İslam Davası isimsiz kahramanlarla doludur. Gerek tevazularından gerekse ihlaslarından dolayı, kendilerini anlatmadıkları, ifade etmedikleri için onlarla yaşayanlar veya onları yakından gözlemleyenler dışında kimsenin bu kahramanların yaşantılarından, fedakarlıklarından ve imanlarından pek haberi olmaz. Ancak ölümlerinin ardından, yürek yangınından dolayı dışarı taşan duyguların neticesinde haberdar oluruz bu fedakar insanlardan.
Onlar, işlerinin karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyen kahramanlardır. Onlar, görsünler, bilsinler, övsünler, desinler diye en küçük bir işi yapmanın dahi büyük günah olduğu bilinciyle hareket eden insanlardır. Gösteriş ve abartı onların karakteriyle uyuşmaz, “Allah görsün yeter”, en temel felsefeleridir. Onların dünya ile pek işi olmaz.
İşte, yakın zamanda hakkın rahmetine kavuşan Emine bacımız da bu davanın “isimsiz kahramanlar”ından biriydi.
Kendisi, 01.04. 1974 tarihinde Elazığ'da dünyaya gelmişti. Dindar bir aile ortamında büyümüş, daha çocuk denilecek yaştan itibaren mahalledeki Kur'an Kursuna giderdi. Örtüsüne ve tesettürüne çok dikkat eder, küçük yaşta çarşaf giymeye başlamıştı.
Eşinin; onun ailesine İslamı ve İslamı davayı tebliği neticesinde ailenin bütün fertleri de cemaatle tanışarak çalışmalarda yer alırlar. Doksanlı yılların ilk evresinde, Emine bacı da cemaat çalışmalarında aktif olarak yer alır, o dönem yaygın olan cami çalışmalarına katılır kız öğrencilere Kur'an dersi verirdi. Zaten, Cemaatle tanışmadan önce de bulunduğu semtte kız öğrencilerine ders veriyordu. Elazığ'da Cemaatın bayan çalışmalarına öncülük yapan bacılarımızdan biriydi. Halk arasında çok tanındığı için bacımız devamlı onlarla hemhal olur, onları İslamı, İslamı değerleri anlatırdı. Günün çoğunu tebliğ faaliyetlerinde, sohbetlerde geçiriyordu. Çalışmalarının yoğunluğundan dolayı kimi günler sabah erkenden evden çıkıyor, akşam geç saatlerde ancak eve dönebiliyordu.
Dünyevi istek ve kaygıları yoktu. Hatta evlilik çağında dahi çeyiz, evlilik, hazırlık gibi genç kızların genelde meşgul olduğu durumların aksine o vaktini hizmete ve tebliğe adamıştı. Evlilik sürecindeki tutumu da ders alınmasını gerektirecek şekilde örneklik teşkil ediyordu. Evliliğinde, altın takılar dahil hiç bir maddi talebi olmamıştı. Sadece, mehir olarak, şayet imkan ve şartlar el verirse, Hacca gitme talebi vardı.
Kendisini, bütün bir hayatını davaya vakf ettiği için evlenmeyi bile düşünmediğini, bütün vaktini gece gündüz davaya vermek istediğini dile getiriyordu. Tıpkı çok sevdiği ve kendisine örnek aldığı Said’i Nursi gibi.
İki binli yıllarda, zulme uğrayan onbinler gibi, cemaatle beraber olan abisinin mahkum olması neticesinde ailenin üzerindeki baskı ve zorluklar da artmaya başlamıştı. Abisinin aranmasından dolayı polis sık sık evlerine baskın düzenleyerek aileyi rahatsız ediyordu. Yaşanan bu baskı ve baskınlar esnasında Emine bacı polislerin bu hak hukuk tanımaz tavırlarına karşılık, korkmadan onların yaptıkları zulüm ve haksızlıkları yüzlerine korkusuzca haykırıyordu.
