları dinliyoruz. 5-15 Yaş aralığında yaklaşık 300 öğrencileri olduğunu anlatan Ömeri, bunlardan 130’nun yatılı olduğunu gerisinin ise evlerine gidip geldiklerini belirtiyor. Ömeri, çocukların 12 yıl süren eğitim süreçlerinde Kur’an hafızlığı, Hadis, Tefsir, Akaid gibi ilimler öğreterek icaze verdiklerini ifade ediyor. Odada Ömeri’nin yanı sıra iki müdderis daha var. Ömeri, odada bulunan ve çay getiren bir genci de göstererek ilmi öğrenimini tamamlamaya uğraşırken ayrıca İngilizce dilini öğrendiğini belirterek isteyenin farklı dilleri de öğrenebildiğini söylüyor. Derken odaya 4-5 yaşlarında bir çocuk giriyor, adı; Muhammed Ammar, Müdderis Ömeri’nin oğluymuş. Ona ‘haydi Ammar, Kur’an oku diyorlar, o da hiç istifini bozmadan bir büyük edasıyla başlıyor Müddessir Suresinden ilk on ayeti tecvidle okumaya. 4-5 yaş aralığında ve böylesi tertiple ezberle okuması bende bir kez daha ‘demek ki her şey insanın ne yapmak istediğiyle alakalı olarak kendi kafasında oluşturduğu kalıplar sonucu şekillenebiliyor’ diye bir iç düşünsele sevk ediyor. Yani çocukların eğitimi aslında 6 yaşında anaokulunda resimler çizerek ve 7 yaşında okula başlayarak değil, 3-4 yaşından itibaren Kur’an eğitimi ve akabinde okuma yazma ve anlama noktasında iyi bir eğitimle başlayarak 12 yıllık temel dini ve beşeri ilimler eğitimi sonrası çocuğun istek ve yeteneğine göre sınavsız bir dört yıllık tıp, hukuk, eğitim, mühendislik veya farklı branş dallarında yetiştirilerek memlekete ve insanlığa faydalı bireyler yetiştirilebilir.
KUR’AN’LA HEMHAL OLMAK, İSLAMİ VE İNSANİ BİLİNCİ YÜKSEK TUTUYOR
Müdderis Ömeri’yle medreseyi dolaşıyoruz. Her yaş grubuna göre ayrı ayrı sınıflar oluşturulmuş. Her sınıftan yüksek sesle okuma yapan Kur’an bülbülleri ezberlerini yapıyor, başlarında hocaları var tek tek ilgileniyor.
Medrese geleneği Afganistan’ın her tarafında yaygın. Buralarda medreseden geçmemiş, Kur’an eğitimi almamış çocuk neredeyse yok. Yaşadıkları büyük işgale ve onca sıkıntıya rağmen bu güzel geleneklerini aksatmamışlar. Böylesi güzel ortamı birçok cami ve özel medreselerde görmek mümkün. Açıkçası günde beş vakit namazla yoğrulmak, Kur’an’la hemhal olmak, İslami ve insani bilinci yüksek tutmakla birlikte zihni ve vücudu da zinde tutuyor.
***
Medreseden, Hac ve Evkaf Bakanlığına geçeceğiz. Bakan yardımcısı Mevlevi Hamid ile görüşeceğiz. Bakanlığa müdderis Ömeri ve silahlı korumalar eşliğinde gidiyoruz. Hac ve Evkaf Bakanlığına ait yüksek korunaklı bir yerleşkeden içeriye giriyoruz araçlarla. Bizi bakan yardımcısının bulunduğu geniş bir odaya alıyorlar. İçeride bayağı da misafir var. Selam verip oturuyor ve tanışıyoruz. Müsaitlerse röportaj yapmak istediğimizi belirtiyoruz. Tabi diyor ama önce namazımızı kılalım sonra yapalım diyor bakan yardımcısı Mevlevi Hamid. Kendisi önde diğer misafirler ve biz arkada cemaatle ikindi namazımızı kılıyoruz. Namazdan hemen sonra röpotaja geçiyoruz, merak ettiğim soruları yöneltiyorum. İşgali ve şu anki gidişatı yorumlamasını, bakanlık olarak yaptıkları çalışmaları ve işgal sürecinden dolayı eksik kalan cami çalışmalarının olup olmadığı gibi devam eden sorular yöneltiyorum. Bakan yardımcısı Mevlevi Hamid, yumuşak üslubuyla sorularıma tek tek cevap veriyor. Röportaj bittikten sonra meyve ikram ediyorlar. Biraz da havadan sudan sohbet sonrası müsaade istiyoruz. Bizimle gelen Müdderis Ömeri’yle birlikte bakanlıktan çıkıp ondan da hatır isteyerek bizi aracıyla bekleyen mihmandarımızın oğlu Bereketullah ile birlikte kaldığımız otele doğru yol alıyoruz. Bereketullah 19 yaşında, Kur’an hafızı. Üniversiteyi Hindistan’da okuyor. Şuan Kabil’den çıkamıyor ancak vizeler verilir verilmez Hindistan’a, okuluna gidecek. Otelimize yakın bulunan yeni şehir parkına vardığımızda Berekutullah’a bizi burada bırakmasını söylüyoruz.
