علي
Ebü’l-Hasen Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (ö. 40/661)

Müellif:
ETHEM RUHİ FIĞLALI
Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce (m. 600) Mekke’de doğduğu rivayet edilmektedir. Babası Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için onu himayesine almış, Hz. Ali beş yaşından itibaren hicrete kadar onun yanında büyümüştür. Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman edenlerdendir. Ancak Hz. Hatice ile aynı zamanda veya ondan hemen sonra yahut da Hz. Hatice ve Hz. Ebû Bekir’den sonra iman ettiği hususu, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında tartışılan bir konudur (bk. Câhiz, el-ʿOs̱mâniyye, s. 3-13). Bu sırada yaşının dokuz, on veya on bir olduğu rivayet edilir. Bu durumda onun Hz. Hatice’den sonra, yaşına göre, çocuklar arasında ilk inanan ve Hz. Peygamber’le birlikte ilk namaz kılan kimse olduğu ağırlık kazanmaktadır. Hz. Ali’nin hicretten önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak hayatı, menkıbevî ve efsanevî rivayetlerle örülü Şiî kaynaklarda doğumundan itibaren en ince teferruatına kadar ve zengin kerametlerle dolu olarak anlatılır (bk. Aʿyânü’ş-Şîʿa, I, 323-562; İbn Şehrâşûb, I, 287 vd.; II, 3-377; III, 2-100).

Mekke müşriklerinin eza ve cefalarını gittikçe artırmaları ve hatta kendisini öldürme hazırlıklarına girişmeleri üzerine Medine’ye hicret etmeye karar veren Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi, kendisini öldürmeye gelecek müşrikleri oyalamak ve yokluğunu gözlemek maksadıyla Mekke’de bırakmıştır. O da geceyi Peygamber’in yatağında geçirerek onun evde olduğu kanaatini uyandırmıştır. Daha sonra da Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri uyarınca Resûlullah’ın kızı Fâtıma, kendi annesi Fâtıma ve yanındakilerle Mekke’den ayrılarak Kubâ’da Hz. Peygamber’e yetişmiştir. Hicretin beşinci ayında muhacirler ile ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağlamak amacıyla kurulan muâhât sırasında Hz. Peygamber Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmiş, hicretin 2. yılının son ayında da onu kızı Fâtıma ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali Hz. Fâtıma’nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir (bk. ALİ EVLÂDI).

Hz. Ali Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları menkıbevî bir üslûpla rivayet edilen büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud’da ve Huneyn’de çeşitli yerlerinden yara almasına rağmen Hz. Peygamber’i bütün gücüyle korumuş, Hayber’de ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak yahudilere galebe çalınmasında büyük payı olmuştur. Fedek’te Benî Sa‘d’a karşı gönderilen seriyyeyi (6/628) ve Yemen’e yapılan seferi (10/632) sevk ve idare etmiştir. Bu sonuncu sefer üzerine Benî Hemdân kabilesi Müslümanlığı kabul etmiştir. Tebük Gazvesi’nde ise Hz. Peygamber’in vekili olarak Medine’de kalmıştır.

Hz. Ali, Hz. Peygamber’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşması’nı da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’deki putları imha etme görevi ona verilmiştir. Hicretin 9. (631) yılında hac emîri olarak tayin edilen Hz. Ebû Bekir’e Mina’da yetişip o sırada inmiş bulunan Tevbe sûresinin ilk yedi âyetini okumak, ayrıca müşriklerle müslümanların bu yıldan sonra hacda bir arada bulunamayacağını ve hiç kimsenin Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyeceğini bildirmek üzere Peygamber tarafından görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazenin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Resûlullah’ın yakın akrabasından Abbas, oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd yapmışlardır. Bu sırada Benî Sâide avlusunda toplanan ensar ve muhâcirîn Hz. Ebû Bekir’i halifeliğe seçince Ali ona, Hz. Fâtıma’nın altı ay sonra vuku bulan vefatına kadar biat etmemiştir. Hz. Ali’nin hilâfet makamında gözü olup olmadığı konusu, yahut Ebû Bekir’in hilâfete seçilmesini bir oldu bitti şeklinde değerlendirmesi, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında oldukça tartışmalıdır. Ancak durum ne olursa olsun o, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe seçilişinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Ebû Bekir’e biat eden ashâb-ı kirâm da halife seçiminde, Şiîler’in iddia ettiği nasla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bulundurmamıştır. Onlar Ebû Bekir’i, gelişmekte olan İslâm devletinin savunma ve yayılmasını gerçekleştirebilecek, birliği ve düzeni koruyabilecek kabiliyette oluşu, Kureyş’e mensubiyeti, yaşı ve tecrübesi sebebiyle etrafında saygı uyandırışı, İslâmiyet’i kabuldeki önceliği ve Resûlullah’ın en yakın arkadaşı oluşu gibi vasıflarına dayanarak halife seçmişlerdir.

Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idarî görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Ömer’in Filistin ve Suriye seyahati sırasında Medine’de askerî vali olarak kalmış, Medine’de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı hem Hz. Ebû Bekir’in hem de Ömer’in özellikle fıkhî meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahâbî olmuştur. Hz. Ömer zamanında, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği günün İslâm tarihi için başlangıç kabul edilmesine dair teklif de onun tarafından yapılmış ve kabul edilmiştir. İkinci halife Ömer’in 23 (644) yılında âzatlı bir köle tarafından hançerlenmesi üzerine, vefat etmeden önce halife seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi de Ali idi. O, bu şûra tarafından halifeliğe getirilen Hz. Osman zamanında cereyan eden bazı karışıklıklarla ona karşı girişilen hareketleri desteklememekle beraber, başta Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm olmak üzere bir kısım ashapla birlikte zaman zaman çeşitli tenkitlerde bulunmuştur. Halifeyi bazı icraatı, özellikle şer‘î cezaların tatbik edilmemesi sebebiyle Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmakla suçlamıştır. Hz. Ali’nin tenkit ettiği konular arasında, Hürmüzân’a farklı bir kısas uygulaması, içki içen ve sarhoş olarak namaz kıldıran Kûfe Valisi Velîd b. Ukbe’yi ancak ısrar karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina’da seleflerinin aksine namazı iki yerine dört rek‘at kıldırması, Şam Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın icraatını açıktan tenkit ettiği için Ebû Zer el-Gıfârî’yi Rebeze’ye sürmesi gibi hususlar sayılabilir. Ali b. Ebû Tâlib bu son vak‘a üzerine Hz. Osman’a açıkça karşı çıkmış ve hatta halifeye rağmen Ebû Zer’i oğullarıyla birlikte Medine’den uğurlamıştır. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr gibi önde gelen sahâbîlerin halifeyi bu tarzda tenkit etmiş olmaları, Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkarak Medine’ye gelen ve idareye karşı ayaklanan isyancıları cesaretlendirmiş ve onlara bu sahâbîlerle görüşmelerde bulunma ve hatta halifenin hal‘inden sonra hilâfet makamına geçme teklifini yapma cüretini vermiştir. Üç büyük sahâbî kendilerine yapılan bu teklifi şiddetle reddetmiş, bilhassa Hz. Ali isyancıları teşebbüs etmekte oldukları işten vazgeçirmek için ciddi ikaz ve nasihatlerde bulunmuştur; ancak onların halifenin evini kuşatmalarına engel olamamıştır. Olayların gelişmesi üzerine de oğulları Hasan ile Hüseyin’i halifenin evinin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını esirgememiştir. Bütün bu tedbirlere rağmen halife isyancılar tarafından şehid edilmiştir (35/656).