Evlendiği eşi Abdullah kardeşimiz de, o dönemde, tıpkı Emine bacımızın abisi gibi mahkum olarak muhaceratta bulunuyordu. Evlilik olayı gündeme gelince, kendisi bilinçli olarak mahkum ve muhaceratta olan, yani dünyevi olarak hiçbir geleceği olmayan Abdullah kardeşimiz ile yine bir fedakarlık örneği göstererek evlenmeyi tercih ediyordu.
Evlilik ile beraber artık Emine bacımızın da muhacaret hayatı başlayacaktı. Bu süreçte de mahkum arkadaşlara ev sahipliği yaparak fedakarlıklarını sürdürüyordu. Bu zor şartlar altında da yine hizmetten geri kalmayarak oluşturduğu ders halkalarıyla insanlara İslamı anlatmaktan geri durmuyordu.
2006 yılında eşinin yakalanması neticesinde , 2002 yılında tek evladı olan, gözü gibi bakıp İslami bir terbiye ile yetiştirdiği Musab'ı ile birlikte memleketi Elazığ’a dönmek zorunda kaldı.
Memleketine döndükten sonra da sürecin tüm zorluklarına rağmen, öncülük ettiği bayan çalışmalarında aktif olarak yer alıp hizmetine etmeye devam etti. Emine bacımız bu süreçte biricik evladı Musab'ına hem annelik hem de babalık görevini yapmak zorunda kaldı. Elazığ'dan Tekirdağ'a Türkiye'nin bir ucundan öbür ucuna süren cezaevi ziyaretleri, çileli bir hayat, uzun ve meşakkatli bir yol...
Eşinin cezaevinden tahliye olmasından sonraki süreçte 2011'de cezasının onanması ile beraber tekrardan mahkumiyet ve muhaceret hayatı başlayacaktı. Bir kez daha bu dava için hicret yolu gözükmüştü. Bu defa artık ülke sınırları içinde değil Avrupaya kadar uzanan bir yolculuk olacaktı.
Gittiği Hollanda'da cemaatın çalışmalarında yer alarak, cami sohbetleri yaparak ve çevresinde ve yakınında bulunan bayanların her türlü sorunları ile ilgilenerek tebliğ vazifesini ve hizmetini bulunduğu her ortam ve şartta sürdürmeye devam edecekti.
Avrupa’da belli bir sürecin ardından eşinin ekonomik koşulları düzelmesine rağmen, günün koşullarının etkisinde kalarak lüks bir yaşamı tercih edenlerin aksine, kendisi mütevazi ve sade bir yaşamı tercih ediyordu.
Eşinin, kendisine “burada şartlarımız düzeldi, sana takı filan alalım” tekliflerine karşı “gerek yok” diyerek dünyalık iş ve dünyevi taleplerden kaçınıyordu. Eşinin ısrarları sonucu iki bilezik almış, onları da “ben vefat edersem onu Allah yolunda harcayın, ya da cami yapımına katkıda bulunun” vasiyetinde bulunmuştu. Vasiyeti dikkate alınarak onun adına Afrika'da bir cami yapımına başlanacak... Hayatta iken de aynı duruşu hep devam ettirmişti. Eşinin harcaması için verdiği parayı biriktererek Afrikada bir su kuyusu açılması için katkıda bulunmuştu.
Nihayetinde, inanmışlık ve adanmışlık düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun; gurbet, acı, keder ve sevdiklerinden uzak oluş Emine bacımızın da bedenini yıpratmaya başlamıştı. Bu seferki imtihanı ağır bir kalp rahatsızlığı olacaktı. Kendisi her zamanki gibi tevekkülle hastalığını karşılayacak ve hayatının son anına kadar ibadetlerine aynı titizlikle dikkat edecekti.