***
MÜSLÜMAN ÜLKE YÖNETİCİLERİNİN UTANÇ VESİKASI
Parkta bez çadırlarda kalan muhacirler var. Göç Bakanlığı, peyder pey onları memleketlerine gönderiyor. Parkın yanından geçerken çadırlarda kalan çocuk ve gençlerle karşılaşıyoruz. Kendileriyle ayaküstü sohbet ediyoruz. İçlerinden 11 yaşında olan Kunduzlu bir çocuğun büyüyünce ne olmak istersin sorumuza ‘Taliban askeri’ cevabı, bizi ve diğer çocukları güldürüyor. Ancak 19 yaşındaki Kunduzlu Mahir adlı genç ise yüreğimizi yangın yerine çeviriyor. Mahir’e geleceğini nasıl görüyorsun sorumuza ‘geleceğimi göremiyorum ama akşam başımızı sokabilecek bir evimiz olduğunda(çadırda kalıyorlar) beş kişilik aileme beş ekmek götürmek istiyorum.’ Bu cevabın, Mahir ve ailesini ve onlar gibi milyonlarca Afgan halkını yerinden eden, fakirleştiren, ekmeğe muhtaç hale getiren başta Amerika olmak üzere batılı tüm devletleri yöneten yöneticilerin yüzüne bir tokat gibi gelmesini istiyorum. Ve sistemlerini batıya endeksli tutup batının estireceği havaya göre hareket eden, politika üreten Müslüman ülkelerin Müslüman yöneticilerine de bir utanç vesikası olsun.
***
‘BİZE DAYATILAN SAVAŞTAN DOLAYI YIKILMIŞ ÜLKEME HOŞ GELDİNİZ’
Akşam ki misafirimiz Şér Ahmet Hanifi. Bir üniversitede ders veriyor, ayrıca bir camide vaaz veriyor, iyi de bir alim. Kendisi Hizb-i İslami saflarında işgalcilere karşı fiili cihadını vermiş. Daha 12 yaşındayken esir edilerek zindanlarda beden çürütmüş, hayatı acıyla yoğrulmuş mümtaz bir şahsiyet. Kabil’de olduğumuz günler içerisinde bizi yalnız bırakmayan birkaç isimden biri. Kendisiyle de bir söyleşi gerçekleştirdik. Şér Ahmed Hanif’in söze başlarkan ‘Bize dayatılan savaştan dolayı yıkılmış ülkeme hoş geldiniz’ cümlesi bile tek başına aslında, ülkenin bu naif insanlarının doğdukları günden bugüne yaşadıkları zulümlerin ve bu zulme boyun eğmeyerek özgürlüklerine kavuşana dek verdikleri mücadeleyi anlatmaya yetiyordu. Bir dönem Mücahitlerin adını kötüye çıkaranların geçmişte Taliban’ın medyaya sahip olmasını istemediklerini anlatan Şér Hanifi, Taliban’ın önemsiz detaylara takılmasını sağlayarak medyayı Taliban’ın eliyle kapattırdıklarını ifade etti. Şér Hanifi, Taliban’ın o dönemde “televizyon haramdır, radyo haramdır, medya haramdır” diyerek her şeye el koyduğunu belirterek bu yaptıklarının sonucunda, görevde oldukları 6 yılda halka yönelik bir İslami eğitim veremediklerini dile getirdi. Ancak şuan geçmişte yapılan hataların farkında olup aynı hatalara düşmemeye gayret ederek kendini geliştiren bir Taliban hareketinin İslam Emirliği’ni yönetebilecek kabiliyette olduklarını ifade ediyor.
