"Rabbiniz buyurdu ki: 'Bana duâ edin, size icâbet edeyim (duânıza cevab vereyim)! Şübhesiz benim ibâdetimden (yüz çevirip) kibirlenenler, yakında zelîl olan kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir!'”

(Mümin Suresi, 60)

Rasulullah (SAV) buyurdu ki:

Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalatu vesselam): "Dua ibadetin kendisidir" buyurdular ve sonra şu ayeti okudular. (Mealen): "Rabbiniz: ''Bana dua edin ki size icabet edeyim. Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" buyurdu." (Mümin Suresi, 60).

(Tirmizi, Tefsir, Gafir, (2973); Ebû Davud, Salat 358, (1479))

“Eğer desen: ‘Birçok def‘a duâ ediyoruz, kabûl olmuyor. Hâlbuki, âyet (Mümin Suresi, 60) umûmîdir. Her duâya cevab var, ifâde ediyor?’

El-cevâb: Cevab vermek ayrıdır; kabûl etmek ayrıdır. Her duâ için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlûbu (istediğinin aynısını) vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbi‘dir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: ‘Yâ hekim, bana bak!’

Hekim: ‘Lebbeyk! (buyur)’ der. ‘Ne istersin?’ cevab ver. Çocuk: ‘Şu ilâcı ver bana!’ der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yâhut onun maslahatına (menfaatine) binâen ondan daha iyisini verir, yâhut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte Cenâb-ı Hakk, Hakîm-i Mutlak (sonsuz hikmet sâhibi); hâzır, nâzır (görücü) olduğu için, abdin (kulun) duâsına cevab verir. Vahşet (yalnızlık) ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla (hâzır olmasıyla) ve cevâbıyla ünsiyete (yakınlığa) çevirir.

Fakat insanın hevâperestâne (nefsinin arzularına taparcasına) ve heveskârâne tahakkümüyle (zorlamasıyla) değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin (Allah’ın hikmetinin) iktizâsıyla (gereğiyle) ya matlûbunu veya daha evlâsını (daha iyisini) verir veya hiç vermez.

Hem, duâ bir ubûdiyettir (kulluktur). Ubûdiyet ise semerâtı (meyveleri)uhreviyedir (âhirete âiddir). Dünyevî (dünyaya âid) maksadlar ise, o nevi‘ duâ ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gāyeleri değil.” (Sözler, 23. Söz, 106-107)