Rabbimizin ısrarla üzerinde durduğu ve riayet etmeyenleri kibir ve bozgunculukla nitelendirdiği problemlerimizden birisi “ekini ve nesli helak etme” olgusudur. Bu olgu, insanlık tarihinin hemen her safhasında farklı ifsad örnekleriyle karşımıza çıksa da sanırım; “bilimin hayatımızdaki tek hakikat” olarak algılandığı modern zamanlarda, çeşitlilik ve azgınlık boyutlarıyla zirveye ulaştı. Bu ifsadın en etkili araçlarından birisinin “modern tıp” olduğu söylenebilir. İnsan üzerindeki otoritesini giderek artıran tıp için insan bedeni; bütünlüğü ve saygınlığı korunması gereken bir emanet olmaktan çıktı. Birtakım organ ve dokulardan oluşan, tamir edilebilen, parçaları sökülüp takılabilen bir nesne haline dönüştü. Bireyi ve aileyi aşındıran bu olgu, sağlıklı gelecek nesiller hedefinden uzaklaşıp insan arzularına hizmet eden bir kaygı unsuru olmaya başladı.
İnsanoğlu dünyayı ve kendi sınırlılıklarını aşmak için elinden geleni yapıyor. Bu doğrultuda organların işlevselliğini artırmak, vücuduna işlerlik ve bütünlük kazandırmak için bedenine teknolojiyi entegre etmekten ve imtihana matuf eksikliklere karşı savaş açmaktan çekinmiyor. Bu arzunun zirvesinde ise doğum ve ölüm gibi insanın haddini aşan olgulara dönük çabalar var.
Descartes “Metafizik Düşünceler” adlı kitabında “Ben insan bedeni denilen uzuvlar kümesi olamam.” der. Bu tavırdan da anlaşılacağı gibi Batı düşünce tarihinde bedene karşı olumsuz bir tavır var. Bugün hararetle savunulan “bedensizleşme” ve “cinsiyetsizleşme” hezeyanlarının arka planında bu olumsuz tavrın izlerini bulmak mümkün.
Tıbbın Nesneleştirdiği Beden
19. yüzyıla gelindiğinde beden geçmişte sahip olduğu saygınlığı neredeyse bütünüyle kaybetti. Tam bir meta olarak algılanmaya ve bir “tıp objesi” haline gelmeye başladı. Özellikle patolojik anatominin gelişmesi, otopsi uygulamasının yaygınlaşması gibi etkenler, bedeni, tıbbın müdahale edebileceği teknik bir nesne haline indirgedi. Bir noktadan sonra canlı insan bedeni ile cansız insan bedeni tıbbi açıdan aynı seviyeye düşecekti.
Bugün modern tıp insan bedeni üzerinde kurduğu hâkimiyetle tasarım ve fantezilerini gerçekleştirip adeta insanın yazgısını değiştirmeye yelteniyor. Oldukça kapsamlı hale gelen tıbbın faaliyet alanı “hayatın tıbbileştirilmesi” sonucunu doğuruyor. Böylece tıp, insanlar için olmaktan çıkıp bir kısım imkân sahibi azınlık için genelin kobay olduğu bir araca dönüşüyor.
“Tıbbileştirilen” insan bedeni doğal süreçlerinden kopartılıp uzmanlarının denetim ve kontrolü altına giriyor. Örneğin; tıbbi bir uygulama olan sezeryanla doğum giderek normal doğumun yerini alıyor ve bebeklerin acısız, zahmetsiz, “steril” ortamlarda dünyaya gelmesi hedefleniyor. Ancak fıtrata aykırı bu durum anneyi ve çocuğunu daha fazla tıbba muhtaç bırakıyor. Annenin operasyon sırasında ve sonrasında aldığı ilaçlar, bebeğin anne sütüyle beslenmesine engel oluyor ve yeni doğan bebeklerin beslenmesi de tıbbın bir sorunu haline geliyor. Böylece tıp yeni sorunlarımızın kaynağı oluyor.
Aynı şekilde “yaşlanma” da tıbbileştirilip geciktirilmesi hatta kaçınılması gereken bir durum olarak görülmeye başlandı. Yaşlanma sağlıkla ilişkilendirilmiş, biyolojik olarak imkânsız olmasına rağmen kozmetik ürünler ve birtakım estetik uygulamalarla genç kalmanın sağlanabileceği izlenimi üretilmiş, böylece doğumdan ölüme kadar hayatın bütünü tıbbın alanına dâhil edilmiştir.
