Kılınç'ın yazısı şöyle:
Ahmed Şerîf es-Senûsî, Afrika Sahra bölgesinde önce Fransızlara, ardından da İtalyanlara karşı cihat faaliyetleri organize etmekle meşhur Senûsî tarikatının üçüncü şeyhiydi. Manevî ve askerî sorumluluğu 1902’de üstlenen Şeyh Ahmed, dönemin şartları çerçevesinde fırtınadan fırtınaya savrulmuş, yakın temas içinde bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından da yaşayacak bir ülke bulmakta zorlanmaya başlamıştı. Önce kendisini iyi karşılayan Türkiye’deki yeni yönetim, zaman içinde onu “Osmanlıcı” olarak damgalayıp zorunlu ikamete tabi tutmuş, daha sonra Lozan Anlaşması’yla birlikte sınır dışı etmişti.
Türkiye’den sonra Suriye’nin başkenti Şam’a giden Ahmed Şerîf es-Senûsî, Fransızların baskısıyla Filistin’e geçmek durumunda kaldı. Orada da İngilizler kendisinden rahatsızlık duyunca, sıradaki hedef olarak Hicaz’a yöneldi. Arabistan’da siyasî birliği sağlayan Kral Abdülaziz, Mekke’de ağırladığı Ahmed Şerîf’in manevî nüfuzundan tedirgin oluyordu. Şeyh Senûsî, 10 Mart 1933’te sessiz-sedasız vefat edene kadar, Arabistan’da adeta bir “şüpheli” gibi yaşayacaktı.
Ahmed Şerîf es-Senûsî, 1931’de Mekke’deki ikameti sırasında, birkaç yıl önce Müslüman olmuş bir Batılı gazeteci ile tanıştı: Muhammed Esed. Önceki adı Leopold Weiss olan Esed, Kral Abdülaziz’in misafiriydi ve ona danışmanlık yapıyordu. İslâm tarihini derinlemesine okuyan Esed, o dönemde İslâm dünyasının farklı yerlerinde yaşanan tecrübeleri de yakından izliyordu. Okuduklarıyla yaşananları karşılaştırıyor, bazı neticelere ulaşıyordu. Bu çerçevede, Senûsî hareketine büyük sempati besliyor, onların manevî ve askerî eğitimi harmanlayan bir cihat organizasyonu meydana getirmekteki başarısına hayranlık duyuyordu. Esed için, Ahmed Şerîf es-Senûsî ile şahsen tanışmak heyecan vericiydi.
Şeyh Ahmed ile Muhammed Esed’in Mekke’de tanışıp dostluk kurdukları dönemde, Libya’da İtalyanlara karşı direniş hareketi yaklaşık 20 yıldır devam ediyordu. Ömer Muhtar adında bir ihtiyarın liderlik ettiği cihat, Libya’nın dağlarında ve çöllerinde sürüyordu. Ancak işgalcilerin demir yumruğu Libya’nın üzerine gittikçe daha ağır şekilde iniyor, direnişin başarısına dair umutlar da hızlıca tükeniyordu. Ömer Muhtar ve etrafındaki bir avuç idealist, her şeye rağmen savaşmayı sürdürüyordu.
“Mücahitler için neler yapılabileceğini yerinde tespit adına, bizi temsilen Libya’ya gider misin?” Ahmed Şerîf, genç muhatabına bu soruyu sorarken, cevabından da emindi. Nitekim bu görevi “şerefle” kabul eden Muhammed Esed, hemen Mekke’den yola çıktı. Cidde üzerinden denizyoluyla Mısır’a geçen Esed, çöllerde günler süren meşakkatli bir seyahatin ardından Libya’ya, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının mevzilendiği Cebel-i Ahdar bölgesine ulaştı. Nice sorgulamalar ve kontroller bitince, Esed nihayet “Çöl Aslanı” ile şahsen tanışacaktı. Bir gece, Ömer Muhtar, toynakları bezle sarılı bir atın üzerinde çıka geldi. Esed, o anları şöyle anlatıyor: “İki yanında birer adam vardı. Birçok mücahit de ardı sıra geliyordu. Bizim beklediğimiz kayalara varınca, adamlardan biri inmesine yardım etti. Biraz zorlukla hareket ediyordu (on gün kadar önce çarpışmada yaralandığını öğrendim). Ay ışığında şimdi açıkça görebiliyordum: İri kemikli, orta boylu bir adamdı. Kırışık ve vakur yüzünü kısa, kar beyaz bir sakal çevreliyordu. Göz oyukları derindi. Başka şartlar altında olsaydı, insan gözlerinin çevresindeki çizgilere bakarak onun gülmek üzere olduğunu sanabilirdi, ama şu anda bu gözlerde hüzün ve cesaretten başka bir şey yoktu.”
Karşılıklı oturduklarında, Muhammed Esed, Şeyh’in kendisiyle gönderdiği mektubu Ömer Muhtar’a uzattı. İhtiyar komutan, mektubu okuduktan sonra mırıldandı: “Seyyid Ahmed hakkınızda iyi şeyler yazıyor. Bize yardıma hazırmışsınız… Galiba, bize verilen vadenin sonuna geldik…”
Ahmed Şerîf, direnişin merkezinin Libya içinde başka bir noktaya taşınmasını teklif ediyor, bu sayede zafer kazanılabileceğini umuyordu. Ancak sahadaki kayıplar çok büyüktü, düşmanın kuvveti de giderek artıyordu. Teklif iyi niyetliydi, fakat gerçekleşmesi imkânsızdı. Muhammed Esed, Ömer Muhtar’ın kampında iki gece kaldı. Ardından, yapılabilecek şeylerin azlığını görerek, yeniden Hicaz’a dönmek üzere Cebel-i Ahdar’dan ayrıldı.
Yarın -16 Eylül- Ömer Muhtar’ın idamının 90’ıncı yıldönümü.
Acaba Ömer Muhtar’ın döneminde yaşasaydık, onun ve arkadaşlarının İtalyan işgalcilere karşı yürüttüğü cihadı destekler miydik? Yoksa “Şu ihtiyar…” diye başlayan cümleler kurup, kendi konjonktürel hesaplarımıza mı odaklanırdık? Soruların cevabı, vicdanlarımıza emanet olsun.
Yeni Şafak/Taha Kılınç
Kaynak; Mepa news