İbadetlerinda çok hassastı. Düzenli olarak günlük Kur'an okur, sünnetlerini asla aksatmazdı. Tesbihi uyurken dahi başucundan eksik olmazdı. Vakıa, Nebe ve Yasin surelerini devamlı okumayı kendine vird haline getirmişti. Sürekli Kur'an ile hemhal olduğu için Kur’an’ın büyük bir kısmını ezbere biliyordu. Riyazüs-Salihin kitabını devamlı tedkik eder ve siyeri düzenli okurdu. Ömrünün son dönemlerinde kalp rahatsızlığı ve nefes darlığından dolayı Kur'an okurken bir sayfa okuyup nefesi kesiliyor, öylece uyuya kalıyordu. Hastalığının şiddetinin dozunun arttığı dönemde dahi abdest almaya takati kalmadığından teyemmüm alarak ve oturduğu yerden namazlarını eda etmeye çalışıyordu.
Gurbette, “hitamuhu misk” ile bu imtihanını tamamlayarak, ruhunu tevekkülle teslim ederek Hakk'a yürüdü. Geride cenazesine katılamayan bir eş ve gözü yaşlı Musab'ını bırakarak...
Yakın arkadaşının dilinden Emine Ünlü Hoca
Emine Hoca ile Elazığ Salıbaba Mahallesi’nde bulunan Salıbaba Cami’inde tanıştık. Emine Hoca ve birkaç arkadaş ile birlikte caminin Kız Kuran Kursu’nda Kur’an dersi veriyorduk.
Kursta, devamlı 300’e yakın öğrenci, Kur’an ve Fıkıh dersleri alıyor, Peygamberimizin hayatını öğreniyordu. Emine Hoca güler yüzü ve sıcak kişiliğiyle hiç bıkmadan tüm öğrencilerle tek tek ilgileniyordu.
Emine Hoca’nın en belirgin özelliği; yüzündeki tebessümün hiç eksilmemesi ve kursta öğrencilerle ilgilenmesi yetmezmiş gibi kurstan sonra da tek tek öğrencilerin evlerini ziyaret edip ailelerine de İslam’ı tebliğ etmekti.
Onun tek derdi İslam’ı herkese ulaştırmaktı ve bu uğurda hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı. Çoğu zaman aç, susuz bir şekilde insanların evlerini tek tek ziyaret eder, İslam’ı anlatır, onların dertlerini dinleyip kendi imkanları çerçevesinde sıkıntılarını gidermeye çalışırdı.
Kur’an ve Sünnette emr ve tavsiye edileni, önce kendi hayatına tatbik eder sonra öğrencilerine ve etrafındakilere anlatırdı.
Özellikle sadaka verme ve fakirlere yardım konularında insanları bilinçlendirmeye gayret ediyor, kendisi israftan kaçındığı gibi etrafındakilere de israf etmemeleri gerektiğini anlatıyordu.
Tesettür konusunda da hassas davranırdı. Hz Zeyneb’in tesettür anlayışını ve mücadelesini kendine örnek alır, uygular ve Müslümanların da bu bilinçte olmasını isterdi. Hicret ettiği Avrupada bile tesettüründen taviz vermemiş, yıllarca yakalandığı hastalığın kendisine verdiği meşakkatlere rağmen çarşaf giymeyi terk etmemiştir.
90’lı yıllarda İslam’a ve Müslümanlara yönelik oluşturulan baskılardan Emine Hoca ve ailesi de etkilenmiş ama mücadelesinde zerre geri adım atmamış, aksine azmini daha da bilenmesine sebebiyet vermişti.
Bir sabah Emine Hoca ve diğer arkadaşlar ile beraber Kur’an dersi verdiğimiz Salıbaba Camii’ne vardığımızda, Kur’an Kursu’nun kapısına kocaman bir kilit vurulduğunu gördük. Cami imamına, kursun kapısının neden kilitli olduğunu sorduğumuzda “yasak var siz artık burada ders veremezsiniz” dedi. Biz o gün cami imamını dinlemedik. Demirciden bir balyoz alıp kilidi kırmaya çalıştık ama başaramadık. O esnada oradan geçen Bally (bali) türü uyuşturucu kullanan bir çocuk "durun ablalar ben size yardımcı olayım" diyerek kapının kilidini açmaya çalıştı. Hepimizin çarşaflı olduğunu gören çocuk her defasında tekbir getirip, balyozla kilide vuruyordu. Nihayetinde tekbirlerle kilidi kırmayı başardı ve o gün öğrencilere ders vermeyi başardık. Bu şekilde bir hafta boyunca imamın uyarılarına rağmen ders vermeye devam ettik.
