14 asırdır süren Tevhid-i davanın muasır müdafileri olmak ve Rahmet Derya’sının kumsalında bir kum tanesi olabilmek bizler için en mualla şereftir. Nübüvvetin yeryüzünü şereflendirmesiyle ebediyete kadar sürecek olan bu dava, başlangıç, süreç ve alemlerin yegane sahibi olan yüce Allah’ımızın ‘’ Ben nurumu tamamlayacağım, kafirler, müşrikler istemeseler bile ‘’ mukabilindeki beklenen sonu ile hiçbir dava ve ideolojilerle benzeşim göstermemektedir.

Bu davanın müntesipleri Hak ile Batıl’ın mücadelesinde hiç şüphesiz Hakkı temsil etmektedir. İlahi davaya gönül veren müttakiler, bu yolda sadece ve sadece Allah’u Teala’nın rızasına nail olabilmek ve mükafatını da yalnızca O’ndan beklemek kaidesiyle çaba sarfetmekte ve çoğu zaman küfrün pervasız, vicdansız temsilcilerinin zulümlerine maruz kalmaktadırlar. Erlerini saadet yurduna götüren bu yolda çilelerle, haksızlıklarla, zulümlerle karşılaşmamak mümkün değildir.

Bu yolda Mus’ab’lar gibi günlerce Mekke meydanlarında direklere bağlanmak vardır. Bu yolda Zübeyr’ler gibi hasıra sarılıp yakılmak vardır. Bu yolda Bilal’ler gibi kızgın çöllerde üzerine kayalar konulsa bile küfrün kulaklarını yırtarcasına ‘Ehad, Ehad..!’ diye bağırmak vardır. Bu yolda Şeyh Said’ler gibi İskilipli Atıf’lar gibi dar ağaçlarına yürümek vardır. Bu yolda, sabah namazında çalınan kapıların eşiğinde uzun namlulu silahlar görmek, evlerine çamurlu botları ile giren insan kılıklı canileri ürkek gözlerle izlemek, annesinin en mahremi bile talan edilirken çaresizlikten hıçkırıkları içine dökmek vardır. Tüm bu yaşınılanları da Rabb’lerinden gelen birer imtihan olduğunu bilen muttakiler, ifsad olmuş bu toplumda asrın Mus’ab’ları, Bilal’leri ve Zübeyr’leri olmuşlardır. Ne zindanlar, ne işkenceler, ne haksızlıklar hiçbiri yıldırmamıştır bu dava erlerini. Zira bu yiğitler sahip oldukları potansiyelin ve gücün farkındadırlar.

İfsad gruplarının gayreti ile İslam şiarlarının birer birer yok olmaya yüz tuttuğu bu toplumda Müslüman kalabilmek, gerçekten büyük bir başarıdır. Kültür emperyalizmi ile Batı’nın bütün müdahalelerine açık halde bulunan toplum, kendisine sunulanı İslam’ın süzgecinden geçirmeden direkt kabul etmekte, çağdaşlaşma adı altında yapılanlar mukallitçilikten öteye gitmemektedir. Bunda şüphesiz rejimin kuruluşundaki zaaflar da son derece önem arz etmektedir. Muasır Medeniyet’ten kasıt, bilim ve teknik sahada ilerlemek değil de Batı’nın toplumsal dinamiklerinin bu halka dayatılması olmuştur.

Şu hakikat hiçbir zaman unutulmamalıdır. Müslüman halkın hiçbir zaman, Batı’nın bilimi, teknolojisi ve sanatı ile sorunu olmamıştır. Müslümanlar sadece bu alanlarda yapılacakların bu toplumun hassasiyetlerine uygun olarak yapılmasını arzu etmiştir. Lakin toplumu ifsada sürükleyecek gelişmeler yaşanınca doğaldır ki tepki gösteren Müslüman halk, İslami isteklerinde ısrarcı olunca rejim tarafından tehlike unsuru olarak görülüp alçakça ve acımasızca yok edilmiştir. Yine de İlahi Dava’dan geriye dönmeyi bir an olsun aklından bile geçirmeyen Muttakiler, toplumun ıslahı ve ümmetin vahdeti için bütün enerjilerini sarf etmekten geri durmamışlardır.

Müslümanların bu dirayetine ve mukavemetine karşılık şüphesiz şer odakları ve çağın Ebu Cehil’leri de kendilerine yüklenen misyonu icra etmekten geri durmamaktadır. Kendi belirledikleri dinin dışına çıkılmaması istenmiş, İslam’ın sadece ibadet hususlarının yine kendi belirledikleri boyutlarınca yaşanılması uygun görülmüştür. Bu noktada Şehid Seyyid Kutub’un idam sehpasında kendisine Kelime-i Tevhid getirmesini isteyen imama verdiği cevap akla geliyor: ‘’Ben zaten Laİlaheİllallah dediğim için idam ediliyorum fakat sen Laİlaheİllallah diyerek para kazanıyorsun’’. Fakat İslam’ın salt ibadetten oluşmadığının, İslam’ın hayatın her alanına egemen olması gerektiğinin sedasını haykıranlar elbet birgün sağırlaşmış kulaklara seslerini duyuracaklardır.

Ebu Cehil’lerin, Ebu Leheb’lerin torunları zulümlerinde ne kadar haddi aşsa da Muttakiler, Hamza’lar gibi gözlerinin gördüğü hiçbir şeyden korkmamaya devam edeceklerdir. Toplum tarafından ne kadar tecrit edilse de Muttakiler, kendilerini hor gören bu topluma İlahi Dava’yı götürmeye devam edeceklerdir. Çünkü bu davanın erleri Sünnet’in sadece sakal bırakmaktan, alışverişte pazarlık yapmaktan, misvak kullanmaktan, yemekte tabağı bitirmekten ibaret olmadığının farkındadırlar. Dava erleri, Taif halkına İslam’ı götürmek isteyen Allah Resulu gibi taşlanmanın da sünnet olduğunu bilirler. Dava erleri İrşad ve Tebliğ yolunda hor görülmenin, dayak yemenin de sünnet olduğunu bilirler ve tüm bu olanlara rağmen yine de bu insanlara hakikati anlatmanın sünnet olduğunu bilirler.

Allah kendi davası uğrunda taşlanan, hor görülen, işkencelere maruz kalan, Yusufi Medreselerde ömür geçiren ve şehid edilen o erlerden razı olsun…

Abdullah AGAH/ SÖZ VE KALEM DERGİSİ