Muhammet Şerif / Yorum – Analiz

Din-i Mubin’e hizmeti ilke edinmiş Müslüman bir davetçi hayatını Allah Teâlâ’ya vakfetmiş kişidir. Mutlak hedefi de, Allah Teâlâ’nın rızasına ulaşmaktır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bu hedefi şöyle açıklamaktadır: "Allah muhakkak ki, Allah yolunda savaşan, böylece öldüren ve öldürülen müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır…" [Tevbe / 111]

Davetçi, her ortam ve her şartta İslam dininin güzelliklerini, emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla vaktini meşgul eder. Onun derdi, insanların Hazreti Muhammed (sav)’in getirdiği yüce dinden, yani Allah’ın kaidelerinden bihaber kalmamalarıdır. O, "Siz insanlar için seçilmiş ümmetlerin en hayırlısısınız. İyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz" [Ali İmran / 110] ilahi çağrının gereğini "De ki, işte benim yolum budur; basiret üzere Allah’a davet ederim" [Yusuf / 108] ayet-i kerimesini şiar edinerek yerine getirmeye çalışır.

Davetçi, insanları her türlü kötülükten sakındırttığı gibi kendiside kötülüklerden ve ilerlemesine engel olan tehlikelerden şiddetle sakınır. Ki davetçinin en önemli özelliklerinden biri, insanlara söyleyeceği bir şeyi ilk önce hayatında uygulamasıdır. Yani davetçi, yapmadığı bir şeyi muhatabına kesinlikle söylemez. Çünkü davetçi, topluma yön veren, etrafındakilere yol gösteren ve hal-hareketleriyle de örnek gösterilen bir şahsiyettir.

Toplumun ilahi kaidelerden haberdar olması ve bu kaideleri hayatlarında uygulamaları bir davetçi için çok önemlidir. Zira davetçi toplumun iman, selamet ve saadeti uğruna, çağın etkili araçlarıyla (parti, vakıf, dernek, televizyon, radyo, dergi, gazete vb.) iştigal edip vaktini harcadığı gibi mal ve canından da hiç çekinmeden vazgeçebilir.

Hayatı boyunca aziz İslam dini uğruna mücadele eden ve Allah yoluna daveti hiçbir zaman nefsanî arzularını gerçekleştirmeye alet etmeyen Üstad Said-i Nursi’nin şu sözleri, bir davetçinin toplumun kurtuluşu karşısındaki düşüncelerini/sevincini açıklamaktadır: "Ben cemiyetin iman ve selameti yolunda ahiretimi feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu! Cemiyetin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gülistan olur." [Tarihçe-i Hayat]

Üstad Said-i Nursi’nin ifadelerinden anlaşıldığı gibi, toplumun ilahi emirlerden ve Efendimiz Hazreti Muhammed (sav)’in sünnetinden haberdar olarak imanını kurtarıp selamete ermesi, Kur’an hizmetkârı bir davetçi için mal ve candan çok daha ehemmiyetlidir. Çünkü toplumu saadette, imanlarının selamette olduğunu gören Kur’an hizmetkârı bir davetçinin çektiği eza ve cefalar, sevinç ve mutluluğa dönüşür.

Davet, `En Hayırlı Meslek`tir

Davet, kulluk mertebelerinin en şerefli olanıdır. Şeytanın tuzağına düşmüşleri dünyevî hiçbir çıkar beklemeden kurtarmaya çalışmaktır. Cehennemin yakıcı ateşine karşı bir uyarıcıdır. Yanlış yollara sapanları doğru yola iletmektir. Çağın iletişim araçlarıyla birlikte diğer etkili araçlarını da vesile kılarak, insanları doğruya yöneltmektir. Eşitliği, adaleti, barışı, sevgiyi, hoşgörüyü, toplumsal birlikteliği yeryüzüne yaymaktır.