Biz de öyle temenni ediyoruz ki Müslümanların okuyup kendilerini geliştireceği ve farklı etnik veya mezhebin, kardeşlik hukukunu zedeleyecek bir sebep olmaktan çıktığı bir dünyada birlikte hareket ederek dünyaya adalet dağıtan ve batıla korku verecek güce kavuşan bir ümmet ortaya çıkarmasını Allah’tan diliyoruz.
***
KABİL HAVALANINDAKİ SIKI TEDBİRLER
Ertesi sabah namazdan sonra bir saat kadar uyuduktan sonra kalkıp hazırlıklara başlıyorum. Bugün Afganistan’dan ayrılıyorum. Normalde Bekir hocayla çıkacağız ancak bilet aldıktan sonra Bekir hocanın pasaport işlemlerinde çıkan sorun nedeniyle ben önce İran-Meşhed’e, Meşhed’den de bir gün sonra İstanbul’a uçacağım. Bekir hoca da daha önce geldiğimiz güzergah olan Mezarı Şerif, Tirmiz, Taşkent’ten sonra İstanbul’a geçecek. Halbuki Kabil havalimanı dış uçuşlara hazır, direk Kabil-İstanbul olabilirdi ancak Türkiye’nin hâla Afganistan’ın yeni yönetimini tanıma politikasını geciktirmesi ve THY’nin de buna paralel olarak uçuşları askıya almış olmasından dolayı böyle dolambaçlı bir yol izleyerek İstanbul’a döneceğiz maalesef. Bekir hocayla vedalaşıp aşağıda beni bekleyen Nimetullah Hocanın oğlu Bereketullah’la havaalanının yolunu tutuyoruz. Havaalanına girişte başlayan sıkı güvenlik kontrolü içeride de devam ediyor. Normalde bilet alırken 12.45 olan uçağın kalkış saati için 09.00’da havaalanında ol diye tembihte bulunuyorlar. Öncesinde çok anlam veremediğim bu kadar erken gelmem gerektiği durumunu sıkı arama ve kontroller sonrası yeni anlamaya başlıyorum.
Bilet gişesinden uçağa biniş biletini almış pasaport onaylama işlemindeyim. Görevli polis vize nerede diye soruyor bense vize yok, ben böyle geldim Afganistan’a, şimdi de yine aynı şekilde çıkış yapacağım diyorum. Hayır, olmaz vize olmalı yoksa geçemezsin diyor. Yetkili birime götürüyorlar beni. Havaalanı pasaport işlerinden sorumlu müdür Afganistan’a nasıl vizesiz girdin diye soruyor. Özbekistan sınırından pasaportu gösterip geçtik diyorum. Böyle giremezsiniz, diyelim ki girdiniz bu şekilde vizesiz çıkamazsınız diyor. Batur beyi arıyorum büyükelçilikten, durumu izah edince o da evet vize olmalı diyor. Ama sizi ziyaret ettiğimde bu durumu belirtmediniz diyorum, evet diyor o zaman öyleydi ama sistem yavaş yavaş işleyince gereklilikler hatırlanıyor. Pasaport işleri müdürüne İslam Emirliği Sözcüsü Zabihullah Mücahid’in imzasını taşıyan ‘Afganistan sınırlarında haber yapabilir’ izin kağıdını gösterince biraz yumuşuyor, bir yerleri arıyor ve ‘tamam geçebilirsin’ diyor. Ve böylelikle sorun halloluyor. Bekleme salonuna geçip bir saat kadar bekledikten sonra uçağa alınıyoruz. Uçak havalandıktan bir buçuk saat sonra Meşhed havaalanına iniyor. Uçaktan indiğimiz gibi tüm yolcuları genişçe bir salona alıyorlar. Sağlık personelinin hızlı bir şekilde dağıttığı koronavirüs test aparatları ve işlem sonrası beş dakikada negatifle sonuçlanan koronavirüs testinden sonra bir saat kadar da çantamı bekliyorum. Normalde bir gün öncesinde Kabil’de özel bir klinikte PCR testi de yaptırmış olmama rağmen tekrardan bu korona testi ikinci bir eziyet oluyor ama ne yapalım her ülkenin kendine göre bir kuralı var.