Bir hafta sonra tekrar kursa gittiğimizde gördük ki kursun kapısı baştan başa kaynak yapılarak kapatılmış. Ama bu da bizim direncimizi kırmaya yetmedi. Bu defa kursa erkekler tarafından girmeye çalıştık. Ancak caminin kapısının önünde cami imamı ve yanındaki adamlar girmemize engel olarak "burada ders vermek yasaktır, siz neden buraya girmeye çalışıyorsunuz?" diye çıkışıyorlardı. Belli ki korkutulmuşlardı.
Biz yine vazgeçmedik, caminin merdivenlerinde oturarak öğrencilere ders vermeye çalıştık. Öğlene kadar bekleyişimizi sürdürdük ancak nihayetinde herhangi bir şekilde içeri giremeyeceğimiz için geri döndük.
Daha sonra başka kurslar aramaya başladık. Bulduğumuz uygun yerleri sahiplerinden Kuran Kursu için talep ediyorduk ancak dindarlara olan baskılardan korktukları için kabul etmiyordular. En son yaşlı bir teyze şehirden uzak bir yerde ahır olarak kullandığı bir yeri kurs olarak kullanmamıza izin verdi. Biz iki gün boyunca oranın temizliği ile uğraşarak güzel bir mescid haline getirdik. Kursumuz karanlık olduğu için kursta bulunan bir kürsüye Emine Hoca çıkar “Karanlıklarda dile getirmekten çekindiğiniz hakikati gün gelecek yüksek binalardan haykıracaksınız” sözünü tekrarlardı. Müslümanlara yönelik zulüm baskı işkence ve yasakların en sıkı olduğu dönemde insanların korkularına rağmen biz o kursta birkaç yıl ders verdik.
Tabi ki kader evlilik ile yollarımızı ayırdı. Hep hicret hayatı yaşadı. Buna rağmen her fırsatta birbirimizi arayıp soruyorduk, haberleşiyorduk. Yıllar sonra kader bizi Avrupa’da hicrette karşılaştırdı. Ama başka şehirlerde olduğumuz için yine sık sık bir araya gelemiyorduk.
Emine Hoca, Avrupa’da hicret hayatının ilk dönemlerinde yine eskisi gibi tebliğ çalışmalarına devam ediyordu. Ama yıllarca süren ve hareket kabiliyetini kısıtlayan kalp rahatsızlığından dolayı eskisi gibi insanlara tebliğ görevini yerine getiremediğinden çok üzülüyordu.
En son, vefatından 48 gün önce Ramazan Bayramının 2. Günü bayram ziyaretine gittim. Onu gördüğüm zaman çok duygulandım. Hastalığı çok ilerlemiş ayakta duracak takati kalmamıştı ama imanı eskisi gibi dağ gibiydi. Hastalığına çok üzüldüm ama bunu ona fark ettirmemeye çalıştım. Kendisiyle kapıda oturarak kısa bir sohbet ettik. Bizi ısrarla içeri davet etti. Ama Corona virüsünden dolayı onun sağlığı için içeri girmedik. Konuşup şakalaşıp hasret giderdik. Sonra bana dönerek "Ben şehid olmak istiyordum. Ama bak ben hastalandım yatağa düştüm. Sence Allah bana şehadeti nasip eder mi?" diye sordu. Ben de "Sen İslam için elinden geleni yaptın, hep şehadeti istedin. İnşaallah Rabbim sana nasip eder" dedim. Sözlerim onun çok hoşuna gitti ve şunları söyledi; "Sen bana dua et. Herkese de söyle bana dua etsinler; eğer ömrüm varsa Allah bana şifa versin ki ben yine eskisi gibi ayağa kalkıp, kapı kapı dolaşıp Kur’an öğreteyim, İslamı anlatayım. Ama eğer ömrüm yoksa Allah benden emanetini alsın. Ben artık ölümden korkmuyorum. Son bir yıldır kendimi ölüme hazırladım..."