Hz. Osman şehid edilince Ümeyye soyuna mensup olanlar Medine’den süratle uzaklaşmış ve böylece şehir bütünüyle isyancıların hâkimiyetine girmiştir. Daha sonra Abdullah b. Ömer, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Mugīre b. Şu‘be, Muhammed b. Mesleme ve Üsâme b. Zeyd’in de aralarında bulunduğu ashap mescidde toplanarak yeni halife seçimine gitmişlerdir. Ali b. Ebû Tâlib kendisine yapılan hilâfet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr’e yöneltmiş, fakat ısrar üzerine biatı kabul etmiştir. Bu biatın tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir kısmına göre (Taberî, I, 3066) biat Hz. Osman’ın şehid edildiği gün (18 Zilhicce / 17 Haziran), bir kısmına göre ise (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 192) beş gün sonra oluşmuştur.

Biattan sonra Hz. Ali’yi bekleyen en önemli mesele, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık (Dîneverî, s. 163), “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyorlardı. Halifenin şehre, tamamen hâkim durumda olan âsilerle hemen başa çıkamayacağı açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını beklemek en doğru yoldu. Yeni halifeyi bu karara sevkeden muhtemel âmillerden biri de kendisine fiilen yalnız Medine’de biat edilmiş olması, diğer vilâyetlerde durumun henüz aydınlığa kavuşmamış bulunması idi. Nitekim Şam valisi ve Hz. Osman’ın yeğeni Muâviye, kendisini biata davet için gelen elçiye, Hz Ali’nin isyancıların suç ortağı olduğunu iddia ederek red cevabı vermiş ve Osman’ın kanını dava edeceğini göstermişti. Bunun üzerine Hz. Ali, önceleri Hz. Osman’a karşı muhalefeti desteklerken şimdi kendisini halife olarak tanımak istemeyen Hz. Âişe’yi, ayrıca dört ay sonra Hz Âişe’nin saflarına katılan Talha ve Zübeyr’i itaate davet için acele kuvvet toplamak ve Basra üzerine yürümek zorunda kaldı. Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmayı samimi olarak isteyen, ancak uygun şartların doğmasını beklediği anlaşılan halifeye karşı Muâviye’nin gösterdiği bu menfi tutumun, ayrıca Mekke’de bulunan Emevî ailesi mensuplarının yanında yer alan bazı sahâbîlerin bu davranışlarının gerçek sebeplerini izah edebilmek, mevcut bilgilerle mümkün görünmemektedir.

Hz. Âişe’nin önderliğindeki ordu ile hilâfet ordusu Basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşılaştı (15 Cemâziyelâhir 36 / 9 Aralık 656). Tarihte Cemel Vak‘ası adıyla meşhur olan savaş sonunda Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pek çok müslüman öldü. Bu savaşta ölenlere çok üzülen ve cenaze hizmetlerini bizzat yürüten halife, Âişe’yi hanımlardan oluşan bir heyet refakatinde Medine’ye gönderdi. Beytülmâldeki paraları ve savaş meydanında ele geçen mal ve silâhları ordusuna ganimet olarak dağıttıktan ve kendisine karşı harekete geçenlerle hesaplaştıktan sonra Muâviye’yi tekrar biata davet etti, fakat sonuç alamadı. Bu yüzden müslümanlar bu defa Sıffîn’de karşı karşıya geldiler (Zilhicce 36 / Haziran 657). Süvari ve piyade kuvvetlerinin üç ay süren ve tarafları oldukça bıktıran mücadeleleri, “leyletü’l-herîr” adıyla meşhur olan 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) gecesi cuma sabahına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Halife, ünlü kumandanı Mâlik el-Eşter vasıtasıyla Muâviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi indirmek üzere iken ümidini kaybeden Muâviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi (Müberred, s. 1232; Taberî, I, 3330), fakat Mısır fâtihi Amr b. Âs imdadına yetişerek iki taraf arasındaki ihtilâfın halledilmesi için Allah’ın kitabının hakemliğine başvurulması tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Muâviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak taşıttı, askerleri de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının ucuna bağlayarak, “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun!” diye bağırdılar. Bu hareket Ali b. Ebû Tâlib’in ordusundaki kurrânın üzerinde Amr’ın beklediği tesiri icra etti, halife bunun bir hile olduğu hususundaki ikazlarına rağmen ordusuna söz dinletemedi ve kurrâdan bir çoğunun ısrarıyla hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Hz. Ali istemeyerek Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi hakem tayin etti, Muâviye de Amr b. Âs’ı hakem seçti. Taraflar Sıffîn’de, hakemlerin Allah’ın kitabı, gerektiğinde de Resûlullah’ın sünneti ile hükmetmeleri şartıyla anlaştılar (13 veya 17 Safer 37 / 31 Temmuz veya 4 Ağustos 657). Ancak 70.000 müslümanın öldüğü Sıffîn Savaşı’nın sonunda hakemlerin belirlenmesine rağmen halifenin ordusundaki Temîmliler’den bazıları, “Lâ hükme illâ lillâh” sloganıyla hakem olayına karşı çıktılar; Hz. Ali’nin hakem tayin etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kurân-ı Kerîm’in buyruğuna uyarak (el-Hucurât 49/9) isyancılarla Allah’ın emrine itaat edinceye kadar savaşmasını istediler. Hz. Ali de Allah’ın bu emrini işin başında kendilerine hatırlatmasına rağmen kendisini dinlemediklerini, şimdi ise karşı tarafla bir anlaşmaya gidildiğini, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in hükmüne göre (en-Nahl 16/91) bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, çoğunluğu Temîm kabilesine mensup yaklaşık 10.000 civarındaki asker halife ile birlikte Kûfe’ye dönmeyerek Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildiler. Halife Harûrâ’ya gidip onlarla konuştu, 6000 kişilik bir grup kendisiyle beraber Kûfe’ye döndü. Geride kalan ve daha sonra Hâricîler diye anılacak olan 4000 kişilik bir kuvvet ise Nehrevan’a gitti.

