İnzar Dergisi Yazarlarından Dr. Abdulkadir Turan, geçtiğimiz yıllarda kaleme aldığı “Ramazan’da İslam’ı tebliğ etmek” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz.

Dr. Abdulkadir Turan’ın yazısı şöyle:

 

Ramazan’da İslam’ı tebliğ etmek

Bu asırda İslam’ı tebliğ etmeyi, sair İslamî hizmetlerin önünde tutmak için pek çok neden vardır:

İslam’a yönelik fizikî/silahlı saldırılar, Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem henüz Medine’ye hicret ettiğinde başladı ve yüzyıllar boyunca hiçbir zaman durmadı.

Ortodoks Bizans’ın başkenti İstanbul fethedilemeyince Bizans’ın İslam’a yönelik silahlı saldırıları aralıksız sürdü. İslam orduları, zaman zaman Üsküdar’a kadar geldiler. Hatta Trakya üzerinden bugünkü Galata Kulesi’nin bulunduğu semte ulaşıp orada mescid bile inşa ettiler. Ama bir türlü İstanbul’u fethedemeyince Müslümanların ihtilafa düştükleri her dönemde Bizans, İslam âlemine yönelik silahlı saldırıda bulundu, alanını genişletti.

Bizans, Malatya’da katliamlar gerçekleştirirken zaman zaman Halep’in güneyine kadar dahi inip orada bile katliamlar yaptı.

Aynı süreçte Katolik Avrupa da Endülüs üzerinden İslam’a yönelik saldırılarını devam ettirdi. Endülüs’le beraber Akdeniz’de de Müslümanlara karşı başarılar kazanıp Sicilya gibi çok kıymetli bir İslam yurdunu sürece yayarak Hıristiyanlaştırdı.

 

Selçuklular Anadolu’yu fethedip İznik’i başkent edinince Bizans, Müslümanlar karşısında aciz kaldı, Katolik Avrupa ile ittifak kurup İslam’a yönelik saldırılar düzenledi. Haçlı Seferleri denen bu Hıristiyan İttifakı saldırıları, üç asra yayılacak kadar uzun sürdü.

 

Yüzyıllar süren Haçlı saldırıları, İlhanlıların yol açtığı kimi sorunlarla birlikle düşünüldüğünde yüzyıla yaklaşan Moğol saldırıları ile Miladi 13. yüzyılın ortalarında birleşti. Batı’dan gelen Haçlılarla şiddetli bir savaş hâlinde olan Müslümanlar, bir anda kendilerini doğuda Moğol saldırısı altında buldular. Haçlılar, sözde Ehl-i Kitap; Moğollar putperest (pagan) idi. Ama Haçlıların en şeditlerinden IX. Louis, 1248’de Yedinci Haçlı Seferi için Kıbrıs adasına ulaştığında Moğol Hükümdarı Göyük Han, ordu komutanı İlciktay’ı Haçlılarla temas kurması için görevlendirdi. İlciktay, kıymetli hediyelerle birlikte David ve Markus adlı iki Nasuturi keşişi Louis’e gönderdi, ona “Ortak düşman İslam’a karşı” birlikte savaşmayı teklif etti.

 

Daha sonra Papalık tarafından Aziz (Saint, ermiş kişi, veli) ilan edilecek kadar Hıristiyanlığa bağlı Louis, putperest bile sayılmayacak kadar dine uzak Moğolların bu teklifini memnuniyetle kabul etti ve teklifi kabul ettiğini bildirmek için kendisi de ona elçi gönderdi.

 

Allahüekber!

 

Bu o kadar güç bir durumdu ki anlatılması hakikaten zor! Müslümanların hükümdarı Selahâddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Melikü’l-Adîl’in torunu Melik Salih el-Eyyûb hastaydı, sonra savaş sırasında vefat etti.

 

Müslümanlar, böyle bir savaşta iken bir de hükümdarsız kaldılar, buna rağmen bu silahlı saldırının üstesinden geldiler. Müslümanlar, 1250’de Fransız Kralı Louis’i esir aldılar, Moğol Komutanı Ketboğa’yı ise on yıl sonra 1260’ta Ayncalut Savaşı’nda ortadan kaldırdılar. Böylece Batı’yı da Doğu’yu da dize getirdiler.

 

Osmanlı günlerinde de Katolik Avrupa ile Ortodoks Rusya bir olup hücum ettiğinde bile İslam kuvvetleri, savaş meydanlarında hiçbir zaman tam bir yenilgiye uğramadılar.

