Muhammed Şakir / doğruhaber
DİN- SİYASET İLİŞKİSİ
Üstad, dinin siyasete alet edilemeyeceği, aksine siyasetin dine alet ve hizmetçi olması ve siyasi imkânların din için kullanılması gerektiğinin altını çizer.

Siyaset yolu ile hareket edip iktidara geldikten sonra baskı ve zorba yöntemlere başvurup insanlara İslâm’ı yaşatma ve kalplerini ıslaha çalışmaya gelince Üstad bu yöntemi tehlikeli bulmuştur. Bu tarz bir yöntem, bir çeşit küfür içinde bulunanları münafık derecesine indirir. Münafığın ise kâfirden daha fena olduğunda şüphe yoktur. Ona göre çare, iman hakikatlerini anlatarak insanları ıslaha çalışmaktır. (Emirdağ - Lem’alar)

BEDİÜZZAMAN VE DEMOKRAT PARTİ
Çok tartışılan ve en fazla merak edilen hususlardan biri Bediüzzaman’ın Demokrat Partiye nasıl baktığı veya destekleyip desteklemediği hususudur.

Emirdağ-2 Lahikasından açıkça anlaşılıyor ki Üstad ve talebeleri Demokrat Parti’yi diğerlerine karşı desteklemişlerdir. Sadece Üstad ve cemaati değil, dönemin radikal İslamcıları olarak öne çıkan Necip Fazıl, Eşref Edip ve benzerleri de diğer yapılanmalara karşı DP’i tutmuşlardır. CHP yıllarındaki din düşmanlığı eksenli politikalardan acı tecrübeler edinen Müslümanlar, bünyesinde dindar milletvekillerini barındıran, dine ve dindarlara saygılı bir görüntü veren, bazı icraatlarıyla da bunu pekiştiren DP’yi daha az zararlı gördükleri için ilgi gösterip tutmuşlardır. Üstad da hem bu sebeplerden hem de DP’nin komünizme karşı olan politikaları ile İslam âlemine yönelik sıcak yaklaşımlarından dolayı DP’e sıcak bakmıştır. Bu ve benzeri bazı sebeplerden dolayı Üstad, DP’ye sıcak bakmıştır. Üstad, DP’nin iktidarda kalmasını diğerlerine göre daha faydalı görür. Daha doğrusu, tehlikeli gördüğü diğer partilerin iktidara gelmesini engellemek için DP’yi tampon parti olarak kullanır. Dolayısıyla Üstad’ın DP’ye yaklaşımı ve desteklemesi, DP’yi hedef ve ideal bir parti olarak gördüğünden değil, ‘ehven-i şer’ olarak yani “iki zararlı şeyden daha az zararlısı” olarak gördüğündendir.

Üstad’ın partilere ve particiliğe bakışı tamamen İslami maslahat merkezli olmuştur. İlişkilerini, “İslam’a ve İslami hizmete faydası var mı yok mu?” anlayışı üzerine bina etmiştir. Bu dönemde DP’yi yönlendirici bazı mektuplar da yazmıştır. “DP’yi niçin muhafazaya çalışıyoruz?” diye soran talebelerine şu cevabı vermiştir:

“Eğer Demokrat Parti düşse ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek... Halk Partisi iktidara gelecek olsa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Hâlbuki bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, DP’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” (Emirdağ Lahikası-ll)

Üstad’ın, Menderes ve benzeri yetkililere gönderdiği mektuplarında, genelde şartlı bir ilişki vurgusunun öne çıktığını görmekteyiz. Şu cümlede olduğu gibi: “Cenab-ı Hak sizleri İslamiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz yapacağınız HİZMETE ve mezkûr HAKİKATİ kabul etmenize mukabil, dua etmeye KARAR VERECEĞİZ.”

* * *
Üstad’ın, yönetim ve siyasete dair bazı görüşlerini özetle de olsa bu şekilde arz ettikten sonra, şimdi de iman, hidayet, teklif gibi konularla ilgili bazı görüşlerine yine özet olarak yer vermeye çalışacağız. Buyurun…

İNSAN
İnsanla başlayalım. “Allah’ın hayr-ı mahz olarak melekleri, şerr-i mahz olarak şeytanı, hayr ve şerden mahrum hayvanları, hayr ve şerre gücü yeten bir canlı varlık olarak da insanı yarattığını belirten Bediüzzaman, insan bedeninde ruhun yaşayabilmesi için şehvet, gadap, akıl olmak üzere üç kuvve ve bu kuvvelerin her birinin tefrit, vasat ve ifrat olmak üzere üç mertebesi bulunduğunu belirtir. Şehvet ve gadap kuvveleri insanın aklına mağlup olduğu zaman insan gayretinden dolayı meleklerden üstün olur, aksi halde özrü olmayacağından hayvanlardan daha aşağı mertebelere düşer. İnsana kalp, ruh, sır, vicdan, sinir, his, akıl, heva, şehvet, gadap gibi kuvveler ve mal-mülk gibi şeyler ödünç verilmiştir. Bu sebeple insan kendisine verileni kendi istediği gibi değil, verenin istekleri doğrultusunda kullanabilir...”

