Osman Gülebak – Analiz-
Muhalefetin gizli saklı yeni bir anayasa çalışması yaptığı geçtiğimiz günlerde hükümete yakın medya tarafından eleştirilirken; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘yeni bir anayasayı konuşmanın vakti gelmiştir’ sözleri, yeni bir tartışma sürecini başlattı. Bu adım kimileri tarafından muhalefetin elindeki kozu almaya yönelik bir hamle, kimileri için de içerdeki sıkışmışlığın etkisiyle gündemi değiştirme çabası olarak yorumlandı.
Bu sürecin sebebi ne olursa olsun, gerçek olan yüzyıldır ‘halka rağmen halk için’ mantığıyla çıkarılan anayasanın ve üretilen politikaların mağduru halkın; yeni, adil ve sivil bir anayasaya ihtiyacı olduğuydu. Belki de bu konuda üzerinde durulması gereken en önemli mesele bu anayasanın nasıl yapılacağı, hangi paradigmaya dayanacağı en önemlisi de ne kadar özgürlükçü olacağı meselesidir.
Şu an dünyadaki mevcut anayasa kavramı, Batı’da 20. Yüzyılda insanların ilgisini çekmeye başladı. 1215 yılında İngiltere Kralı 1. John ile derebeyler arasında imzalanan Magna Carta belgesinin her ne kadar anayasa olarak kabul edilmezse de Batı’daki anayasa çabalarının ilk nüvelerini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Tüm olgu ve kavramlar gibi anayasalar da ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal durumdan bağımsız düşünülemez.
Anayasayı ortaya çıkaran ana sebep, Batı’daki mutlakiyetçi yönetimlere karşı devletin gücünü sınırlandırma çabasıdır. Zamanla anayasalar, devlet gücünü sınırlandırmanın ve özgürlükleri korumanın ötesine geçip devletin örgütlenme biçimini sağlayan metinlere dönüştüler. Sosyalist rejimlerde anayasa görülse bile genel anlamda anayasaların beslendiği paradigmanın ‘Liberalizm’ olduğu açıktır.
Kendi tarihsel ve toplumsal şartlarında doğup gelişen anayasa kavramının, aynı süreci yaşamayan İslam Coğrafyasına iktibas edilmesinin hikâyesi de diğer birebir iktibas edilen kavramlar ve uygulamalar gibi gariplikler ve bir o kadar da acılarla dolu. Kendi tarihsel deneyimlerinden yola çıkarak siyasal bir sistem kuramayan İslam Dünyası, Batıcı aydınların eliyle Batı’yı körü körüne taklit etme hatasından kurtulamadı. Bu da Batı’nın turfandasında yetişen bir sebzeyi bambaşka bir iklimde yetiştirme kadar zor olacaktı.
İslam Coğrafyasına taşınan anayasalar, Avrupa’daki anayasaların aksine halka rağmen seçkinci bir zümre tarafından kurulan ‘Ulus Devletleri’ halka karşı koruma altına alma aracına dönüştü. Anayasa, halkın haklarını teminat altına almaktan çok, devleti ve arkasına sığınan oligarşik yapıların iktidarını koruyan kale görevini gördü.
Türkiye ve benzeri bazı ülkelerde batılı dilde ifade etmek gerekirse, toplum yukarıdan aşağıya doğru modern dünya tasavvurunun verileri ışığında eğitilmek ve terbiye edilmek zorundadır. Bu zorunluluğun bir sonucu da en üst hukuk normu olan anayasaların sivil toplumun tabiî temsilcilerince değil doğrudan ya devlet içinde örgütlenmiş güçler veya politik toplumla sıkı ilişkileri olan seçkin zümrelerce hazırlanıyor olmasıdır. (1)
Osmanlı döneminde 1876 yılında Kanun-i Esasi'nin yürürlüğe girmesi ile birlikte ilk anayasal sistem de başladı. Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1921'de Teşkilatı Esasiye'yi kabul eden Türkiye'de günümüze kadar 4 anayasa değişikliği gerçekleştirildi. Bunlardan sadece 1924'teki, kurucu meclisin kararı ile değiştirilirken, 1961 ve 1982 anayasası darbecilerin eliyle hayata geçirildi. Türkiye'nin anayasal tarihi uzun yıllara dayansa da krizler ve darbeler anayasaların yapımında veya değiştirilmesinde belirleyici bir rol üstlendi. (2)
Bununla birlikte 2007, 2010 ve 2017 yıllarında yapılan referandumlarla anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesinin askerin aksine, seçimle işbaşına geçen siyasi bir parti tarafından yapılması yıllardır baskı altında yaşayan sivil halk için bir umut oldu. Fakat bu süreçte de statükonun katı tutumu ve siyasetin ürkekliği beklenilen değişimi sağlayamadı. Bazı maddelerde yaşanan kısmi değişiklikler dışında tekçi, ırkçı, merkeziyetçi ve inkârcı zihniyetin kodları Anayasada kalmaya devam etti. Yani beklenenin aksine yaşanan değişim, halk ve adalet merkezli değil yine devlet merkezli olmuştu.
