Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın 2017 yılında sarf ettiği “ılımlı İslam’a geçiyoruz” söylemi, ülkenin gelecekte takip edeceği resmi din politikalarında köklü değişikliklere yönelik bir beklenti oluşturmuştu. Genel beklenti bir taraftan Vehhabi din yorumunun temsilcisi konumundaki resmi ulemanın Suudi politik sistemindeki rolünün zayıflayacağı ve ülkede farklı İslam yorumlarına karşı daha toleranslı bir yaklaşımın ortaya çıkacağı yönündeydi.

Geçtiğimiz hafta gelen Suudi Arabistan’da İslami İşler Bakanlığı’nın “Müslüman Kardeşler tehlikesi” konusunda uyarıda bulunma talimatlarına uymadıkları gerekçesiyle 100’den fazla imam ve vaizi açığa aldığına dair haberler, ülkenin resmi din politikalarında beklenen köklü değişikliklerin epey uzak bir ihtimal olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu. Doğu vilayetindeki Şii nüfusun Suudi dini otoritesini reddeden yaklaşımına ilaveten, bizzat Hicaz bölgesinde bu kadar çok sayıda imam ve vaizin ülkedeki en yüksek dini otorite olan Ulema Yüksek Konseyi’nin politikaları karşısında sergiledikleri tutum, ülkenin içinde bulunduğu ideolojik bölünmenin derinliği hakkında da ipuçları veriyor.

Suud hanedanı ve Vehhabi ulema

Ülke siyasi tarihinde “I. Suudi Emirliği” olarak bilinen siyasal yapı, Muhammed bin Abdülvehhab ile Muhammed bin Suud arasında 1744 yılında Riyad’ın kuzeybatısında bulunan Diriye kasabasında kurulan pakta dayanıyor. Yaklaşık üç yüzyıl boyunca değişmeden kalmayı başaran bu anlaşma gereğince, dini işler Muhammed bin Abdülvehhab’ın, siyasi işler ise Abdülaziz bin Suud’un soyuna ait olacaktır. Her iki tarafın da birbirinin nüfuz alanına müdahil olmaktan özenle kaçındığı ikili bir yapı arz eden Suud politik sisteminde ulema basın-yayın (internet ve sosyal medya dâhil), eğitim, yargı ve yerel polis gibi çok geniş bir dini/politik alanın denetimini elinde tutar. Bütün bunlara ilaveten, kralla haftalık olarak yaptıkları olağan görüşmeler ve önemli konularda yayınladıkları fetvalarla ülke politik sisteminde önemli roller oynayan ulema, Suudi Arabistan’ın perde gerisindeki fiili yönetici kesimi olarak kabul edilmekte.

Neredeyse tamamı Muhammed bin Abdülvehhab’ın soyundan gelen (eş-Şeyh ailesi) Suudi resmi ulemasının benimsediği selefi İslam yorumu, aynı zamanda ülkenin de resmî ideolojisini oluşturuyor. Ülke politik sisteminde ulemanın ve selefi İslam yorumunun gördüğü bu yüksek itibarın temel sebebi, çok sınırlı istisnalar hariç, yönetenlere kayıtsız şartsız itaat doktrininden kaynaklanıyor. Yönetenlere kayıtsız şartsız itaat doktrinini büyük bir ihtimamla savunan Suudi uleması, bu yönüyle ülke politik sistemi olan monarşiye ve yönetici aile olan Suud hanedanına ideolojik meşruiyet sağlayan güçlü bir aktör konumunda.

Son dönemde özellikle ülke siyasetinde profili oldukça yükselen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı cinayetindeki rolü, Filistin meselesine kayıtsız kalarak İsrail’le geliştirdiği yakın ilişkiler ve yine kendi inisiyatifiyle başlatılan Yemen savaşı ve bölgeden yansıyan büyük insani dram manzaraları gibi önemli krizler karşında Suud ulemasının yönetime sağladığı sınırsız destek, ulemanın Suud toplumunda zaten zayıf olan itibarının iyiden iyiye azalmasına yol açtı.

Suud siyasetini yakından takip edenler bilirler ki her ne kadar ülkenin resmî ideolojisi Vehhabi İslam yorumuna dayansa da, bu ideoloji Mekke ve Medine gibi kutsal şehirleri barındıran Hicaz bölgesinde ve Şiilerin meskûn olduğu Doğu Vilayetinde kabul görmemiş, daha çok Orta Arabistan (Necd) kökenli kabilelerin benimsediği bir yaklaşım olarak kalmaya devam etmiştir. Bu durum jeopolitik olarak Hicaz, Necd ve Doğu Vilayeti olmak üzere kabaca üç ayrıksı yapının Abdülaziz bin Suud’un liderliği etrafında 1932 yılında birleşmesiyle oluşan Suudi Arabistan devletinin, aradan geçen bir asra yaklaşan süreye ve harcanan çok büyük çabaya rağmen bir ulus inşa etmekte beklenen başarıyı sağlayamadığının en önemli göstergesi. Yine her iki bölgede, ülkenin kuruluş sürecinden itibaren, Necd kökenli kabilelerin Suudi siyasi sistemindeki ağırlığının yol açtığı huzursuzluk sebebiyle ortaya çıkan çok sayıda muhalefet hareketi ve isyan girişimi de bu sistemin yukarıda bahsedilen zayıflığını simgeleyen önemli bir husus.