Bu arada hakemler ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki Dûmetülcendel’de yaptılar ve Hz. Osman’ın icraatının, katlini gerektirecek bir gayri meşruluk taşımadığı, dolayısıyla haksız yere öldürüldüğüne dair ilk kararlarını aldılar. Hz. Ali ise kuvvetlerini toplayıp yeniden Muâviye ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu arada Nehrevan’da bulunan Hâricîler’i ikna etmek için kendilerine mektup yazdıysa da sonuç alamadı. Hâricîler’in ashaptan Abdullah b. Habbâb ve hamile karısını sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için hunharca katletmeleri üzerine, Hâricî meselesini hallettikten sonra Şam’a yürümeye karar verdi. Nehrevan’daki Hâricîler Hz. Ali’nin kendilerine yaptığı teklifleri reddederek savaşı başlattılar. 9 Safer 38 (17 Temmuz 658) tarihinde vuku bulan şiddetli çarpışmada Hâricîler’in tamamına yakını hayatlarını kaybettiler. Hz. Ali bu savaştan sonra Şamlılar’a karşı harekete geçmek üzere Nuhayle’de konakladı. Kûfe’de kalan ve ehl-i Nuhayle denilen yaklaşık 2000 kişilik bir Hâricî topluluğuyla konuşarak onlardan ya kendisine iltihak edip Şamlılar üzerine yürümelerini veya geri dönmelerini istediyse de Hâricîler kendisini küfürle itham ederek bu isteğini geri çevirdiler. Yapılan savaşta birçoğu öldürüldü; geri kalanları da Mekke’ye kaçtı. Bütün bu hadiseler üzerine bıkkınlık ve yılgınlığa düşen askerleri artık savaşmak istemediklerini söyleyince, halife Kûfe’ye dönmek ve Muâviye’ye karşı faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı.

Esasen hakemler Dûmetülcendel’deki ilk toplantılarından sonra Şâban 38’de (Ocak 659) Ezruh’ta bir araya geldiklerinde, Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyân’ın her ikisinin de azledilerek halifenin bir şûra tarafından seçilmesi kararına varmışlardı. Bu karar önce Hz. Ali’nin hakemi Ebû Mûsâ tarafından açıklandı; söz sırası Muâviye’nin hakemi Amr b. Âs’a gelince o hilâfet makamına Muâviye’yi tayin ettiğini bildirdi. Ebû Mûsâ’nın bu karara karşı çıkmasına rağmen durum değişmemiş ve neticede hakem olayı hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmüş, İslâm dünyasını da birtakım siyasî ve içtimaî huzursuzluklara sürüklemişti. Halkın bir kısmının Hz. Ali’yi, bir kısmının da Muâviye’yi halife olarak tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıkmıştı. Hz. Ali hakem olayından sonra Kûfe’ye çekilip Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız Iraklı askerlerden yeterli destek görememişti. Nihayet büyük gayret sarfederek 40.000 kişilik bir ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kûfe’de, intikam arzusu ile yanıp tutuşan Hâricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan 40’ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef) defnedilmişti. Bu sırada Muâviye Suriyeliler’in tam desteğini sağlayarak başta Mısır olmak üzere Hz. Ali’nin hâkimiyetindeki birçok yeri ele geçirmiş ve Emevî Devleti’nin temellerini atmıştı.

Ali b. Ebû Tâlib ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve genişti; yüzü güzeldi, gülümserken dişleri görünürdü. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen “Ebû Türâb” lakabından başka “el-Murtazâ” ve “Esedullāhi’l-gālib” gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları “Kerremallahu vecheh” dua cümlesiyle anılmıştır. Onun, İslâm’ın yayılış tarihinde ve müslümanlar arasındaki ilim, takvâ, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mevkie sahip bulunduğunu, Kur’an ve Sünnet’i en iyi bilenlerden biri olduğunu hemen hemen bütün Sünnî ve Şiî kaynaklar ittifakla belirtirler. O aynı zamanda tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olması sebebiyle İslâm tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır. Her şeye rağmen Hz. Ali’nin tarihî şahsiyetini, meziyetlerini ve özelliklerini tam anlamıyla doğru bir şekilde belirleyebilmek çok güçtür; çünkü gerek faaliyetleri gerekse kendisine atfedilen konuşmaları ve şiirleri hakkında son derece farklı rivayetler mevcuttur. Kesin olan husus, onun Kur’an ve Sünnet’e tam anlamıyla bağlı, dünyevî işlerden uzak kalmayı dileyen, İslâm tarihinin Cemel, Sıffîn, Nehrevan gibi talihsiz vak‘aları sonunda göz yaşı döküp muhaliflerinin iman ve hidayetleri için dua edecek kadar hassas, takvâ sahibi ve idealist bir mümin olduğudur. Ancak Şiî dünyası, onun İslâm kamuoyunda benimsenmiş olan özellikleriyle yetinmeyip bir fırka olarak teşekküllerindeki esas ve temel unsur olan imâmet vasfı ve hakkı üzerinde ısrarla durur ve bu hususta Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in mantığıyla çoğu zaman uyuşmayan pek çok asılsız menkıbeler ve hatta hadisler ileri sürer. Onlara göre Ali b. Ebû Tâlib, bizzat Hz. Peygamber tarafından Allah’ın emriyle kendisinden sonra ümmetin başına imam ve halife olarak tayin edilmiş, Hz. Peygamber de nübüvvetinin ilk yıllarından başlamak üzere muhtelif vesile ve delillerle bu konuyu ümmetine bildirmiş veya göstermiştir. Ancak Şiîler’in bu görüşünü İslâm’ın genel prensipleri ve hukuk anlayışıyla bağdaştırmak mümkün görülmediği gibi, bunun büyük müslüman çoğunluğunun telakkisine ve tarihî gerçeklere de ters düştüğünü söylemek lâzımdır (ayrıca bk. HİLÂFET; İMÂMET; ŞÎA).