Dişlerin beyazlatılmasından yüzdeki benlere kadar ilgilenen tıp; kendimizi nasıl hissettiğimizle, ne şekilde uyuduğumuzla, nasıl göründüğümüzle de ilgilenmekte; yalnızca bedenimize değil yaşam şeklimize de baskın olarak bir biyo iktidar alanı oluşturmaktadır. Olası acıları gerekçe göstererek yaşama sürekli müdahale eden tıp için beden; düzenli bakılması, kontrol edilmesi ve verimli olması gereken; bu yüzden belli aralıklarla check-up yapılan bir makine gibidir!
Özellikle son elli yılda yaşanan gelişmeler bu iktidar alanını pekiştirdi. Antibiyotikler, psikiyatrik ilaçlar, hormon üreten tamamlayıcı teknolojiler, gen manipülasyonu bu dönemin gelişmeleri. Artık organ ve kan hücresi nakli yapılabiliyor, vücuda piller takılabiliyor, ortopedik malzemeler, genetik testler ve tedaviler hayatımızın bir parçası. Bugün yapay organlardan, çoklu genetik yapıdaki embriyolardan, insan-hayvan-bitki genlerinin karışımı ile meydana getirilecek canlılardan, kopyalamadan, klonlardan elde edilecek organlardan, sürekli yenilenecek ve hastalığın tedavisi bulunana kadar dondurulabilecek bedenlerden bahsetmek mümkün hale geldi.
Bugün “organ kaçakçılığı ve ticareti” bizlere çok uzak olgular değil. Kaldı ki dokular, hücreler ve DNA parçaları görüntüleniyor, ayrıştırılıyor ve birleştiriliyorlar. Bunlar biyo bankalarda depolanıyor, meta olarak alınıp satılabiliyorlar.
İnsanlardan organlarını satanlar ve kiralayanların olması, insanda saygınlık bırakır mı? Bazıları bu durumu normal karşılayarak saygınlığın bedende değil kişilikte olduğunu savunabilir. Ancak aynı kişiler önce, “bedenlerinde doğuştan eksiklik bulunan kimselerin neden eksikliklerini tamamlamak istediklerini” açıklamalı. Kutsal olan kişinin sadece kişiliği değil onun kendisi, tamamıdır. Emanet olarak verilene sahip çıkmak kişiliği belirleyen faktörlerden. Eksik olana rıza gösterip göstermemek durumunda olduğu gibi.
Yaratıcının “Eksik ve Kusurlu” Bıraktığı Alanı Doldurmak(!)
İşte imtihan derecesinde eksiklik sayılabilecek olgulardan birisi de çocuk sahibi olamama durumudur! Yeni üreme teknolojileri ile insanoğlu bu konuda sınırlarını bir hayli zorluyor gibi. Ayrıca bu teknoloji salt çocuk sahibi olamayanların masum isteklerine de cevap vermiyor. Yapay aşılama, kısırlığı giderici ilaçlar, tüp bebek, yumurta bağışı, embriyo bağışı, embriyoların dondurularak saklanması, taşıyıcı annelik, laboratuvarda oluşturulmuş ve henüz anne rahmine yerleştirilmemiş embriyoların testten geçirilmesi gibi teknolojiler “çocuk arzusu”nun laboratuvarlaştırılmış halini gösteriyor. Bu çalışmalar ile doğada “hata olduğu düşünülen bir durum” düzeltilmeye yani teknoloji ile doğada mümkün olmayan bir şey üretilmeye çalışılıyor.
Taşıyıcı annelik, anonim sperm bankaları, menopoz sonrası gebelik için yumurta bankaları mümkün olmayanı üretmeye dönük çabalar. Kızının yumurtası ile aşılanan bebeği doğuran büyük anneler, kişinin ölümünden sonra önceden dondurulmuş sperm ile elde edilen bebekler, ebeveynlerin çocukların birçok özelliğini seçebilmesi, birkaç ebeveynden embriyo üretimi gibi uygulamalar sadece teoride kalmadılar. Örneğin, Güney Amerika’da 48 yaşında bir kadın genetik olarak kızına ve damadına ait üçüzleri doğurdu. Siyahi bir kadın, çocuğunu ırkçılıktan korumak için beyaz bir adam ve kadından beyaz bir çocuk dünyaya getirdi. İngiltere’de bazı doktorlar, kürtajla alınmış dişi bir fetüsün olgunlaşmakta olan yumurtalarını alarak kısır kadınlara eklemek suretiyle kısırlığı tedavi etme çalışmaları yapıyorlar. Bu uygulama başarılı olduğunda fetüs olarak kalmış, asla varolamamamış bir “kadın” doğacak çocuğun biyolojik annesi olacaktır.