Son dönemde özellikle ülke siyasetinde profili oldukça yükselen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Kaşıkçı cinayetindeki rolü, Filistin meselesine kayıtsız kalarak İsrail’le geliştirdiği yakın ilişkiler ve yine kendi inisiyatifiyle başlatılan Yemen savaşı ve bölgeden yansıyan büyük insani dram manzaraları gibi önemli krizler karşında Suud ulemasının yönetime sağladığı sınırsız destek, ulemanın Suud toplumunda zaten zayıf olan itibarının iyiden iyiye azalmasına yol açtı. Zaten Veliaht Prens bin Selman “Vizyon 2030” projesiyle ülke için öngördüğü modern ve iddialı bir ulus inşa etme politikasının önünde ulemayı en önemli engellerden biri olarak görmekteydi. Çünkü ulema tiyatro, dans, müzik, sinema, eğlence merkezleri ve Kızıldeniz sahiline inşa edilecek turizm projelerine, kamuoyu önünde olmasa da sahne arkasında ayak direten en önemli aktör konumundaydı.

“Ilımlı İslam’a geçme” söylemi ne ifade ediyor?

ABD’de 2017 yılında başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump döneminde, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in etkili diplomatik girişimleri ve Jared Kushner’ın kişisel ilişkileri sayesinde, Muhammed bin Selman’ın Suud tahtına çıkabilmesi için ABD önemli bir destek sağladı. 2017 yılı Haziran ayında Kral Selman’ın oğlu Muhammed’i veliaht ilan etmesi ve bu tarihten sonra genç veliahdın giriştiği hanedan içi tasfiye operasyonları ABD’nin bu desteği sayesinde gerçekleşebildi. Hâlbuki Obama döneminde ABD’li karar vericiler Suudi iç siyasetiyle ve Suudi Arabistan’da kimin kral ya da veliaht prens olacağı konusuyla çok da ilgili değillerdi. Ancak Kral Selman’ın 2015 yılında tahta çıktıktan kısa bir süre sonra veliaht prens olarak atadığı ve uzun yıllar Suudi Arabistan içişleri bakanlığı görevini yürüten Muhammed bin Nayif, terörle mücadele alanında ABD ile koordineli yürüttüğü çalışmalardan ötürü Demokratlar ve Başkan Obama nezdinde büyük bir saygınlık kazanmıştı. Zaten Kral Selman’ın tahta oturduktan kısa bir süre sonra Washington nezdinde saygı gören bir ismi veliaht prens olarak ataması, Obama döneminde bozulan Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini düzeltmeye yönelik bir girişimdi.

Bin Selman’ın çiçeği burnunda veliaht prens olarak yaptığı “ılımlı İslam’a geçme” politikasının temelde üç gerekçesinin olduğu söylenebilir: Suudilerin “terörizmi” ideolojik olarak destekledikleri yönünde Batı’da yaygın olan kanaati değiştirmek, terörle mücadele konusunda Batı’da nam salmış kuzeni Muhammed bin Nayif’in bir adım önüne geçmek ve geniş kapsamlı reformlara yönelik ulema kaynaklı itirazlara engel olmak.

İlk olarak, Arap Baharı sürecinde küresel çapta terör eylemleri gerçekleştiren IŞİD, El-Kaide gibi yapılanmaların ideolojik kökenlerinin büyük ölçüde Selefi İslam yorumuna dayandığına yönelik Batı’da yaygın bir kanaat olduğu biliniyor. Suudilerin ideolojik ve lojistik desteği sayesinde özellikle Afganistan savaşında ve Irak’ın 2003 yılındaki işgalinden sonraki süreçte çok sayıda savaşçı bu bölgelerdeki çatışmalara yönlendirilmişti. 2000 sonrası dönemde başta 11 Eylül saldırıları olmak üzere Batı’da düzenlenen çok sayıda terör saldırısının akabinde, teröre ideolojik ve lojistik destek sağladığı gerekçesiyle Suudilere yönelik Batı kaynaklı yoğun bir baskı ortaya çıktı. İşte bu süreçte bin Selman, yeni dönemde ülkesinin geçmişte takip ettiği bu politikanın radikal bir biçimde değişeceği mesajını vermek suretiyle hem ülke içinde hem de uluslararası kamuoyunda kendisine yönelik etkili bir imaj inşa etmeyi planlamaktaydı.

Bin Selman’ın “ılımlı İslam” söylemiyle Suudi Arabistan’daki dini radikalliğin “kökünün kazınacağı” mesajını vermesi, terörle mücadele konusunda Muhammed bin Nayif’in bir adım önüne geçmeye yönelik bir çaba sergilediği şeklinde yorumlanabilir.