***
Afganistan’a girişimizden çıkışıma kadar neredeyse hiç kimsenin maske takmadığı ve koronavirüsün olduğuna dair ne bir hasta istatistiği ne de ölümlerden haber verildiğini unutmuşken Afganistan’dan çıkıp İran’a indiğimiz gibi böyle bir tablo karşısında kısa bir şok yaşamamak da elde değil tabi. Neyse Afganistan öncesi hayata geri dönüyoruz galiba, maske ağızdan düşmüyor. İstanbul’a direk uçuş bulamadığım için bir gün Meşhed’de kalacağım. Havaalanı içerisinde peşime takılan, sonradan korsan taksi işlettiğini öğrendiğim bir taksicinin sim kart ve taksi ihtiyacıma cevap veren ısrarına dayanamayıp beni şehir merkezine götürmesini belirtiyorum. Taksiyle Meşhed’in merkezinde bulunan İmam Rıza’nın türbesinin bulunduğu ve otellerin de yoğunluklu olduğu bir yerde bırakıyor beni. İlkin bir otel bulmam lazım, çünkü giysilerimin yanı sıra kamera, tripod, fotoğraf makinesi, laptop bilgisayar taşıyorum. Ancak öyle bir kalabalık var ki sanki bütün İran halkı buraya toplanmış. Meğer İmam Ali er-Rızâ’nın vefat yıldönümü..
BİZİ BİRBİRİMİZE BAĞLAYACAK ÇOK BÜYÜK NEDENLERİMİZ VAR
Şehir merkezinde bulunan irili ufaklı yüze yakın oteli yaklaşık 6 saat boyunca sırtımda ve ellerimde taşıdığım yükle tek tek dolaşıyorum ama nafile boş oda yok. Tabi hem otel arıyorum hem de caddelerde İmam Rıza’nın türbesine doğru yapılan yürüyüşlerde çeşitli etkinliklere de katılıp çekimler yapmaktan geri durmuyorum. Bir ara bir vesileyle tanıştığım ve otel bulmama da yardımcı olan(Farsça bilmiyorum ama Kürtçe Türkçe kelimeler çok, anlaşıyorum) ‘İmam Rıza’ etkinliğinde görevli olan Muhammed Ali adında bir Meşhed’linin ilk sorusu dikkatimden kaçmıyor; Şii, Sünni? Sünni diye cevaplıyorum, olsun diyor ve ekliyor ‘önemli olan Müslüman olmamız.’ Ama o olsun kelimesi, ‘Keşke Şii Müslüman olsaydın daha iyiydi’ şeklinde hissettiriyor bana. Benim iç geçirdiğim keşkem ise; ne olurdu da bu kavramlara takılmasaydık.. Günümüz Müslüman toplumunu tökezleten en büyük sorunlarından biri de bu değil miydi? Oysa bizi birbirimize bağlayacak çok büyük nedenlerimiz yokmuydu, elbette var; Allah’ın(C.C.) Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in(S.A.V.) Sünneti. Bu iki emanete sahip çıkıp gereğini yapmamızla kardeş olduğumuzu ve birlikte yol yürüyebileceğimizi anlamamız zor olmayacaktır. Ertesi gün otelden çıkıp biraz dolaştıktan sonra havaalanına gitmek için bir taksiye biniyorum. Şoför, yabancı olduğumu ve farsça konuşamadığımı görünce ilk soru olarak ‘Müslüman?..’ diye sorunca; gayriihtiyari dün akşam karşılaştığım Muhammed Ali’nin, ‘Şii misin, Sünni misin’ sorusu aklıma geliyor ve ‘Elhamdulillah, Müslümanım’ diye cevaplıyorum gülümseyerek. İşte ortak noktamız bu olmalı; kardeşliğimizi pekiştiren Müslüman kimliğimiz. Bir de yaşantıda da hakkıyla yaşayabilsek, işte o vakit hiçbir sorun karşısında tökezlemeyiz ve hiçbir emperyal güç de, Allah için kardeş olan bir gücün karşısında duramaz.
Ve nihayet İstanbul’dayım...
-SON-