Tıbbın amacı, hastalıkları tedavi etmek ve önlemekten, sınır tanımayan insan ihtiraslarını sorgusuz sualsiz gerçekleştirmeye dönüşüyor. Sırf mümkün diye tıp, insanların tüm arzularını yerine getirmeli midir?
Bir kadının; “Benim bedenim benim kararım!” sloganı atması ona nasıl bir özgürlük alanı sağlamalı? Örneğin; babasız olarak dünyaya çocuklar getirme isteğinde ne kadar haklı? Bunun altında, kadınların çocuğu yani bir insanı yalnızca kendi arzularının aracı olarak değerlendirmesi yatıyor. Babasız dünyaya gelecek çocuğun durumu ne olacak sorusu havada kalıyor. Her çocuk babasız kalabilir ancak doğuştan babasız olarak bir çocuğu dünyaya getirme isteği, bencilliğin en uç noktası olsa gerek.
Kimi kadınlar yumurtalarını dondurmaktalar. Bunun sebebi hem ileri yaşlara geldiklerinde doğurgan kalmak hem de dünyaya bir çocuk getirmeden önce hayattan faydalanmak. Uzun bir eğitim sonrası, kariyer fırsatlarını kaçırmak istemeyen genç kadınlar, anne olma fırsatını da kaçırmak istemedikleri için bu teknolojiyi kullanıyorlar.
Yine bazı biyologlar “yapay kuluçka” üzerinde çalışıyorlar. Böylece kadının gebeliğini tamamen dışarıda bırakmayı hayal ediyorlar. Bu ütopyanın mümkün olması durumunda birçok kadının bunu seçeceğine kuşku yok. Çünkü böyle bir yol acısız, zahmetsiz ve kolaydır. Mevcut şartlarda bile “taşıyıcı annelik” uygulamasına başvuran kadınların daha kolay ve üçüncü bir şahsın olmadığı bu yolu tercih etmesi kaçınılmaz. Her alanda rahatı ve kolayı seçen, her tür acıdan uzak durmayı mutluluğun koşulu sayan günümüz insanı bu fırsatı kaçırmayacaktır.
Taşıyıcı annelik daha doğru bir ifadeyle “anne rahminin kiralanması”, bedene bir makine gibi muamele edilmesinin tipik bir örneği aslında. Taşıyıcı anne canlı bir yapay kuvöz olarak iş görüyor. Sözleşme yoluyla bedenin bir kısmını kiralayan kadın, bedenini araçsallaştırıyor. Benliğinin en mahrem yerini başkalarına sunuyor. Kendi bebeğini taşıyacağını hayal ettiği bedenini bir “kuluçka makinesi” seviyesine indirgeyerek kendisini aşağılıyor ve böylece kendine yabancılaşıyor.
Teknolojinin üreme üzerinde kurduğu bu hegemonya ile birçok yeni ahlaki, hukuksal ve sosyal sorunlara muhatap kaldı insan. Kızının yumurtalarını taşıyan anne bebeğin nesi olur? Birkaç ebeveynli bebeklerin ebeveynleri nasıl tanımlanır? Bu kişilerin hak ve sorumlulukları nelerdir? Anonim ebeveynlerden doğan çocuk bu ebeveynlerden doğan diğer kardeşlerini tanıyabilecek midir? Belki de en vahimi bu şekilde dünyaya gelen çocuklar bu durumdan haberdar olacak mı, olacaksa nasıl etkilenecekler? Böyle birçok sorunun cevabını vermek kolay olmasa gerek.
Kısaca anne, baba, kardeşlik, ebeveynlik yani aile kurumu temelden sarsılmakta ve bu güncel sorunlara karşı zayıf düşmektedir.
Zayıf Olanı Kabul Etmeme Hastalığı
Doğum olgusu üzerindeki “bilimsel belirlenimcilik” bunlarla sınırlı değil. Ultrason, gen testi ve çeşitli görüntüleme yöntemleri ile cenin daha anne karnındayken hatta daha embriyo aşamasındayken birçok yönden tespit edilebiliyor. Bu durum “bebeklerin dünyaya gelmesini engelleyen” bir gelişme. Özellikle engelli olduğu tespiti yapılan bebekler buna maruz kalıyorlar. Oysa bu durum bir “öjeni” hastalığı! Öjeni; “en iyi soya ulaşmak için evliliklerin ve ailenin düzenlenmesi” demek. Artık modern teknolojiler ile evlilikler ve aile değil, embriyonun genleri düzenlenmekte veya “kusurlu” bulunan embriyo ortadan kaldırılabilmektedir.
