Hatemin şöhreti ülkenin sultanının kulaklarına kadar gitmişti. Bir gün sultan, etrafındaki adamlarına:
— Bu Hatem gerçekten dedikleri kadar cömert mi? Diye sordu.
Saray yetkilileri:
— Herkes onun cömertliğinden bahsediyor, diye karşılık verdiler.
Sultan bir müddet düşündü. Sonra:
— Onu denemek istiyorum, dedi. Gerçekten dedikleri gibi mi acaba?
Saray yetkililerinden biri şöyle bir fikir ortaya attı:
— Sultanım, Hatem’in dillere destan bir atı var. Ona siyah inci diyorlar. Bu at o kadar güzel ve hızlı ki görenleri büyülüyormuş. Hatem bu ata gözleri gibi bakıyor, onu yanından ayırmıyormuş. Hatem’i denemek için bu atı isteyebiliriz.
Bu fikir sultanın hoşuna gitti.
— Hemen bir elçi grubu hazırlansın! Diye emir verdi. En seçkin elçilerden biri grubu ona gönderin. Benim adıma ondan siyah atını istesinler. Bakalım verecek mi? Eğer verirse onun şöhretinin gerçek olduğunu anlayacağım.
Elçiler hazırlandılar. Giyinip kuşandılar. Hediyeler eşliğinde Tay Kabilesinin yolunu tuttular. Hatem’in kabilesinin yaşadığı yere varmak için çöllerden geçmek, ırmakları aşmak zorundaydılar.
Elçiler kabilenin otağına yaklaşırlarken çölde büyük bir fırtına koptu. Göz gözü görmez oldu. Allah’tan otağa yaklaşmışlardı. Çok geçmeden otağa vardılar. Çadırların içine kendilerini attılar.
Hatem, sultanın misafirlerini büyük bir saygıyla karşıladı. Onlara hürmette kusur etmedi. Hemen büyük bir ziyafet hazırladı.
Sultanın elçileri gördükleri misafirperverlik karşısında çok memnun kaldılar. Sabaha kadar dinlendiler. Sabahleyin fırtına dinmişti. Elçiler izin isteyip ayrılırlarken sultanın arzusunu da ilettiler.
— Bize karşı sergilediğin misafirperverlikten ötürü gerçekten çok mahcubuz! Dediler. Sultanımızın bir ricası var. Sizin siyah atınızın şöhretini duymuş. Bu atın kendisine hediye edilmesini istiyor.
Bu sözleri duyan Hatem’in başından aşağı adeta kaynar sular döküldü. Büyük bir üzüntüye kapıldı. Ne diyeceğini bilmez bir tavırla:
— Neden gelir gelmez söylemediniz bana sultanımızın isteğini? Ben şimdi ne yapacağım? Sultanıma ne cevap vereceğim?
Elçiler şaşkınlık içinde:
— Ne oldu ki efendim? Diye sordular.
Hatem üzüntü içinde:
— Siyah atı dün sizin için kestim! Diye karşılık verdi. Büyük bir fırtına vardı. At ve deve sürüleri çok uzak bir otlaktaydılar. Gidip onlardan bir tanesini getirmek olanaksızdı. Ben de sizleri aç bırakmamak için yanımdaki tek atı, siyah atı kestim.
Elçiler hayretten ağızları bir karış açılmış olarak:
— Sen o siyah, meşhur atı mı kestin? Diye bağırdılar.
Hatem ciddi bir sesle:
— Ben, Hatem misafirlerini aç bıraktı dedirtmem! Diye karşılık verdi.
Sonra elçileri hediyeler eşliğinde geri gönderdi. Sultan yaşanan olayı duyunca hayranlığını gizleyemedi.
— Hatem için söylenenler, Tay kabilesinin cömert reisi hakkındaki övgüler az bile! O çok daha büyük övgüleri hak ediyor.
KITLIK
Yılların birinde Şam bölgesinde büyük bir kıtlık başlamıştı. Kıtlığın nedeni kuraklıktı. Kuraklık o kadar uzun sürdü ki dereler, pınarlar kurudu. İnsanlar içecek bir damla su bulamaz oldular. Bostanlar, tarlalar, bahçeler, ağaçlar çıplak birer iskelete döndüler.
Kuraklık uzun sürünce kıtlık başladı. Tedbirini almaya çalışan bir avuç zenginin dışında halk açlıkla boğuşmaya başladı. Çocuklar açlıktan ağlıyor, anneler bebeklerine süt veremiyordu.
O yıllarda Şam’da yaşayan bir âlim vardı. Bu âlim dertleşmek için bir dostunu ziyaret etmişti. Dostu âlimi perişan, yüzü sararmış bir halde görünce merakla sordu.
— Molla Ahmet, bu ne hal? Perişansın!
Molla Ahmet üzüntüyle dostuna baktı.
— Evet, Şeyh Hüseyin, gördüğün gibi perişanım!
Şeyh Hüseyin, cübbesinin içinde toparlanarak siyah sakallarını üzüntüyle avuçlayan arkadaşına:
— Ama sen yoksul değilsin ki! Dedi. Durumun iyi. Malın mülkün var.
Molla Ahmet:
Evet, yoksul değilim, diye karşılık verdi. Açlık da çekmiyorum. Benin yüzümün sarılığı açlıktan değil, üzüntüden.
— Üzüntüden mi?
— Evet…
Şeyh Hüseyin:
— Neye üzülüyorsun? Diye sordu. Aç değilsin, çıplak değilsin. Hasta da görünmüyorsun.
Molla Ahmet dostunun anlayışsızlığı karşısında çok kızdı. Dostuna:
— Bir de âlim, şeyh geçiniyorsun! Diye bağırdı. Sebebini bilmiyor musun? Görmüyor musun halkın halini? Bir Müslüman sadece kendini mi düşünmeli?
Şeyh Hüseyin hemen kendini savundu.
— Halkın halini ben de görüyorum. Ama bunda senin ne suçun var ki? Kıtlık, kuraklık senin suçun mu?
Molla Ahmet, şeyh cübbesi içindeki cahil dostuna üzülerek baktı. Sitem dolu bir sesle konuştu.
— Müslüman bir âlim, bir şeyh, Allah’tan korkan bir insan sadece kendini düşünmemeli. Halkı da düşünmeli. Müslüman kardeşlerini de düşünmeli. Komşusu açken tok yatan bizden değildir diyen bir peygamberimiz var. Müslüman kardeşinin ayağına batan dikenin acısını hissetmeyen kişi gerçek imana sahip değildir diyen bir dinimiz var.
Derin bir nefes alan Molla Ahmet sözlerini şöyle sürdürdü:
— Peygamberimiz, onun temiz Ehl-i Beyti, seçkin ashabı böyleydi. Onların yolundan gitmek istiyorsak biz de böyle olmalıyız. Gökleri sarsan çocuk çığlıklarını, açlıktan uyuyamayan bebeklerin feryatlarını, yüzleri sararmış anaların üzüntüsünü görmüyor musun?
Bu sözler karşısında boynunu büken Şeyh Hüseyin:
— Haklısın! Dedi. Bunları düşünememiştim.
Molla Ahmet:
— Anladın mı şimdi benim perişanlığımı? Dedi. Kendim için değil halkım, insanlarım, Müslüman kardeşlerim için üzülüyorum!
Sonra Şeyh Hüseyin’i derin düşünceler içinde bırakarak oradan ayrıldı.
SADULLAH AYDIN- İNZAR DERGİSİ