İşin garip tarafı ise 15 Temmuz sonrası meydanlarda darbeyi lanetleyen siyasilerin tekçiliği ve ırkçılığı dayatan maddeleri kırmızıçizgileri olarak görmesi ve hâlâ bu tutumlarını devam ettirmesidir. Hâlbuki bu coğrafyada yaşayan halka yüzyıldır kan kusturan, bu maddeler üzerine kendini inşa eden sistemin ta kendisidir. Adına ‘Kürt Meselesi’ dediğimiz on binlerce insanın ölümüne sebep olan sorunun, asıl kaynağının bu yaklaşım olduğu unutulmamalıdır.
Şimdi yeniden yeni bir anayasa gündemi oluşturuldu ama Abdulkadir Selvi gibi bazı yazarların verdiği bazı kulis bilgilerine bakılırsa çok da değişen bir şey olmayacak gibi… Selvi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, devletin üniter yapısının ve anayasanın ilk dört maddesinin korunacağı garantisi verdiğini yazdı. Bu doğruysa yıllardır ayakta tutulmaya çalışılan yamalı bohçaya dönen anayasaya yeni bir yama yapmaktan öteye geçmeyecektir. Ayrıca bu iddiaları besleyen yaklaşımlar da yok değil. Mevcut anayasa tartışmaları halk merkezli yerine yine devlet merkezli yapılıyor.
Adalet, özgürlük, hukuk, kültürel-çoğulculuk gibi önemli meseleler yerine, her iki taraf da yeni Anayasaya sistem odaklı yaklaşıyor. Muhalefet Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi öne çıkarırken, iktidar da Cumhurbaşkanlığı Sistemini teminat altına almaya çalışıyor. Böyle bir yaklaşımın halkımızın sorunlarını yıllardır çözmediği gibi bundan sonra da çözmeyeceği çok açık bir şekilde ortadadır.
Peki, bu konuda ne yapılmalı, nasıl bir yol izlenmelidir?
Öncelikle yeni anayasanın maddelerinden önce nasıl yapılacağı (usul) konuşulmalıdır. Sivil anayasa söylemi birçok insanda ister istemez bir heyecan oluşturuyor. İsmi sivil diye anayasa sivil olur mu? Ya da siyasi bir parti tarafından yapılan bir anayasa sırf siyasilerin eliyle yapıldığı için sivil olur mu? Aslında asker, akademisyen ya da bir siyasi parti tarafından hazırlanan Anayasa arasında pek de bir farkın olmayacağını belirtmek isterim.
Bir insan grubu, bir teşekkül, bilim adamları veya partiler bütün toplum adına sözleşme yapamaz. Sözleşme; tarafların bir araya gelip müzakere yöntemiyle ve mutabakatla ortaya çıkan bir metindir. Eğer bir grubun metni temel alınacaksa bu, bir grubun siyasî ve sosyal tasavvurunun herkes için amir metin haline gelmesi olur ki, bu özünde totaliter bir tutumdur. Kimsenin bir başkası adına hak tanımlama ve tayin etme yetkisi olmamalı.
Halkın tüm farklı kesimleriyle; din, etnik, mezhep ve kültürel tüm gruplarla müzakere yapılmadan ortaya konulan Anayasanın sadece onay için halka getirilmesi halkı mühürdar konumuna düşürür ki bu halkın iradesine hakarettir.
Mevcut darbe anayasasındaki tekçi, inkârcı ve ırkçı tutumlar üreten ve birilerinin kırmızıçizgileri olarak görülen maddeler değiştirilmelidir. İlla ki kırmızıçizgilerimiz olacaksa da o da; adalet, özgürlük ve hukuk olmalıdır.
Bu vesileyle;
-Yeni anayasa muahede (tanıma), müzakere (istişare) ve mutabakat (anlaşma) yoluyla toplumun tüm taraflarıyla ortaklaşa hazırlanmalıdır.(Medine Sözleşmesi gibi)
-Yeni anayasanın ruhu yani paradigması Batı Liberalizm’i değil İslam olmalıdır.
-Yeni anayasada ‘din ve vicdan özgürlüğü’ teminat altına alınarak din seçiminde insanlar özgür bırakılmalı, kimseye baskı uygulanmamalıdır.
-Herkes dinî inancını açıklama, başkasına anlatma (tebliğ etme) hakkına sahip olmalıdır.
-Yukarıdan tüm kesimlere dayatılan tekil hukuk yerine çok hukukluluk ilkesi benimsenerek herkes dinî inancına göre yaşama, yargılanma, örgütlenme, faaliyet gösterme hak ve özgürlüğüne sahip olmalıdır.
-Ve son olarak devlet kendini herhangi bir ideoloji üzerine bina etmemeli ve hiç kimseye bir ideoloji dayatmamalıdır.
Eğer bunlar yapılmazsa dağ yine “fare doğuracaktır…
1-3)Ali Bulaç-İslam ve Demokrasi
2)https://www.yenisafak.com/bilgi/1876dan-gunumuze-turkiyenin-anayasalar-tarihi-2630294/2010-anayasa-referandumu-1227