 

Ne var ki Batı, bu uzun süren mücadelenin Sicilya, Endülüs ve en son yukarıda değinmediğimiz Hindistan sahasından şu tarihi dersi çıkardı:

Müslümanlar, İslam’a bağlılıklarını kaybetmedikleri sürece onları tam bir yenilgiye uğratmak mümkün değildir.

 

Batılılar, bunun için tarihte ilk kez 19. yüzyıldan başlayarak Müslümanları İslam’dan soğutma yöntemiyle İslam’la baş etme stratejisi geliştirdiler.

 

Müslümanların hiç de hazırlıklı olmadıkları bu strateji İslam dünyasını çok yıprattı, İslam dünyasının I. Dünya Savaşı’nı kaybedip tarihinin en büyük istilasına uğramasına yol açtı.

 

Batı, yüzyıllar süren bir mücadelede bizi Hıristiyanlaştıramadı ama Müslümanların siyasi ve askeri üstünlüklerini kaybetmelerinden istifadeyle İslam’ın evlatlarını İslam’dan soğutma projesinde başarılı oldu.

 

Müslümanlar, 20. yüzyılda toparlanıp bu stratejiye karşı donandılar ve evlatlarını İslamî bir şuura kavuşturmakla kalmadılar, aynı zamanda Batı’nın gençlerine de İslam’ı tebliğ ettiler, nice Batılı gencin Müslüman olmasını sağladılar.

 

Batı bu kadar güçlü, Müslümanlar bu kadar zayıf iken elde edilen bu başarı karşısında, Batı, Selâhaddîn’in Kudüs’ü fethinden dolayı kapıldığı paniğe benzer bir paniğe kapıldı ve ABD Başkanı Georg W. Bush liderliğinde yeni bir Haçlı Seferi başlattı.

 

İslam’a yönelik son zamanlardaki silahlı saldırılar, bu son Haçlı Seferi’nin sadece bir ayağıdır. Asıl ayağı ise İslam’a karşı propaganda savaşıdır.

 

Bu çerçevede,

 

İslam’ın evlatları, başta kadın ve çocuklar olmak üzere İslam’dan soğutuluyor.

Dünyanın doğu veya batısında Latin Amerika ve Hindistan’da İslam’ın yeni mensuplar kazanmaması için “İslamofobi” denen bir proje yürütülüyor.

Buna karşı İslam’ın tebliği, İslam’ın hakikatinin anlatılması, seferberlik anlayışı içinde elzem oluyor. Zira Müslümanlar, dil, kalem, klavye ve ekranla yürütülen bu propaganda savaşında Haçlı ve Moğol saldırısı karşısında olduğundan neredeyse daha çok zorlanıyorlar. Tebliğ ehli kimi zaman çaresizlik içinde yoruluyor; yerlerinin gençler tarafından doldurulmadığını gördüklerinde hüzün içinde gözyaşlarına boğuluyorlar.

 

Seferberliğin zamanı olmaz, dolayısıyla bu çağın her anı İslam’ın anlatılacağı zamandır. Ne var ki Ramazan’ın kendisine has bir bereketi vardır. Üstelik, bu Ramazan, bir musibet dönemi Ramazan’ıdır.

 

Musibet zamanları ise insanların en çok dine yöneldikleri dönemdir. Kimi hak dine, kimi din adına batıl bir yola…

 

Kimi görüşlere göre Nûreddin Mahmud Zengî’nin dindarlığının zahitlik boyutuna varması, 1157’de ağır bir hastalığa yakalanmasından sonra olmuş. Müslümanlara karşı ta Fransa’dan kalkıp kara ve denizleri aşarak savaşa gelen IX. Louis’i de Hıristiyan abidliğine yönelten onun ağır bir hastalığa yakalanmasıdır.

 

Ramazan, özellikle,

 

-Zihinleri yanlış fikirlerle bulandırılan,

 

-Kalpleri İslam’dan soğutulan,

 

-Hayatları kabih günahlarla harama büründürülen

 

İslam evlatlarına ulaşıp onlara İslam’ın hakikatini anlatmak için uygun mevsimdir. Şeytanların bağlı olduğu bu mevsimde kalpler yumuşar, günah işleme ortamları azalır, insanlar İslamî bir sohbet bağlamına daha hazır hâle gelir.

 

İmkân, Müslümanın sorumluluğunu artırır. Ramazan’la gelen bu imkân da tebliğ etme sorumluluğumuzu artırıyor.

 

Ama sadece İslam evlatları ile yetinmemek gerekiyor. Dünyanın bir köye dönüştüğü bu çağda, böyle bir savunma hâli hakikaten acizliktir. İletişim imkânları ile yakınlaşan uzaklara uzanıp henüz İslam’a dair hiçbir şey duymamış gayr-i müslimlere de ulaşıp onlara İslam’ı anlatmak gerekiyor. Ramazan’da sevabı artırmak için bu büyük bir fırsattır.