İkinci olarak, Muhammed bin Nayif uzun yıllar ülkede içişleri bakanı olarak görev yapmış ve özellikle 2000 sonrası dönemde ABD ile koordineli bir terörle mücadele politikası yürütmüştü. Bu süreçte başta ABD olmak üzere çok sayıda Batılı ülke istihbarat teşkilatlarıyla yakın ilişkiler geliştirmeyi başarmış ve ABD’li Demokratlar nezdinde epey popüler bir isim haline gelmişti. Nitekim geçtiğimiz ay yapılan ABD başkanlık seçimlerini Obama döneminde başkan yardımcılığı yapmış Demokrat aday Joe Biden’ın kazanmasından sonra, Suudi yönetimi halen gözaltında tuttuğu Muhammed bin Nayif’in serbest bırakılmasına yönelik ciddi bir baskıyla karşı karşıya. Bin Selman’ın “ılımlı İslam” söylemiyle Suudi Arabistan’daki dini radikalliğin “kökünün kazınacağı” mesajını vermesi, terörle mücadele konusunda Muhammed bin Nayif’in bir adım önüne geçmeye yönelik bir çaba sergilediği şeklinde yorumlanabilir.

Son olarak, genç veliaht prens ülkede sosyal, ekonomik ve siyasi arenada çok geniş kapsamlı reformlar planladığını kamuoyu ile paylaştı. Gerçekleştirmeyi düşündüğü reformlar Suudi Arabistan’da sadece ekonomik yapıyı değil, kültürel yapıyı da değiştirme vaadi içeriyor. Suudi Eğlence Otoritesi bünyesinde düzenlenen sinema, dans, müzik ve eğlence organizasyonları veliaht prensin bu vizyonunun özeti niteliğinde. Bu reform girişimlerine Suudi siyasi sisteminin önemli bir unsuru olan ulemanın İslam’a aykırılık gerekçesiyle muhalefet etmesi veliaht prensin işini oldukça zorlaştırıyor. Bin Selman da “ılımlı İslam” politikasıyla, ulemanın Suudi politik sistemindeki gücünü zayıflatarak etkili bir muhalefet odağını ortadan kaldırmak istiyor.

Suudi Arabistan gibi politik meşruiyeti önemli ölçüde Vehhabi İslam yorumuna dayanan bir ülkede, bu din yorumuna yönelik eleştiriler ve alternatif İslam yorumlarının, devletin ve hanedanın meşruiyetini tartışmaya açması sebebiyle en önemli tehdit olarak kabul edildiğini görüyoruz.

2014 yılından itibaren BAE ve Suudi Arabistan’da Müslüman Kardeşler hareketinin terör örgütleri listesine alınması ve hareketin küresel çapta terör örgütü olarak tanınması için bu ülkelerin içine girdiği yoğun girişim, “ılımlı İslam” söyleminin, aslında yukarıda da ifade edildiği gibi, hanedan içi mücadelede zemin kazanmaya yönelik bir adım olduğu kanaatini güçlendiriyor. Hareketin yaklaşık yüz yıllık tarihi boyunca hiçbir zaman silahlı mücadeleyi benimsememesi ve büyük ölçüde davet, tebliğ ve insani yardım çalışmalarına yoğunlaşmış olması, Suudilerin “terör örgütü” iddiasının kanıtlanmasını bir hayli zorlaştırıyor.

Suud tehdit algısı üzerine yapılan uzun dönemli çalışmalar, ülkenin silahlı meydan okumalardan ziyade ideolojik meydan okumalara karşı daha hassas olduğunu ortaya koyuyor. Bu yönüyle Suudi Arabistan gibi politik meşruiyeti önemli ölçüde Vehhabi İslam yorumuna dayanan bir ülkede, bu din yorumuna yönelik eleştiriler ve alternatif İslam yorumlarının, devletin ve hanedanın meşruiyetini tartışmaya açması sebebiyle en önemli tehdit olarak kabul edildiğini görüyoruz. Halbuki son dönemde yönetim kademelerinin geliştirdiği “ılımlı İslam” söylemi, devletin farklı din yorumlarına yönelik toleranslı bir yaklaşım sergileyerek farklı inanç ve düşünce sahiplerini ötekileştirmeyeceği vaadini içermekteydi.

Bugün İslami Uyanış (Sahva el-İslamiye) olarak da adlandırılan Müslüman Kardeşler hareketi, ülkedeki en geniş toplumsal tabana sahip olan bir yapı olması hasebiyle Suudi Arabistan’ın bir gerçeği. Suudi yönetimi her ne kadar Arap Baharı sürecinden itibaren tüm faaliyetlerini yasaklasa, önemli isimlerini hapsetse de, hareketin Suudi Arabistan toplumundaki popülaritesini engelleme konusunda pek başarılı olmuşa benzemiyor. Son günlerde özellikle Hicaz bölgesinin önemli merkezleri olan Mekke, Medine ve Kasım şehirlerinde, devletin Müslüman Kardeşleri zayıflatmaya yönelik girişimlerinin imamlar ve vaizler tarafından reddedilmesi, Suudi yönetimini “terörle mücadele” konseptini değiştirmek veya ülkedeki ideolojik fay hatlarının harekete geçmesine kayıtsız kalmak arasında bir tercihe zorluyor.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]