İstanbul / AA / Dr. Nurgül Bekar / Analiz
Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkiler son dönemde oldukça gergin sınamalardan geçiyor. AB bir yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynakları arama girişimlerini bir krize dönüştüren Yunanistan’ın yanında saf tutmakta. Öte yandan Libya meselesinde, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in (BM) tanıdığı meşru hükümetle kurduğu ilişkilerini bilerek terörize etmekte. Her iki konuda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Türkiye’ye karşı bir cephe teşkil etme çabalarını da unutmamak gerek. 10-11 Aralık 2020’de yapılacak AB Liderler Zirvesi öncesinde birlik adeta aba altından sopa göstermeye çalışıyor. Bu çerçevede Brüksel’deki diplomatların zirvede Türkiye’ye karşı cezai yaptırımların masaya getirebileceği söylentilerini şimdiden fısıldaması ilişkilerde AB tarafının söylemlerinin gittikçe sertleştiğini gösteriyor.
Doğu Akdeniz’deki bu gerginlikler ve taraflar arasında güveni sarsacak hamlelerin artması NATO içinde ciddi bir kriz potansiyeli taşıyor.
Geçtiğimiz Pazar günü (22 Kasım 2020) yaşanan son olayla ise AB Türkiye ile ilişkilerinde uluslararası hukuka aykırı bir tutum sergileyerek yeni bir skandala imza attı. Libya açıklarında seyreden Türk bandıralı Roseline-A isimli yük gemisi Libya’daki meşru hükümete silah taşıdığı şüphesiyle AB Akdeniz İçin Deniz Kuvvetleri’nin IRINI (EUNAVFOR MED IRINI) harekâtını yürüten Alman “Hamburg” fırkateyni tarafından durdurularak arandı. Ancak bunu yaparken AB güçleri, dolayısıyla Alman askerleri, ne bayrak devleti Türkiye’nin ne de gemi kaptanının rızasını aldılar. BM’nin Libya’ya uyguladığı silah ambargosu çerçevesinde IRINI harekâtı kapsamında Libya’ya silah ve mühimmat taşıdığından şüphelenilen gemileri arama yetkisi AB güçlerine verildi. Ancak bu yetkiyi kullanabilmek için BM’nin 2292 ve 2526 sayılı Güvenlik Konseyi kararları gereğince Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile istişare ve izin zorunlu kılındı. Öte yandan uluslararası deniz hukuku açısından baktığımızda, açık denizde seyreden, bir başka ifadeyle uluslararası sularda bulunan Türk gemisine çıkabilmek için mutlak surette bayrak devletinin müsaadesine almak gerekiyor. Böyle bir durumda Roma’daki AB Harekât Komuta Merkezi’nin ve gemiyi denetim görevini gerçekleştiren Alman askerlerinin, eğer büyük bir yanılgıya kapılmadılarsa, bilerek ve isteyerek uluslararası hukuka aykırı tutum sergilediklerini, yani kötü niyetli davrandıklarını söylemek için Türkiye’nin elinde çok fazla sebep var.
Baskın NATO için de kriz potansiyeli taşıyor
Türkiye’nin, AB aday ülke statüsünün fiiliyatta işlemediğini göz önünde bulundursak bile, bu olayda dikkat edilmesi gereken birinci husus, Türkiye’nin Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) bir parçası olduğu gerçeğidir. Aynı ittifakta müttefiklik ilişkisi içinde bulundukları Türkiye’nin yük gemisinin BM silah ambargosunu deleceğini düşünmek için AB makamları Türkiye’ye ve uluslararası kamuoyuna şüpheden çok daha fazlasını sunmak zorundalar. Zira müttefik bir ülkenin yük gemisine izin alınmaksızın zor kullanarak çıkmak ne NATO müttefikliğiyle ne BM kararlarıyla ne de uluslararası hukuk kurallarıyla bağdaşıyor. Türkiye’nin meseleyi uluslararası hukuk kanalları içinde halletmeye çalışması daha büyük sorunları şimdilik engellemiş görünüyor. Doğu Akdeniz’deki bu gerginlikler ve taraflar arasında güveni sarsacak hamlelerin artması NATO içinde ciddi bir kriz potansiyeli taşıyor. 1-2 Aralık 2020 tarihlerinde düzenlenecek NATO Dışişleri Bakanları Toplantısında bu konuda doğru mesajın verilmesi, NATO’nun işlevi açısından da önemli. Bu kapsamda AB ile Türkiye arasında yaşanan bu son kriz sadece Türkiye-AB ilişkilerini değil, NATO-Türkiye-AB ilişkilerini de ilgilendirmekte ve etkilemekte.
AB tarafı, Ekim 2020’deki zirvede, Türkiye ile ilişkilerde “pozitif gündem” başlatmak istediğini açıklamış olsa da kullanılan tehdit dili ve atılan hukuksuz adımlar bu yöndeki beklentileri boşa çıkarıyor.