İMAN

“Bediüzzaman’a göre “İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım” ( Ez- Zariyat; 51/56) ayetinin sırrıyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, yaratıcıyı tanımak ve ona iman ve ibadet edip ilim ve dua vasıtasıyla yükselmektir. Bu sebeple dünyada insanın en büyük davası, iman karşılığında ebedi bir mülkü kazanmak veya kaybetmek davasıdır.

Üstad imanı, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen; zaruriyatın dışında kalanları ise icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur diye tarif eder...

Yine Üstad, imanı bir bütün olarak gören Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü benimser ve “İman, altı rükünden çıkan öyle bir vahdani hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllidir ki, tecezzi kaldırmaz ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkisam olmazlar. Çünkü her bir rükn-ü imani, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Her biri diğerine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur.” diyerek Ehl-i Sünnetin “Bir imani meseleyi inkâr eden, küfr-ü mutlaka düşer” görüşünü ispat eder.

TAHKİKİ VE TAKLİDİ İMAN
Bediüzzaman imanı, tahkiki ve taklidi iman olarak iki kısma ayırır. Taklidi imanın şüphelere çabucak yenilebildiğini, hatta bazen bir şüpheye bile mağlup olduğunu söyler. Tahkiki imanı ise onda çok
daha kuvvetli ve çok daha geniş görmekle beraber ilme’l- yakin, ayne’l- yakin ve hakka’l- yakin olarak üç mertebeye ayırır. Bu üç mertebenin her birinin de binlerce mertebesi var. İlme’l- yakin mertebesi çok delillerin kuvvetiyle binlerce şüpheye karşı dayanır. Ayne’l- yakin mertebesinin ilahi isimler sayısınca mertebeleri var. Bu imana sahip olan insan, bütün kâinatı Kur’an gibi okuyabilecek dereceye gelir. Hakka’l- yakin sahiplerine ise hiçbir şüphe zarar veremez, “Hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” vecizesinin manası burada açığa çıkmaktadır. Bilindiği gibi Üstad, davasının tahkiki iman davası olduğunu söyler.

İMAN- AMEL İLİŞKİSİ
Üstada göre, imani bilgilerden sonra insan için en lazım ve en mühim olan şey, amel-i salihtir. Çünkü vicdani ve akli olan imani hükümler, ibadet gibi ameli hükümlerle terbiye ve takviye edilmezse etkileri zayıf kalacaktır. İman hükümlerinin takviye ve inkişafı ancak ve ancak ibadetle mümkün olur. Hatta tembellik gibi çeşitli sebeplerle bundan kaçmak insanı küfre kadar götürebilir, iman-amel arasında kuvvetli bir ilişki varsa da Bediüzzaman’a göre büyük günahları işlemek imansızlıktan değil nefis, his ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelmektedir.

İMANIN İNSAN HAYATINA ETKİLERİ
Üstad, iman ve küfür gözlükleriyle kâinata ve olup bitenlere bakıldığı zaman her şeyin farklı bir hal aldığını belirtir. Allah hesabına kâinata bakan, her ne müşahede ederse ilimdir; eğer gafletle, sebebler hesabına bakarsa ilim zannettiği şey de cehil olur. İman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür, imansızlık gözlüğü ise hep karanlık gösterir. İman her şeyi birbirine kardeş yapar, küfür ise düşman gösterir. İman insanı ebediyete layık bir cevhere çevirir, küfür ise ruhu ve kalbi söndürür karanlıklarda bırakır. Kâfirlerin medeniyetinin dışı süslü, fakat içi pistir. Müminlerin medeniyeti ise içi nur ve muhabbet, dışı kardeşlik ve yardımlaşmadır. İman tohumunda bir cennet mevcut olduğu gibi, cehennem de küfür ve dalâlet tohumunda gizlenmiştir.

NİFAK (MÜNAFIKLIK)
Üstad, “Düşman meçhul ve içte olduğu zaman zararı daha büyük ve kötüdür” der. Onun için münafıklar kâfirlerden daha aşağıdadır. Ama şu var ki münafıklar müminlerle birlikte yaşadıkları için imana yanaşıp kabul etmeleri daha kolaydır. Münafıklar görünüşte imana gelmişler, sonra kalben küfürle inkâr etmişlerdir. Daha sonra hayret ve tereddüt içinde kalmış, fakat hakkı istememişlerdir. Bu sebeple münafık itikadsız, kalpsiz ve vicdansız olup Peygamberin aleyhindedir. Münafıklar; âlemi karanlık içinde, belaları ise boğucu ve sıkıcı, kendilerine menfaat verecek hiçbir şeyin olmadığı ve her şeyi aleyhlerinde olduğu bir halde görürler.

GÜNAH
Günaha gelince Üstad da birçok âlim gibi “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.” der. Özetle görüşü: Tembellik veya başka sebeplerle ibadet vazifesini terkeden veya utandıracak bir günahı işleyen bir insana işlediği günah sebebiyle kendini görecek gözetleyişlerin varlığı ağır gelmekte ve cehennem azabını gerektirecek bir günahı işleyen insan, cehennemin yokluğunu istemektedir. Bunların olmadığına dair küçük bir emare ona meleklerin ve cehennemin inkârı için cesaret vermektedir. Bu emarelerin birleşmesinden sonra bir yaratıcının da bulunmaması gerektiğini tasavvur edip nihayet yokluğuna kendisini inandırmakla dinden çıkmaktadır.