Davet, dünyanın en hayırlı ve en faydalı mesleğidir. Fedakârlıktır, samimiyettir, çıkarsız bir zahmet, edipler için rahmettir. Zorluklara katlanma, musibetlere sabretmedir. Muhtelif yöntemlerle insanları hakikate çağırmaktır. Tükenmekte olan bir ömre Allah Teâlâ’nın yardım ve inayetiyle ab-ı hayat sunmaktır; ölmüş kalpleri diriltmektir. Karanlıktan aydınlığa, zilletten izzete, küfürden imana, ilkellikten medeniyete doğru yürümektir.

Davet, davetçinin muhatabına sarfettiği üç-beş cümleden ibaret değildir kesinlikle. Çünkü davet, tevhid önderleri Peygamberlerin ve onlardan sonra gelen halifelerin hakkıyla yerine getirdiği ilahi bir işlevdir; dolaysıyla davetçi için de "kutsal bir görev"dir.

Tevhid önderleri Peygamberler, hayatları boyunca gece gündüz ayırımı gözetmeden insanları Allah’ın birliğine, ezeli ve ebediliğine davet etmişlerdir. Muhataplarından herhangi bir karşılık beklememiş; mükâfatlarını sadece yüce yaratıcıdan ummuşlardır. Muhataplarının kibirlerinden dolayı davetlerine karşılık vermemesi, bu ilahi görevlerini yerine getirmelerine mani olmamıştır.

Bu gerçek, 950 sene davet görevini yerine getiren ulu’l azm (azim sahibi) Peygamberlerden Hz. Nuh (as)’ın hayatında görülmektedir: "De ki; ‘Ey Rabbim, ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam, sadece onların kaçmalarını artırdı. Ve ben, onları bağışlaman için her davet ettiğimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler ve kibirlendikçe kibirlendiler." [Nuh / 5-7]

Davetçi İçin `Siyaset` Dahi Bir `Davet Alanı`dır

Tevhid önderleri Peygamberlerin yolunu sürdüren ve İslamî hassasiyetleri her şeyden üstün tutan Müslüman bir davetçi, her şart ve ortamda misyonunun yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirmeye çalışır. Bunu yerine getirirken çağın etkili araçlarını da, İslamî kaideleri gözeterek kullanır.

Aslında davetçinin ne ile uğraştığı, nerde ve ne zaman ne iş yaptığı pek önemli değildir. Önemli olan, kutsal bir görev mahiyetindeki daveti hakkıyla yerine getirebilmesidir. Çünkü Kur’an’a hizmeti şiar edinmiş bir davetçi için diğer tüm alanlar olduğu gibi `siyaset` dahi bir `davet alanı`dır.

Siyasetle iştigal eden hassasiyet sahibi davetçilerin misyonuyla ilgili en güzel tespiti Şehid Hasan el Benna yapmıştır. İmam el Benna, şunları der: "Kardeşlerim! Kur’an sağımızda, sünnet solumuzda olduğu halde yola koyulmuşuz. Gayemiz; insanları İslam’ın emir ve yasaklarına davet etmektir. Bizim siyasetimiz bundan başkası değildir. Tüm insanlık şahit osun ki, biz böyle siyasileriz. Kardeşlerim! İslam, iki dünya mutluluğunu garantileyen bir siyasete sahiptir. İşte siyasetimiz onun ta kendisidir."

`Siyasete İslamî renk katma` düşüncesi ve `adaleti yeniden tesis etme` düsturuyla yola koyulan "İslam’ın Hür Davetçileri"nin yüklendikleri misyon ve yapacakları siyaset de, insanları İslam’ın emir ve yasaklarına davet etmeyle beraber; temsilden yoksun insanların sözcüsü olmak, dağılmış safları birleştirmek, yanlışları düzeltmek, toplumun faydasını göreceği öneriler üretmek ve ülkenin özlemle beklediği ‘adil siyaset’ yapmak, ayrıca politik cedelleşmeden uzak durarak siyasette davetçinin misyonunun ve ilişkisinin nasıl olması gerektiğini topluma öğretmek olacaktır.