Öjenizm denilince akla hemen Hitler Almanya’sı gelse de bunun daha derinlere inen kökleri var. Örneğin, Platon’un Devlet’inde: “İyi bir soy elde etmek için insanlara müdahale edilebilir.” Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde: “Köpeklerin ve atların yetiştirilmesine özen gösteren insanın kendi soyunu ihmal etmesi anlaşılır bir şey değildir.”
En iyi soyu elde etmek bu ütopyalarda bir ideal ve masum bir arayışken, bugünün teknolojisi sağladığı imkânlarla “en iyi soyu elde etme”yi bir ürün olarak sunuyor. Bu anlayışta kadın-erkek ilişkilerine müdahale anlamsızlaşıyor. Neslin öyle ya da böyle devamı iki farklı cinsin bir araya gelmesine gerek de duymuyor.
Öyle ki cenin görüntülenmesi sadece engelli bebeklerin tespiti için kullanılmıyor artık. Bebeklerin cinsiyetlerini öğrenmek özellikle “kız bebeklerin aleyhine” işleyen bir durum. Erkek çocuk uğruna kız çocuklarına doğma hakkı dahi tanımayan ebeveynler bize uzak değil.
Bilgi ayrıntılandırıldıkça ebeveynlerin arzuları da artmakta, hayati olmayan bazı öznel ölçütlere uymayan cenin ve embriyolar da gözden çıkarılabilmektedir. Örneğin bebeğini geçirdiği testte üstün zekâlı olmadığını tespit eden “üstün zekâlı” ebeveynler gebeliği sonlandırabiliyor. Ailenin bu kararını kişisel bir hak olarak değerlendirmek mümkün mü? Bu düpedüz insanlığa karşı işlenen bir suçtur.
Göz rengi, saç rengi, şişmanlama eğilimi, boy, zekâ, yatkın olduğu hastalıklar vb. hakkında tüm detayların bilinmesi anne ve babaları büyük bir ikileme sokuyor. Hâlihazırda tıp, ebeveynlerin rızasıyla, “yaşamaya değer bir hayat” anlayışına dayanarak bebekleri seçip ayırmakta, daha hastalanma imkânına sahip olacak bir yaşama dahi sahip olamadan “önleyici tedbirler” almaktadır.
Vakti zamanında bir eğitim bakanına sormuşlar; “Eğitim nasıl gidiyor?” diye, “Şu öğrenciler olmasa çok güzel gidecek de…” diye cevap vermiş. Tıp da hastalıkları iyileştirme rolünü çoktan aşmış, eğitim bakanının ironisine karşılık verircesine; kimin yaşamaya değer, kimin de yaşamaya değer olmadığına karar veren bir otoriteye dönüşmüştür.
Tıp bir yandan ölüm döşeğindeki insanların ölmemesi için neredeyse herşeyi yaparken, diğer yandan dünyaya gelebilecek ceninleri, embriyoları değerlendirmeye tabi tutarak yalnızca “en iyilerin” dünyaya gelebilmesine kapı aralamakta, imkân vermektedir.
İnsan Şerefli Bir Varlıktır; Kopyalanamaz!
Bugün şiddetle tartışılan bir diğer konuda “kopyalama”dır. Bilindiği gibi hayvanlar başarıyla kopyalandı. Her ne kadar kanunlar insanların kopyalanmasını yasaklasa da bu konuda yasadışı çalışmaların gizlice yapıldığı biliniyor. İnsan zaten karakter olarak öykündüğü, kendisine olumlu olumsuz örnek aldığı kimseleri taklit ediyor. Kişilik olarak yeri geliyor bir dizi oyuncusunun, yeri geliyor bir sporcunun kopyası gibi hareket edebiliyor. Bununla birlikte, insan biyolojik olarak kopyalanırsa bu kopyanın haysiyetinden bahsedebilmek ne kadar mümkün olabilir?
Kant, “Amaçlar evreninde her şeyin bir fiyatı ya da bir haysiyeti vardır.” diyor. Buna göre fiyatı olan bir şeyin yerine ona uygun başka birşey ikame edilebilir. Bununla birlikte ancak dengi olmayan şeyin bir haysiyeti vardır. Kopyalama işlemi çok sayıda kopyanın üretimine olanak sağlayan ve asıl olanın da değerini yitirmesine sebep olan bir işlemdir.