 

Allah’a yemin olsun ki, insanlık İslam’a muhtaç ve İslam daveti, uzaklara İslam’ı götürmeyi strateji edinecek İslâmî oluşumlara muhtaçtır.

 

Burada sakınılması gereken husus,

 

İslam’ın maaşlı memurlar gibi anlatılması ya da öylesine bir mal tanıtımı gibi dile getirilmesidir.

 

Tebliğ (davet, irşad), bir mücadeledir. Mücadelede olan, fitneye uğrar. Fitne, altın ile sair madenleri birbirinden ayırmak için içinde altın bulunan kütlenin ateşin üzerine konmasıdır.

 

Tebliğde bulunanın ateşin üzerine konmayı göze alması gerekiyor. Böyle bir hâl karşısında bile tebliğden vazgeçmeyeceğini, o ölçüde inancında samimi olduğunu muhatabına da hissettirmesi gerekiyor. Hatta hissettirmek yetmez, bizzat ona diliyle söylemesi ve ameliyle bu sözünü ispatlaması gerekiyor.

 

Öyleyse, tebliğ; Hz. İbrahim aleyhisselam’ın uğruna ateşe atıldığı, sonra Arabistan çöllerine düştüğü bir davadır. Kadim şairlerimizin anlatımıyla tebliğ, Ferhatların dağları deldiği bir aşktır, sonsuz bir sevdadır.

 

Ancak, bu samimiyet, bu fedakârlık ve bu sevda ile bu asırda İslam tebliği yapılabilir.

 

Allah rahmet eylesin Ömer b. Abdülaziz der ki, kötü amellerden dolayı umum halk cezalandırılmaz. Fakat bazıları günahları açıktan işler de diğerleri mani olmaya çalışmazsa umum halk da cezaya müstahak olur.

 

Enes b. Malik radiyallahü anh’tan yapılan bir rivayete göre, Hz. Peygamber salallahu aleyhi vesellem, insanların bir kısmı hayra birer anahtar, şerre birer kilittirler… buyurmuşlardır. Semerkândî’ye göre onlardan kasıt, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlardır.

 

Hz. Ali radiyallahü anh’tan yapılan bir rivayette ise amellerin en hayırlısı iyiliği emredip kötülükten alıkoymaktır.

 

Yine Semerkandî’ye göre, her nerede iyiliğin emredilip kötülükten alıkonulması söz konusu ise orada mutlaka sabra ihtiyaç vardır.

 

Zira böyle bir amel, insanın başına mutlaka sabretmesini gerektirecek işler getirir.

 

Tebliğ ehli olup “İslam davetçisi” sayılmak için bunun göze alınması gerekir.

 

Protestanlığın özellikle Evanjelizm kolunda, kişinin hayatında bir kez olsun, birine Hıristiyanlığı anlatması Evanjelist sayılması için şarttır.

 

Ebü’l-Leys Semerkandî Hazretleri de çağımızın uğradığı bu beladan bağımsız olarak hakiki mü’minlerin tebliğ yapan mü’minler olduğunu söyler.

 

Miladi 906, Hicri 294’te vefat eden bu alimin yaşadığı asır, Müslümanların Maverünnehir’de aşırı zengin Samanî Devleti’nde günahlara meylettikleri, henüz Müslümanlaşmamış Türklerin ise İslam’a büyük ilgi duydukları bir asırdır.

 

O gün günahkâr Müslümanlar, sadece günah işlemiyorlardı, günahlarıyla aynı zamanda Türklerin Müslümanlaşmasını da geciktiriyorlardı. Semerkândî, öyle kritik bir ortamda davette bulunmayı hakiki mü’min sayılmanın koşulu gibi ifade etmiştir.

 

Bizim çağımız da herhâlde onun çağından çok farklı değildir: Müslümanlar, yoksul veya zengin günaha meyledince sadece günaha işlemiyorlar, aynı zamanda dünyanın diğer halklarının da İslam’a meyletmesini geciktiriyorlar.

 

Böyle bir ortamda İslam’ı güzel yaşamanın ve hikmetle anlatmanın ayrı bir yeri vardır.

 

Ramazan, bu hayırlı amele başlamak için güzel bir fırsattır.

 

Rabbim, bu fırsatı değerlendirmeyi nasip eylesin… Ramazanınız mübarek olsun…

 

Kaynak: İNZAR DERİGİSİ