Alışverişe çıkmıştım. Bir gün önce randevusuna gelmeyen Murtaza Amca’yı görürüm ümidiyle evinin önünden geçmeye karar verdim. Beş dakika yürüdükten sonra Murtaza Amca’nın sokağındaydım. Evinin etrafındaki kalabalığı görünce içime bir korku düştü. “Murtaza amcaya bir şey mi oldu?” diye mırıldandığımı hatırlıyorum. Evin önüne vardığım sırada omuzlarında tabut birkaç kişi evin dışına çıkıyordu. Evin etrafında bekleyenlerle birlikte naaşı götürmeye başladılar. Kabaca ortalığı gözden geçirdim. Murtaza Amca görünmüyordu. İyice şüphelenmiştim. Yaşlılardan birine yaklaştım. Zihnimde kelimeleri en küçük bir kontrole tabi tutmadan “Kim vefat etmiş amca?” şeklinde damdan düşer gibi sordum. “Hacı Murtaza vefat etmiş!” dedi yaşlı adam!
Ağır bir hüzün kapladı içimi. Çok sevdiğim dostumu kaybetmiştim! Kimliğini iyiden iyiye yitirmiş bu küçük şehirde aramızda 60’tan fazla yaş farkı olan arkadaşım Murtaza Amca ebedi aleme göçüyordu. Dostluğun gereğini yerine getirmek amacıyla tabutunun altına girip taşımaya başladım. Mezarlığa kadar gittim. Fazla uzak değildi zaten. Murtaza Amca’nın naşını kabrine yerleştirip üstünü örttükten sonra topluluk dağıldı. Bir ben kalmıştım kabrinin başında. Yasin Suresini okudum. Her biri gözyaşlarımın bir katresini aşağı yuvarlayan acı kelimelerle uzun uzun vedalaştım. Bu şehirde kendisinden başka dostumun olmadığını, fırsatını buldukça ziyaret edeceğimi söyledim. Sarsılmış ruh haliyle eve döndüm. Babamı kaybetmiş gibi birkaç gün yasını tuttum. Her Cuma gecesi ziyaretine gidip Kur’an okudum. Birkaç yıl sonra şehri terk ettiğimde mezarına uğrayıp son vedamı yaptım.
Tabiatı fevkalade güzel Batının küçük bir şehrine taşınmıştık. Birçoğu gibi insanlarla İslam arasında büyük mesafenin girdiği hemen anlaşılıyordu. Camiye dünyadan el etek çekmiş yaşlılardan başkası uğramıyordu. Hiç ölmeyeceklermiş gibi dünyaya dalmıştı insanlar. Hiçbirinin yüzünde mutluluktan eser görünmüyordu. Boş ve bereketsiz hayatın ardına takılmışlardı. İnsanları saran cehalet oldukça bıktırıcıydı. Onlara bakıp acı çekiyordum. Hiç biri beni anlamıyordu. Yiyen, içen, gezen ve eğlenen yaratıklardan öte bir anlam ifade etmiyorlardı. Ölülerini gömdükleri halde ne ibret alıyor, ne de bir gün ölümün kapılarına dayanacağını düşünüyorlardı. Kafalarına bu türden düşünceler takılsa, kendi kendilerini oyalayıp düşünmemeye ve geçiştirmeye çalışıyorlardı.
Birkaç gün içinde cehaletin ruhuna işlediği şehirden bütünüyle sıkılmıştım. Şehir dışına çıkıp dolaşmaya başladım. Gaflet içine gömülen insanları görmek istemiyordum. Tarla, bahçe, tepe ve ova demeden uzun süre yürüdüm. İyice yorulmuştum. Tepeye dikilen güneş terlememe neden olmuştu. Boğazım kurumuştu. İsteksiz isteksiz ruhunu yitirmiş şehre dönmeye karar verdim. Bir müddet yürüdükten sonra bir tarlanın kenarında kocaman bir ağacın altında yaşlı bir adamın namaza durduğunu gördüm. İyice yaklaştım. Dua ediyordu. Ağacın gölgesinde oturdum. Varlığımı hissettirmek için bir iki kez hapşırdım. Oralı olmadı. Dünya ile ilişkisini kesmişti. Bir ara duyguları epeyce ağırlaştı. Gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Uzun süre havada olan elleri yorulmuştu.
Duasını bitirdikten sonra bana yöneldi. Selam verdim. Gözlerinden ihlas ve samimiyet akıyordu. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Tanıştık. Birbirlerini tanıyan eski dostlar gibi samimice konuşmaya başladık. Şehre yeni taşındığımızı, insanların dinden kopuk bir hayat sürdüğünü görünce şok olduğumu, gafletin her tarafı sardığını söyleyip rahatsızlıklarımı anlattım. Sözlerimi büyük bir dikkatle dinleyen Murtaza Amca’nın gözleri yaşarmıştı. Hüngür hüngür ağlıyordu. “Allah’ım! Bu yaşlı adama kötü bir söz mü söyledim?” deyip sükut etmeye karar verdim. Mendiliyle gözyaşlarını sildi. Ardından “Evladım! Atmış yıldır bu acıyı çekiyorum! Çocuklarımı, torunlarımı, akrabalarımı ve şehir halkını İslam’a çağırıyorum. Gafletten uyanmaya davet ediyorum. Bir Allah’ın kulu beni dinlemiyor. Alay ediyorlar benimle. “İslam” dediğim zaman eskilerin masalı zannediyorlar. İlk defa imanlı bir gençle karşılaştığımdan dolayı ağlıyorum. Cehalet her tarafı kaplamış. İslam kalmamış. Allah’ın bu insanlara azabını gönderip helak edeceğinden korkuyorum. Seni görünce ümitlerim tazelendi. Evladım! Ölsem de gözüm arkada kalmaz…”
O ağacın altında görüşmeye devam ettik. “Rahmet ağacı” ismini verdik ona. Üç kere görüşüp bol bol sohbet ettik. Bir daha görüşmek için randevulaştık. Beklenen zaman geldi. Rahmet ağacının altında beklemeye başladım. gelmedi Randevu gününü yanlış anladığını düşündüm. Ancak bir gün sonra merak edip evinin önünden geçerken naaşıyla karşılaştım. Dinden uzaklaşmış sıkıntı şehrinde dostunu kaybeden bir insan olarak derin üzüntülere kapıldım. Dostumu gömdükten sonra mezarından ayrıldığımda kafamı kaldırıp etrafa baktım. Karşı tarafta dağ gibi dikilmiş rahmet ağacına ilişti gözlerim. O vefakar ağaç mahzun mahzun dostunun kabrine bakıyor ve yassını tutuyordu.
Hürseda Haber