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1989 yılında İstanbul’da basılan 2. cildinde, 371-374 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

Müellif:
M. YAŞAR KANDEMİR
İlmî Şahsiyeti. Hz. Ali ashâb-ı kirâm arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhî konulara dair olup bunları Hz. Peygamber’den ve Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdâd b. Esved ve hanımı Hz. Fâtıma’dan duymuştur. Kendisinden de oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye, diğer sahâbîlerden Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Berâ b. Âzib, Ebû Saîd el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebü’l-Esved ed-Düelî, Ebû Vâil Şakīk b. Seleme, Şa‘bî, Abdurrahman b. Ebû Leylâ ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tâbiî rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadislerin tamamı 586’dır. Bunlardan yirmisi hem Buhârî hem de Müslim’de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’de, on beşi de Ṣaḥîḥ-i Müslim’de bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemâiline, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahîfesi vardı. Bizzat kendisinin belirttiğine göre bu sahîfe diyete dair hükümlerle düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kâfir için müslümanın öldürülemeyeceği, Medine’nin Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi (Buhârî, “ʿİlim”, 39, “Cihâd”, 171, “Cizye”, 10, 17). Söz konusu sahîfe, Rifat Fevzi Abdülmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek Ṣaḥîfetü ʿAlî b. Ebî Ṭâlib adıyla Kahire’de yayımlanmıştır (1406/1986). Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm ile bu sahîfenin dışında Hz. Peygamber’den özel bir tâlimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla belirtmiştir (bk. Müslim, “Eḍâḥî”, 43-45). Hilâfeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet edilmesini temin maksadıyla, Hz. Peygamber’e aidiyetini kesin olarak bilmediği hadisleri nakledenlere, onları Resûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin ettirirdi (Tirmizî, “Tefsîr”, 4). Herkesçe bilinen hadislerin rivayet edilmesi gerektiğini söyler, bu vasfı taşımayan ve güvenilmeyecek derecede zayıf olan (münker) rivayetlerle meşgul olmayı menederdi.

Kur’ân-ı Kerîm konusundaki derin bilgisinden faydalanmak isteyenleri kendisine soru sormaya teşvik eder, âyetlerin nerede ve ne zaman nâzil olduğunu çok iyi bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vâkıf olan sayılı sahâbîlerden biri de o idi. Ne yazık ki aşırı taraftarları hadis konusunda yaptıkları gibi tefsir ilminde de ona birçok görüş nisbet ettikleri için, Kur’an tefsirine dair güvenilebilir pek az kanaati kaynaklara intikal edebilmiştir. Ondan rivayet edilen tefsire dair bilgilerin güvenilir üç tariki şöyledir: 1. Hişâm b. Hassân el-Ezdî Muhammed b. Sîrîn Abîde es-Selmânî Ali b. Ebû Tâlib. 2. Abdullah b. Abdurrahman b. Ebû Hüseyin Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî Ali b. Ebû Tâlib. 3. Zührî Ali b. Zeynelâbidîn babası Hüseyin b. Ali babası Ali b. Ebû Tâlib. Talebesi Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Ali b. Ebû Tâlib’den daha güzel Kur’an okuyan birini görmediğini söylemiştir. Ondan arz yoluyla kıraat öğrenen diğer tâbiîler arasında Ebü’l-Esved ed-Düelî ve Abdurrahman b. Ebû Leylâ da bulunmaktadır.

Ali b. Ebû Tâlib Yemen’de kadılık yapmıştır. Hz. Peygamber Hâlid b. Velîd’den sonra onu bu görevle Yemen’e göndermek istediği zaman, kendisi ilmî durumunun böyle bir vazifeyi başarıyla yürütmeye elverişli olmadığını ileri sürmüş, fakat Hz. Peygamber elini onun göğsüne koyarak kendisini teskin etmiş, Allah Teâlâ’nın ona doğruyu ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirterek tereddütlerini gidermiş, orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmiştir (Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 6; Tirmizî, “Aḥkâm”, 5; Müsned, I, 83, 88, 111, 136, 149, 156). Vedâ haccında Hz. Peygamber’le birlikte haccetmek için Yemen’den yola çıkmış ve Mekke’de buluşmuşlardır. Onun hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı Hz. Ömer tarafından, “En isabetli hüküm verenimiz Ali idi” şeklinde ortaya konulmuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 2/7). Bu sebeple ilk üç halife önemli meselelerde onun fikrini almayı ihmal etmemişlerdir. Diğer sahâbîler de görüşlerinin doğruluğuna inandıkları için hakkında fikir beyan ettiği dinî bir meseleyi başkalarına sorma ihtiyacını duymamışlardır. Ashabın en âlim simalarından biri olduğu halde ondan İbn Ömer, İbn Abbas gibi genç sahâbîlerden daha az bilgi nakledilmesinin sebebi, hilâfet yıllarının tamamen savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri bastırmakla geçmiş olması, geniş fıkıh ve tefsir bilgilerini genç nesillere aktarmaya fırsat bulamamasıdır. Ötekilerin bu konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali’ye nisbetle daha uzun bir ömür yaşamış olmalarıdır. Muhammed Revvâs Kal‘acî’nin derleyip yayımladığı Mevsûʿatü fıḳhi ʿAlî b. Ebî Ṭâlib (Dımaşk 1403/1983, 648 sayfa) adlı esere bakarak onun İslâm hukuku sahasındaki geniş kültürü hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Hz. Ali’nin nahiv ilminin esaslarını ortaya koyduğuna dair rivayetin güvenilir bir kaynağı yoktur. Cifr ilminin ona nisbet edilmesi ise tamamen asılsız bir iddiadır.

Fesahati ve üstün hitabeti ile de tanınan Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledilegelmiştir; fakat onun düşünce ve hitabetine has özelliklerden yoksun siyasî-dinî görünümlü bazı hitabe ve mektupları şair ve edip Şerîf er-Radî (ö. 359/969) tarafından bir araya getirilmiştir (bk. NEHCÜ’l-BELÂGA). Şiîler bu eserdeki sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunda şüphe etmedikleri halde Sünnîler bunları haklı olarak tereddütle karşılamakta ve bu rivayetlerin çoğunun onunla bir ilgisi bulunmadığını kabul etmektedirler. Ali b. Ebû Tâlib’e nisbet edilen ve birçok şerhleri yazılan Envârü’l-uḳūl min eşʿâri vaṣiyyi’r-Resûl adlı divanın da onunla bir ilgisi yoktur. Dîvânü emîri’l-müʾminîn ʿAlî b. Ebî Ṭâlib vb. adlarla anılan bu eser birçok defa basılmıştır (bk. Serkîs, Muʿcem, I, 1354). Aynı şekilde ona nisbet edilen el-Ḳaṣîdetü’z-zeynebiyye, el-Ḳaṣîdetü’z-zebûriyye, el-Ḳaṣîdetü’l-cülcülûtiyye, Muḫammes, Cünnetü’l-esmâʾ, Münâcât gibi eserler de bulunmaktadır (bk. Sezgin, II, 279-281). Güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali’nin herhangi bir eserinden söz edilmediği gibi onun eşsiz fesahat ve belâgatı yanında bu beyitlerin ona aidiyetini kabul etmek de mümkün değildir. Ayrıca Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden derlendiği ileri sürülen Elf kelime (Beyrut 1329), Ems̱âlü’l-İmâm ʿAlî (İstanbul 1302), Ġurerü’l-ḥikem ve dürerü’l-kilem (Leiden 1774), Maṭlûbü külli ṭâlib min kelâmi ʿAlî b. Ebî Ṭâlib (Leipzig 1837) gibi kitaplar da bulunmaktadır.

Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır: “İnsanlara anlayacakları şeyleri (veya hadisleri) söyleyiniz. Aksi halde Allah ve resulünün yalanlanmasına gönlünüz razı olur mu?” “İnsanlar uykudadır; öldükleri zaman uyanacaklardır.” “Kişi bilmediğinin düşmanıdır.” “Her şey azaldıkça, ilim ise arttıkça kıymetlenir.” “Size en büyük âlimin kim olduğunu haber vereyim mi? Allah’ın kullarına O’nun yasaklarını cazip göstermeyen, Allah’ın verdiği mühlete aldanıp da onlara ilâhî azaptan kurtulduklarını telkin etmeyen ve O’nun rahmetinden ümit kesilmesine sebep olmayan kimsedir.”

Fazileti. Aşere-i mübeşşereden olan Hz. Ali’nin fazilet ve menkıbelerine dair rivayetler, Ahmed b. Hanbel’in de dediği gibi, diğer sahâbîler hakkında nakledilen rivayetlerle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bazı ilim adamlarına göre, Hz. Ali’ye muhalif olan Emevî yöneticilerden bir kısmının onun faziletleri hakkında rivayette bulunanları tehdit etmeleri, buna karşılık sahâbîlerin onunla ilgili olarak Hz. Peygamber’den duydukları her sözü, gördükleri her olayı özellikle tesbit etmeye gayret etmeleri bu rivayetlerin çoğalmasına imkân hazırlamıştır. Diğer taraftan Şiîler’le onu bâtıl davaları adına istismar eden fırkalar, fazileti konusundaki sahih haberlerle yetinmemişler, daha onun sağlığında, diğer halifelerden üstünlüğüne dair kendisini bile rencide eden hadisler uydurmuşlardır. Nitekim Şiî âlimlerden İbn Ebü’l-Hadîd, fezâil ile ilgili uydurma hadislerin ilk defa Şiîler tarafından ortaya konduğunu ve Ali b. Ebû Tâlib hakkında pek çok hadis uydurulduğunu söylemektedir (Şerḥu Nehci’l-belâġa, III, 26). Gerek onun gerekse ehl-i beytinin fazileti konusunda Kûfeliler’ce 300.000’den fazla hadis uydurulduğuna dair rivayet (İbn Arrâk, I, 407) mübalağalı olsa bile, bu konuda yine de bir fikir vermektedir. İmam Nesâî’yi Hz. Ali’nin faziletlerine dair rivayet edilebilir durumdaki hadisleri Kitâbü’l-Ḫaṣâʾiṣ fî fażli ʿAlî b. Ebî Ṭâlib adlı eserde (Kahire 1308) toplamaya sevkeden önemli sebeplerden biri, onun hakkında pek çok hadisin uydurulmuş olmasıdır. Bununla beraber eserde yer alan Hz. Ali ile ilgili kırk kadar konudaki 200’e yakın rivayetin hepsi de aynı sağlamlıkta değildir. Ahmed b. Hanbel Kitâbü Feżâʾili’ṣ-ṣaḥâbe adlı eserinde (Mekke 1403/1983) Hz. Ali’nin faziletlerine dair rivayetlerden 300 kadarını toplamıştır (II, 563-728). Eseri neşre hazırlayan Vasiyyullah b. Muhammed Abbas’ın titiz çalışmalarından anlaşıldığına göre bu rivayetlerin elliye yakını sahih, pek azı hasen, on yedisi mevzû, geri kalanları da güvenilemeyecek derecede zayıftır.

Hz. Ali’nin faziletleri hakkında aşırı Şiî gruplar (Gāliyye) tarafından uydurulan hadislerin önemli bir kısmı İslâmî ölçülerle bağdaşmayacak mahiyettedir. Meselâ öldükten sonra onun dünyaya tekrar döneceğine veya öldürülmeyip hâlâ yaşadığına, onda ilâhî bir özellik bulunduğuna, bulutta gizlendiğine, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de kamçısı olduğuna ve Hz. Peygamber’den sonra onun peygamber olarak gönderileceğine dair rivayetler bu kabildendir. Öte yandan Hz. Peygamber ile Hz. Ali’nin aynı nurdan yaratıldıklarına, meleklerin onlar için yedi yıl istiğfar ettiğine, Hz. Ali’nin insanların en hayırlısı olduğunu inkâr edenlerin dinden çıktığına dair rivayetlerle benzeri pek çok haberin Hz. Peygamber tarafından söylenmediği muhakkaktır (İbn Arrâk, I, 351-371, 392-407; Şevkânî, s. 342-384). Kurân-ı Kerîm’deki “sebîl, sırât-ı müstakîm, vesîle, hablüllah, el-urvetü’l-vüskā, nur, hüdâ, hâdî, şâhid, sıddîk, fâruk, iman, islâm, rıdvan, ihsan, cennet” gibi terimlerle Hz. Ali’nin kastedildiğini, bazan Hz. Peygamber’e isnad ettikleri uydurma hadislerle, bazan da İbn Abbas, İmam Bâkır gibi sahâbî ve âlimlere nisbet ettikleri yorumlarla ispatlamaya çalışmışlardır (İbn Şehrâşûb, III, 71-103). Hz. Ali’ye bağlılıkta İslâmiyet’le bağdaştırılamayacak tarzda aşırı davranan fırkalar içinde onun Hz. Peygamber’e denk veya ondan üstün olduğuna inananlar bulunduğu gibi, onu Hz. Peygamber’i nebî olarak gönderen ilâh kabul edenler de vardır (EIr., I, 845-846). Bu sebeple Ali ile ilgili olarak uydurulan haberler birbirinden farklı karakterler arzetmektedir.