Emine Hoca, tanıştığımızdan beri hep “ben genç yaşta şehid olacağım” derdi ve genç bir şekilde aramızdan ayrıldı.
Her daim, “Her susadığımda hiçbir zaman doya doya su içmiyorum. Çünkü Hz. Hüseyin Kerbela’da susuz kalmıştı ve susuz şehid edildi” ; “Said Nursi gibi tebliğci Şeyh Sait gibi şehid olmak istiyorum” derdi.
Rabbim onu şehidler kervanına dahil eylesin inşallah.
Hollanda'daki öğrenci ve arkadaşlarının dilinden
Hicret yurdunda mümine bir şahsiyet geçti bu dünyadan...
Hayatı zorluk ve meşakkatle geçmiş, ömrünü İslama adamış Mü’mine bir hanım, Emine Abla.
İnsanlara sürekli İslamı tebliğ eden, Allah’ın insana yüklediği “Halifelik” görevini hakkıyla yerine getirmeye çabalayan bir Hanım...
Memleketten ırak olmasına rağmen gittiği yeri gül bahçesine çevirme derdi ile yanıp tutuşmakta,
Saf ve temiz kalbi ile herkese kucak açmakta,
Oturduğu her mecliste Allah’ın adını hatırlatmakta...
Sokakta, parkta, düğünde, taziyede; yer, zaman ve mekan fark etmeksizin karşılaştığı herkese nasihat eder, hakikati tebliğ eder.
Eski günleri özler, yad eder ve anlatır,
Bugünün dün gibi olmadığının farkında olup bugünün şartlarıyla hareket etme derdinde...
İçli, duygusal ve duyarlı,
Moral ve muhabbete ihtiyaç duyardı,
Her duyduğu mazlum Müslümana içi yanar ve ağlardı...
Kalp kırmama endişesi o kadar baskındı ki insanlardan istemekten haya eder, isteyince de defalarca helallik isterdi..
Modern bir asırda imkanlar olmasına rağmen lüks yaşamadı.
Zühd hayatı ile hep israftan kaçındı.
Üç duası vardı, dilinden düşmeyen ve insanlardan talep ettiği;
"Allah bana şehadeti nasip etsin"
"Rabbim, beni eski sağlığıma kavuştur ki, dinine tekrardan eskisi gibi hizmet edebileyim"
"Rabbim, beni ele ayağa düşürme..."
Kendisini dininin hizmetkarı olarak görür,
İslamı yaşayıp ve yaşatmak için elinden geldiğince çabalardı...
Son üç yılda hastalığı daha da şiddetlendi,
Ve son günlerini sanki kendini ölüme hazırlamış gibi geçirdi...
Ardında bıraktığı zinet eşyalarıyla bir cami yapılmasını vasiyet etmiş. Ne mutlu ona ki böyle kutlu bir davanın bir neferi olarak, hicret diyarında ebedi hayata göçtü.
Cenazesinde herkesin onun hakkında ortak bir dil kullanması onun İslami şahsiyetinin ne kadar oturmuş olduğunu gösteriyordu. İçten, samimi, merhametli, yapmacık tavırlardan uzak, mütevazi, israftan kaçınan, dedikodu ve gıybet etmeyen, namazlarına son derece itina gösteren, bu zamanda eşine az rastlanan, elinden ve dilinden emin olunan mümine bir hanımdı Emine Abla...
Rabbim çektiklerini günahlarına kefaret kılsın. Onu çok istediği şehitlik mertebesiyle şereflendirsin. İnanıyoruz ki o inananlardan ve kazananlardan oldu.
Geride kalan bizler, kendi halimize ve akıbetimize yanalım...
Gidenler gitti.
Bize ise iyi insanları fark edememenin ve kaybetmenin acısı kaldı...
Kaynak; Habernas