Yaratıcı tarafından yaratılan her insan biriciktir. Bunlardan birer kopya çıkarmak Yaratıcının rolünü çalmaya çalışan Şeytan’ın işidir. İnsanların genlerine müdahale etmek, biyomühendislikle doğal olan seçilime gerek bırakmamaktadır. Biyomühendisler insan bedeninin genetik kodunu baştan yazacak, beyindeki devreleri yeniden bağlayacak, biyokimyasal dengesini değiştirecek ve hatta yeni uzuvlar geliştirebileceklerdir. Bu da küçük bir “tanrıcıklık” faaliyeti olarak kayıtlara geçecektir.
Genleri manipüle eden “bilim insanları”nın bu çalışmaları ile “yavrularımızı” şekillendirmek ya da başka bir ifadeyle onları programlamak mümkün hale gelecektir. Bu teknolojiye ihtiyaç duymadan çocuklarını kendi arzuları doğrultusunda şekle sokmaya çalışan ailelerin, buna imkân bulmaları sonrası duruma kayıtsız kalabileceklerini düşünmek safça olurdu.
Genlere müdahale etmek bugün birçok ülkede yasak. Bunun yanında olguya ahlaki ve dinî açıdan şiddetle karşı çıkanlar olduğu gibi destekleyenler de var. Hint bilgini K. L. Seshagiri; “Eğer güzel görünüm, güçlü olma, keskin bir zekâ gibi idealler başarılabiliyorsa, gittikçe daha çok insan bu imkânlardan yararlanmalı. Bunda yanlış olan ne?” diyor. Eşyanın en güzeline sahip olma çabasında olan insanoğlunun, çocukları için de aynı arzuyu beslediğini gösteriyor bu örnek.
Burada en beğenilen, en hoş, en yardımsever, en başarılı ve en mutlu çocuğa sahip olmayı istemenin doğal sayılabileceği söylenebilir. Ancak itiraz edilen durum bu vasıflara sahip olma yöntemleri. Yoksa çocuklarının bu tür özelliklere sahip olmasını isteyen bir anne-babanın isteği kendi başına kötü ya da yanlış değildir.
Arzularımız Yeni Frankensteinlere Dönüşür mü?
Bununla birlikte gerekli maliyeti karşılayıp çocuğu daha doğmadan bu vasıflarla donatmak, iyi bir ebeveynlik anlamına gelmez. Parası olanın sipariş üzerine çocuk edinmesi gen manipülasyonunu yaygınlaştıracak, çocuğunun niteliklerini Yaratıcının lütfuna bırakmak istemeyen ebeveynler artacak, diğerleri güç duruma düşecektir. Normal olan çocukların, sipariş çocuklardan geri kalacağı ve ikinci sınıf insan muamelesi göreceği endişesi doğacaktır. Bu durum belki de hiç çocuk sahibi olmamak gibi radikal kararlara sevk edecektir aileleri.
Yeniden üretme, tasarlayarak yeniden ortaya çıkarma çalışmalarının ardında insanın yanlış, hatalı, eksik veya kusurlu bir varlık olduğu düşüncesi yatar. Baudrillard; yanlış, eksik, kusurlu ve hatalı olanın düzeltilmesine yönelik çabaları “estetik cerrahi” olarak tanımlar. Ona göre yalnız insan bedeni değil; aynı zamanda yeşil alanlar, doğa, genler, olaylar ve tarih de estetik cerrahiden nasibini alıyor. Yüz, söz, cinsiyet, beden, irade ve kamuoyu dev bir plastik cerrahi girişimi yoluyla her yerde insanlık dışı bir şekilde yeniden oluşturuluyor.
Tıbbın hâkimiyetini pekiştiren dönüm noktalarından biri de “ölüm tanımının değişmesi” oldu. Buna sebep olan gelişme ise “hayat destek teknolojileri”nde gelinen noktaydı. 1968 yılına kadar ölüm anını belirlemek doktorların işidir ve bu iş için geleneksel ve basit bir ölçüt vardır: Kalp atışlarının durması ve solunumun kesilmesi.1968 yılında Harvard Üniversitesindeki özel bir komisyonun raporu, ölüm için yeni bir ölçüt belirledi. O tarihten beri tıpta “beyin ölümü” diye bir kavram var. Buna göre beynin tamamen öldüğü onaylandığında, hayat destek teknolojileri sayesinde solunum sürse bile hasta ölü kabul edilmektedir.