Hz. Ali’nin faziletlerine dair, yukarıda zikredilenler gibi asılsız olmamakla beraber, muhaddislerin birçoğu tarafından zayıf olarak değerlendirilen rivayetler de vardır. Bunlardan biri şöyledir: Bir gün Hz. Peygamber’e kızartılmış bir kuş takdim edilmişti. O da Allah Teâlâ’ya, “Bunu benimle yemek üzere en sevdiğin kulunu gönder” diye dua etti. Derken Ali geldi; birlikte yediler (Mübârekfûrî, X, 223-225; diğer rivayetleri için bk. Heysemî, IX, 125-126; İbn Hacer el-Askalânî, el-Meṭâlibü’l-ʿâliye, IV, 61-63). Hadisin çeşitli rivayetlerinde Hz. Âişe’nin veya Enes b. Mâlik’in, kendi yakınlarından birinin bu şerefe nâil olmasını istedikleri için kapıya kadar gelmesine rağmen Ali’yi içeri almadıkları, fakat sonunda onu kabul etmek zorunda kaldıkları anlatılmaktadır. Tirmizî hadisin zayıf (garîb) olduğunu söylemektedir. Hz. Ali ile ilgili olarak hadis âlimlerinin üzerinde en çok tartıştığı rivayetlerden biri de (”أنا مدينة العلم...“) hadisidir. Hz. Peygamber’den sonra ilim ve hikmet kaynağının Ali olduğunu ifade eden bu haber, ”أنا مدينة العلم وعلي بابها“ veya ”أنا دار الحكمة وعلي بابها“ gibi değişik lafızlarla da rivayet edilmiştir. Hz. Ali’nin Resûlullah’tan gayb ilmini öğrendiği, ondan mânevî ilimler tahsil ettiği, bu sebeple de ilim öğrenmek isteyenin mutlaka ondan feyiz alması gerektiği iddiası bu rivayete dayandırıldığı gibi, hilâfetin sadece Ali ve evlâdına ait bir hak ve imtiyaz olduğu görüşü de bu ilim telakkisiyle desteklenmektedir. Ancak daha Resûl-i Ekrem’in sağlığında ve sonraki devirlerde kıraat, tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin muhtelif sahâbîlerden öğrenildiği bilinmektedir. Bu sebeple ilim kapısının sadece Hz. Ali olduğunu ileri sürmek isabetli bir görüş değildir. Onun Hz. Peygamber’den özel bir ilim ve tâlimat almadığı da -yukarıda belirtildiği üzere- kendi ifadesiyle sabittir. Dolayısıyla bu hadise dayanarak mânevî ilimlerin sadece onun vasıtasıyla elde edilebileceğini iddia etmek mümkün değildir. Tirmizî hadisin ”أنا دار الحكمة“ rivayetini almış (“Menâḳıb”, 20), bu rivayetin garîb ve münker olduğunu ifade etmiştir. İbnü’l-Cevzî gibi âlimler hadisin mevzû olduğunu belirtirken Hâkim muhtelif rivayetlerini vererek sahih olduğunu ileri sürmüş (el-Müstedrek, III, 126-127), Zehebî ise Hâkim’in görüşüne katılmayarak mevzû olduğunda hiçbir şüphe bulunmadığını söylemiştir. İbn Hacer her iki görüşe de katılmayarak hadisin hasen olduğunu ifade etmiştir. el-Burhânü’l-celî fî taḥḳīḳi intisâbi’ṣ-ṣûfiyye ilâ ʿAlî adlı eserinde İbn Teymiyye’ye ve diğer bazı âlimlere ağır hakaretler ederek Hz. Ali’ye mânevî velâyetin verildiğini ispata çalışan Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî, söz konusu hadisin sahih olduğuna dair Fetḥu’l-melîki’l-ʿalî bi-ṣıḥḥati ḥadîs̱i bâbi medîneti’l-ʿilm ʿAlî adıyla bir kitap yazmıştır (Kahire 1389/1969, 117 sayfa). Muhaddislere rağmen bu hadisin sahih olduğunu kabul eden tasavvuf erbabı, Hz. Ali’nin yoğun hilâfet işleri sebebiyle tasavvufun esaslarını geniş bir şekilde açıklamaya fırsat bulamamış olsa bile bu ilmin esaslarını Hz. Peygamber’den öğrendiğini, bu esasları ondan da Hasan-ı Basrî’nin elde ettiğini ileri sürerler. Hadis âlimleri bu görüşe de karşı çıkarak Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’yi kısa bir süre görmekle beraber ona talebelik etmediğini belirtirler (İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 263-267).

Hz. Ali’nin faziletine dair sahih hadisler de vardır. Aşırı Şiî gruplar çok defa bu rivayetlerle yetinmeyerek onlara çeşitli ilâveler yapmışlar ve böylece ilk halifenin Ali b. Ebû Tâlib olması lâzım geldiği hususundaki iddialarını güçlendirmek istemişlerdir. Bu nevi rivayetlerin en meşhuru Gadîr-i Hum (غدير خم) hadisidir. Gadîr-i Hum’a dair haberlerin en güvenilir olanı Zeyd b. Erkam’ın rivayet ettiği hadistir. Buna göre, Hz. Peygamber Mekke ile Medine arasında bulunan Hum suyu başında bir konuşma yapmış, Allah’a hamdüsenâdan ve ashabına bazı öğütlerde bulunduktan sonra onları vefatını müteakip Allah’ın kitabına sarılmaya ve Ehl-i beyt’ine sahip çıkmaya teşvik etmiştir (Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 36; Müsned, IV, 366-367). İbn Mâce’nin es-Sünen’indeki Berâ b. Âzib’den rivayet edilen zayıf bir hadise göre Hz. Peygamber hacdan dönerken yolda bir yerde konaklamış, namaz kılınacağını ilân ettikten sonra Hz. Ali’nin elini tutmuş, “Ben müminlere kendi canlarından daha yakın değil miyim?” diye sormuş “Evet” cevabını aldıktan sonra da, “Ben kimin dostu isem bu da onun dostudur. Allahım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de düşman ol!” demiştir (İbn Mâce, “Muḳaddime”, 11). Şiî kaynaklarda ise bu olay çok farklı bir şekilde verilmektedir. Onlara göre, Hz. Peygamber hac vazifesini ifa edip Medine’ye dönerken Ali’yi kendisinden sonra halife olarak ilân etmesini emreden âyet nâzil olmuş, fakat Peygamber bu tebligatı, ashap arasında kargaşanın çıkmayacağı uygun bir zamanda yapmak düşüncesiyle biraz geciktirmeyi düşünmüş, bunun üzerine sahâbîler dağılıp gitmeden tebliğ etmesi gerektiğine dair ikinci bir âyet nâzil olmuştur. Allah Teâlâ, “Ey resulüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini ifa etmemiş olursun; Allah seni insanlardan koruyacaktır” (el-Mâide 5/67) âyetini bu maksatla inzal etmiştir. Hz. Ali’nin halife tayin edildiğini tebliğ etmekten dolayı kendisine herhangi bir zarar gelmeyeceğini anlayan Hz. Peygamber Gadîr-i Hum’da konaklama emri vermiştir. Yüksekçe bir yere çıkıp Ali’yi sağına almış, yakında rabbine kavuşacağını belirttikten sonra Allah’ın kitabı ile Ehl-i beyt’ine sarıldıkları takdirde doğru yoldan sapmayacaklarını söylemiş, daha sonra Hz. Ali’nin pazılarından tutarak, “Ben kimin dostu isem bu Ali de onun dostudur. Allahım! Onu dost bilene dost, düşman bilene düşman ol; ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı da perişan et!” demiştir. Öğle namazını kıldırdıktan sonra Ali’nin emîrü’l-mü’minîn selâmı ile selâmlanarak tebrik edilmesini emretmiş, Peygamber zevceleri de dahil olmak üzere kadın erkek bütün sahâbîler onu kutlamışlardır (Aʿyânü’ş-Şîʿa, I, 290). Bu konudaki uydurma rivayetlerden birine göre Hz. Peygamber onun halifeliğini, “Ali benim vasîm, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. Onun sözlerini dinleyiniz ve ona itaat ediniz” diyerek ilân etmiş, fakat sahâbîler Peygamber’e karşı gelerek bu hadisi gizlemişlerdir (Ali el-Kārî, s. 433). İbn Kesîr Gadîr-i Hum olayına dair bazı rivayetleri es-Sîretü’n-nebeviyye’de (IV, 414-426), Heysemî de Mecmaʿu’z-zevâʾid’de (IX, 103-109) değerlendirmişlerdir. İbn Kesîr’in belirttiğine göre (IV, 414) Taberî, Gadîr-i Hum’la ilgili bütün rivayetleri iki cilt hacmindeki bir eserde toplamıştır. Öte yandan Hz. Peygamber’in hilâfeti vasiyet yoluyla Ali’ye tahsis ettiğine dair Şiîler tarafından ileri sürülen rivayetlerin de asılsız olduğunu söylemek gerekir. Nitekim bu iddia Hz. Âişe’ye söylendiği zaman, “Tuhaf şey, Resûlullah Ali’ye ne zaman vasiyet etmiş?” diyerek menfi kanaatini belirtmiştir (Buhârî, “Vaṣiyyet”, 1, “Meġāzî”, 83; Müslim, “Vaṣiyyet”, 19). Hanımlarının bazı işlerini idare etmek ve borçlarını ödemek üzere ona vasiyette bulunmasının ise (Heysemî, IX, 112-114) bu mânadaki vasiyetle ilgisi yoktur. Hz. Ali’nin hücresi dışında, ashâb-ı kirâma ait olup da Mescid-i Nebevî’ye bakan bütün kapıların kapatılması konusundaki hadislerden (bk. Tirmizî, “Menâḳıb”, 20; Müsned, I, 175; II, 26; IV, 369; Heysemî, IX, 114-115) hareketle Hz. Peygamber’in onu zımnen halife tayin ettiği mânasını çıkarmak da doğru değildir. Zira Ali’ye ait hücrenin diğer hücreler gibi dışarıya da açılan bir kapısı bulunmadığı için onun mescide bakan kapısına dokunulmamıştır. Hz. Peygamber’in, “Ey Ali! İkimizden başkasının cünüp olarak bu mescidde yürümesi doğru değildir” (Tirmizî, “Menâḳıb”, 20) demesinin sebebi de tıpkı Hz. Peygamber gibi mescidin bitişiğinde oturmasından dolayıdır. Resûl-i Ekrem bu hadiseden yıllarca sonra, vefatından birkaç gün önce Hz. Ebû Bekir’in hücresi dışındaki kapıların kapatılmasını emrettiğine göre (Buhârî, “Ṣalât”, 80, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 3, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 45), bu hadisten iddia edilen mânanın çıkarılması mümkün değildir.

Sahih olmakla beraber aynı şekilde istismar edilen hadislerden biri de Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye hitaben söylediği, “أنت منّي وأنا منك = Sen bana bağlısın, ben de sana” (Buhârî, “Ṣulḥ”, 6, “Meġāzî”, 43) hadisidir. Buhârî’nin kaydettiği rivayete göre, Hz. Peygamber hicretin 7. yılında yaptığı umreden sonra Mekke’den ayrılırken Hz. Hamza’nın kızı, “Amcacığım, amcacığım!” diye ağlayarak Hz. Peygamber’in arkasından koşmuş, Ali onu alıp Hz. Fâtıma’nın bulunduğu mahfeye koymuştu. Medine’ye vardıklarında Hz. Ali ile kardeşi Ca‘fer ve Zeyd b. Hârise’den her biri çocuğu himayelerine almak istemiş, Hz. Peygamber, “Teyze anne sayılır” diyerek çocuğu teyzesiyle evli olan Ca‘fer’in himayesine vermişti. Sonra da onların bu insanî hareketini takdir etmek ve gönüllerini almak için Hz. Ali’ye soy, sıhriyet ve karşılıklı muhabbet gibi sebeplerle birbirlerine olan yakınlıklarını ima ederek, “Sen bana bağlısın, ben de sana” demiş; Ca‘fer’e, “Sen hem yaratılış hem de huy bakımından bana benzersin” buyurmuş; Zeyd’e de, “Sen bizim kardeşimiz ve dostumuzsun” diye iltifat etmişti. Görüldüğü üzere Resûlullah bu sözleri Hz. Ali’ye vesâyetle ilgisi olmayan bir münasebetle söylemiştir. Bu hadisin farklı bir rivayeti Tirmizî’nin es-Sünen’inde bulunmaktadır (“Menâḳıb”, 20). Buna göre, Yemen Seferi’nden dönen Ali’yi, bu sefere katılan sahâbîlerden dördü bazı davranışları sebebiyle Peygamber’e şikâyet etmek istemiş, o da, “Ali’den ne istiyorsunuz?” diye üç defa çıkıştıktan sonra, “Ali bendendir, ben de ondan; benden sonra o bütün müminlerin velîsidir” buyurmuştur. Bu hadisteki, “Benden sonra o bütün müminlerin velîsidir” ifadesi, Şiîler’e göre Ali b. Ebû Tâlib’in Hz. Peygamber’den sonra halife olacağını gösterir. Halbuki Tirmizî bu hadisi sadece bir râvinin rivayet ettiğini ve bir başka tarikle geldiğine vâkıf olamadığını söylemiştir. Gerek bu senedde gerekse Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki (IV, 437) senedde Ca‘fer b. Süleyman ed-Dubaî adlı aşırı Şiî bir râvi vardır. “Muâviye’nin adı anılınca ona hakaret eden, Ali’nin adı anılınca oturup ağlayan” (İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 97) bu râvi sebebiyle hadis zayıftır. Gerçi aynı hadisi Ahmed b. Hanbel değişik bir senedle de rivayet etmektedir (IV, 356). Fakat bu senedde de Eclah el-Kindî adlı bir başka Şiî vardır (Zehebî, Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 79). Hadisin diğer rivayetlerinde “benden sonra” ifadesinin bulunmayışı (bk. Müsned, I, 84, 118, 119, 152, 331; IV, 281, 368, 370, 372; V, 347, 366, 419), bu ilâvenin iki Şiî râviden kaynaklandığı kanaatine ağırlık kazandırmaktadır. Söz konusu ifade sahih olsa bile Hz. Peygamber’in Ali b. Ebû Tâlib hakkındaki dedikoduları ortadan kaldırmak maksadıyla bunu söylediği açıktır. Zaten onun bir dedikodu, bir anlaşmazlık veya itikadı zedeleyecek bir yanlış anlama karşısındaki tutumu hep böyle olmuş, daima olayları anında yatıştırma cihetine gitmiştir.