Ölümün bu yeni ölçütü ile artık canlı sayılmayan bu insanların organlarını başka insanlara nakletmek için “hukuki” bir engel kalmamıştır. Bu yeni ölüm tanımının “organ nakli” teknolojisinin ortaya çıktığı döneme denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. Kalbi atan fakat beyni ölmüş bedenler, olası organ nakilleri için uygundur.
İnsan bedeni giderek kutsallığını yitiriyor. Bedenin çeşitli organları, kemik iliği, deri gibi dokular, kök hücreleri ve üreme hücreleri; depolanan, alınıp satılan mallara dönüştü. Embriyolar insanla insan olmayan muğlak bir eşiktedir. Doğmayan bu canlı, beyin ölümü gerçekleşen hastanın durumuna benzer. Hem embriyo hem de beyin ölümü gerçekleşenler gri bir alanda insan olmakla olmamak arasında belirsiz bir noktada bulunur. “Biyolojik mühendislik” bu iki aşama arasında insana müdahale ederek insan bedenini modifiye ediyor. Kişi istemediği zaman burnunun şeklini değiştirip, vücudunun farklı organlarını büyütüp küçültebiliyor, zayıf görünmek için kaburga kemiklerinden birini ya da fazla yağlarını aldırabiliyor.
Bilim, Sapkınlığı ve İhtirasları Meşrulaştıramaz!
Bu teknoloji ile cinsiyet de birileri için yazgı olmaktan çıktı, bireysel bir tercihe dönüştü. Cinsiyet kişilerin arzularına göre belirlenir oldu. İnsan arzularının sınır tanımadığı günümüzde kadın olmak isteyen erkekler kadına, erkek olmak isteyen kadınlar erkeğe dönüşebilmekte. Cinsiyet değiştirmek isteyen kişinin, bedenini teknolojiye teslim etmesi yetiyor. Sonrası ise psikolojinin işi!
Günümüzde insan vücudu tıp için bitmemiş bir projedir. Durmadan müdahale edilen bir kobay, deney aracı gibidir. Beden radikal bir nesneleştirmeye maruz kalmakta, heveslere ve zevklere göre manipüle edilebilen ısmarlama bir madde koleksiyonuna dönüşmektedir.
Dört milyar yıllık organik yaşamın ardından bilimsel akıllı tasarımla şekillendirilmiş inorganik yaşam çağında hızla sürükleniyoruz. “Bilim insanları” mevcut insandan daha üstün yeni bir insan “yaratma” peşindeler. Aydınlanmadan esinlenmiş bu arzu bugünlere kadar geldi. Dünün toplama kampları, beyin yıkama ve refleks şartlandırma yöntemleriyle yapılmaya çalışılan ancak etkisiz, ilkel ve uygunsuz kalan bu çabalar; bugün beyin cerrahisi, biyokimya ve genetik mühendisliği ile gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Yeni insanın gelişi şimdiki insanın ölümü demektir. Daha az hastalanacak, belki de hastalanmayacak, yaşlanması durdurulacak, hiçbir hesap hatası yapmayacak, bir mankenin beden ölçülerine sahip olacak, daha zeki olacak, hızlı düşünebilecek bir insanın üretilebileceği düşü kimilerinde heyecan kimilerinde ise endişe uyandırmaktadır. Bunun genleriyle oynanmış bir sebzeden farkı yok aslında. Acıları ortadan kaldırmaya, kusurları gidermeye ve performansı artırmaya dönük yeni ancak bizlere benzemeyen bir insan… Bugün günlük hayatında “kendisini yeniden programlayacağını”, “şarja ihtiyacı olduğunu”, “ayarlarının bozulduğunu” soyut olarak ifade eden insanlar, somut hale gelir mi dersiniz?
Bununla birlikte tüm bunların bir maliyeti var ve bu maliyeti her zaman olduğu gibi sınırlı bir azınlık karşılayabiliyor. İnsana “Nereye bu gidiş?” sorusunu sorduran bu gelişmeler umarım insanlığın felaketi olarak karşımıza çıkmaz. Bilimi değil insanı şerefli bir varlık olarak yaratan Rabbimizin vahyini rehber edinirsek umutlu olmamak için bir sebep de kalmaz, inşallah.
Sinan Ön / Haksöz Dergisi Sayı: 348 - Mart 2020
Kaynak: Haksöz Haber