Sahih olduğu halde istismar konusu edilen hadislerden bir diğeri de şudur: Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne giderken Ali’yi Medine’de yerine vekil olarak bırakmış, fakat onun kadınlarla ve çocuklarla kalıp savaşa katılmamaktan dolayı şikâyetçi olduğunu görünce, “Hârûn’un Mûsâ’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir; yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurmuştur (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 9, “Meġāzî”, 78; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 30-31). Hz. Mûsâ ile Hârûn arasında kardeşlik ve nübüvvet yakınlığından başka Tûr’a çıktığı sırada belli bir zaman için Benî İsrâil’i idare etmek üzere Hârûn’un Mûsâ’ya vekâlet etmesi münasebeti vardır. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber nübüvvet yakınlığının imkânsızlığını belirtmiştir. Geride nesep yakınlığı ve savaşa katılmayan Medine halkını belli bir zaman için idare etmek üzere Hz. Peygamber’e vekâlet etme işi kalmıştır. Nitekim Peygamber’in diğer seferlerinde aynı görevi diğer sahâbîler ifa etmiştir. Buna rağmen söz konusu hadis, Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilâfetin Hz. Ali’ye ait olacağına dair Şîa’nın ileri sürdüğü iddiaların önemli dayanaklarından birini teşkil etmiştir (bu konudaki diğer rivayetler için bk. Heysemî, IX, 109-111).

Hz. Ali’nin faziletine dair en güvenilir rivayetlerden biri de şöyledir: Hz. Peygamber Hayber kuşatması sırasında, sancağı bir gün sonra Allah ve resulünü seven birine vereceğini ve zaferin onun eliyle kazanılacağını söylemişti. Bu müjde Ömer b. Hattâb’ı bile heyecanlandırmış, fakat Hz. Peygamber sancağı Ali b. Ebû Tâlib’e vermiş ve fetih gerçekleşmişti (Buhârî, “Cihâd”, 102, 121, 143, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 9; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 32-35). Bir diğer sahih rivayet de Hz. Peygamber’in, Ali b. Ebû Tâlib’i ancak müminlerin sevebileceğine, ona sadece münafıkların kin besleyeceğine dair hadisidir (Müslim, “Îmân”, 131). Hz. Peygamber’e ilk inananlardan biri olması, onun evinde ve himayesi altında büyüyüp yetişmesi, en sıkıntılı günlerinde yanıbaşında bulunması, ayrıca hem amcazadesi hem de damadı olması gibi sebeplerle Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’yi gönülden sevmesi ve ona diğer sahâbîlerden farklı iltifatlarda bulunması tabiidir. Bütün bunlar onun faziletli bir sahâbî olduğunu göstermekle birlikte İslâm dini için büyük hizmetler ifa eden ve Hz. Peygamber’in çeşitli iltifatlarına mazhar olan Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman gibi büyük sahâbîlerin üstünlüklerine gölge düşürmez ve bu tür haberlerin sahih olanları bile hilâfet için delil teşkil etmez.

Hz. Ali’nin faziletleriyle ilgili rivayetleri bir araya toplama arzusu ilk asırlardan beri Sünnî, Şiî birçok müellifi bu sahada eser vermeye sevketmiş, onun muhtelif gazvelerdeki kahramanlıklarını ve daha başka özelliklerini ele alan çalışmalar büyük bir yekün tutmuştur. Fuat Sezgin, konuyla ilgili olarak ilk devirlerden günümüze kadar yazılan eserlerin belli başlılarını tesbit etmiştir (GAS, II, 278-279).

Kaynak; TDV Hz Ali Maddesi

Hz Ali'nin İbretli Sözleri
“Sözün gümüş olsa da, ey nefs sükut (suskunluk) altındır.”

“Eğrinin gölgesi ԁe eğriԁir.”

 “Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.”

“Haksızlığın karşısında eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.”

“Sakladığın sır senin esirindir. Açığa vurursan sen onun esiri olursun.”

“İlim maldan hayırlıdır; İlim seni korur, sense malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim öğrenmekle çoğalır.”

“Bir insana başkaları önünde verilen öğüt, öğüt değil, hakarettir.”

“Hiçbir zaman cahil bir insanla tartışmayı kazanamadım.”

“Söz ilaç gibidir azı yaşatır, çoğu öldürür.”

“Öldükten sonra yaşamak isterseniz kalıcı bir eser bırakın.”

“Dil bir ölçüdür; cehalet onu hafiflettiği gibi akıl da onu ağırlaştırır.”

“Anadan, babadan kalanlara yetim derler, bana kalırsa asıl yetim olanlar, akıldan mahrum olan kimselerdir.”

 “Söylemediğin sözün hâkimi, söylediğin sözün mahkûmusun.”

“Küçüklükte soru soran kimse, büyüdüğünde cevap veren biri olur.”

“Fırsat karınca yürüyüşü ile gelir, yıldırım hızı ile gider.”

“Düşene sevinme zamanın sana ne sakladığını bilemezsin.”

“İnsan cahil olduğu şeyin düşmanıdır.”

“Açık kalpli mert düşman, içinden pazarlıklı dosttan iyidir.”

“Allah seni özgür yaratmışken, başkasının kölesi olma.”

 
“Güzellik giyinenlerin süslülüğü ile oluşmaz; bilgi ve terbiye ile güzel olunur.”

“Üç şey hayatı tatsızlaştırır: kin, kıskançlık ve kötü huydur.”

“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”

“Kalp kör olduktan sonra gözlerin görmesinde hiçbir fayda yoktur.”

“Bütün insanlar Allah’ın kuludur. Lakin hiçbir kimse diğer bir kimsenin kulu değildir.”

“Cahiller çoğalınca bilginler garip olur.”

“Cimri zengin, cömert yoksuldan daha yoksuldur.”

“En kuvvetli kişi kendi nefsine galip olan kişidir.”

“Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”

“Ölümü unutmak kalbi paslanmasındandır.”

“Nice kan vardır ki onu dil döker.”

“Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma.”

“Eğer yoksullaşırsan, yoksulluğunu gönül zenginliğin ile tedavi et.”

“Biri sana sırtını çevirirse üzülme, böylece dostunla düşmanını ayırt etmiş olursun.”

 “Gerçekleri söylemekten korkma.”

“İkiyüzlünün dilinde tat, kalbinde fesat gizlidir.”

“Yaptığın iyilikleri ve sana anlatılanları gizle.”

Kaynak; sözün en güzeli