Türk yük gemisinin izinsiz aranması meselesiyle ilgili söylenmesi gereken ikinci bir husus, AB’nin Türkiye’ye karşı sergilediği çifte standart(lar) tutumunu sürdürmekte olduğu gerçeğidir. Bu çerçevede yaptığı yanlışı kabul etmemek adına Alman hükümeti ve AB Komuta Merkezi, gemi arama faaliyetinin kendilerine verilen yetki kapsamında olduğunu iddia ederken, bayrak devletinin izninin alınmamasını gözlerden kaçırmaya uğraşmaktalar. Aynı şekilde olayın kamera kayıtlarında görülen gemideki mürettebata Alman askerlerinin sert müdahalesini, mürettebatın “işbirliği” içinde davrandığı savunmasıyla yok saymaktalar. Konuyla ilgili resmî açıklamalar ve medyadaki diğer haberler sanki Türk yük gemisini uluslararası hukuka aykırı bir şekilde aramak dünyanın en sıradan işiymiş ama nedense Türkiye buna müsaade etmeyerek denetlemenin yarım kalmasına yol açmış ve yine sanki denetleme bitirilseymiş yasadışı bir şeyler bulunabilecekmiş izlenimi vermeye çalışmaktalar. Bu durum Türkiye’ye uygulanan çoklu standartları gözler önüne seriyor. Neyse ki gerek Almanlar gerekse AB Komuta Merkezi yaptığı resmî açıklamalarda, Türk yük gemisinin uluslararası sularda seyrettiği ve yasadışı hiçbir şey taşımadığı gerçeğini saklamayacak kadar insaflı(!) davranmışlardır. Yoksa Türkiye, büyük kısmının NATO müttefiki devletlerden oluştuğu AB örgütünün deniz korsanlığına soyunduğunu düşünmek zorunda kalabilirdi.
AB tarafı "pozitif gündemi" sabote ediyor
Türkiye de AB de 1964’te yürürlüğe giren Ankara Anlaşmasından bu yana çok yol kat ettiler, gelişme gösterdiler. Ancak gelinen noktanın en azından Türk tarafının arzu etmediği bir yer olduğu açık. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin ağır bir şekilde yaşandığı mevcut dönemde sadece aynı ittifak içinde olanların değil, tüm devletlerin birbiriyle işbirliği ve güvene dayalı dayanışma göstermesi ihtiyaçtan öte bir zorunluluk. Zira küresel sorunlar küresel çözümleri gerektiriyor. Türkiye-AB ilişkileri bu açıdan bakıldığında hem bölgesel hem de küresel işbirliğini zora sokacak bir resim sergiliyor. Üstelik AB’nin her fırsatta tehdit dilini kullanması çözüm sağlamak yerine durumu daha da ağırlaştırıyor. Nitekim Ekim 2020’deki AB Zirvesi’nden çıkan karar her ne kadar AB tarafının “pozitif gündem” başlatmak istediğini açıklasa da yaptırımların masada tutulduğu söylemleri Türkiye tarafından bir tehdit olarak algılanıyor. AB tarafının anlaması gereken gerçek, birliğin Türkiye’ye karşı sergilediği yanlı tutum nedeniyle, Türk kamuoyundaki en AB yanlısı olan kesimlerin nezdinde bile AB’nin artık bir inandırıcılığı ve güvenilirliğinin kalmamış olduğu gerçeğidir.
AB kendi içinde pandemi öncesinde de mevcut olan ama pandemi ile birlikte iyice dramatik bir hal alan temel yapısal ve mali sorunlarla uğraşıyor. Macaristan ve Polonya’nın AB politikaları karşısında takındığı tutum, göç meselesi, birçok üye ülkede aşırı sağın yükselişi ve yabancı düşmanlığının gittikçe artması AB’nin dikkatini vermesi gereken önemli meseleler. Hal böyleyken Türkiye ile ilişkilerin popülist ve rasyonel olmayan bir tutumla sürdürülmek istenmesi iki tarafın da güvenliğini tehdit ediyor. Daha da önemlisi AB’nin güvenliği sağlama bahanesiyle Doğu Akdeniz’de Türkiye BM ve NATO üyesi değilmiş gibi davranması bu tehlikeyi büyütmekte. Türk yük gemisinin aranması krizi bir kez daha göstermiştir ki Türkiye-AB ilişkilerinin bu tırmandırmalardan uzaklaştırılarak akılcı bir zemine oturtulma ihtiyacı hem bölgesel hem de küresel güvenlik açısından hayati önem arz ediyor.
Her seferinde Türkiye’den “yapıcı ve olumlu bir tavır sergilemesini” isteyen AB evvela bu tavrı kendisinin sergilemesi gerektiğini göz önünde bulundurmalı. Bu bağlamda ilişkilerin selameti açısından elbette her iki tarafın da yapıcı olması, dolayısıyla Türkiye’nin de AB ile iyi ilişkilerin sürdürülmesi hususunda kalıcı ve istikrarlı bir yol haritası oluşturması ihtiyacı açık. Ancak Soğuk Savaş döneminin aksine 21. yüzyılda zamanın ruhu, içinde bulunduğu coğrafya nedeniyle Türkiye’yi AB üyesi ülkelere kıyasla zorlu güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakmış durumda. Bu sorunlarla mücadele ederken Türkiye’nin AB’nin tehdit edici diline değil, müttefiklik ilişkisinin gerektirdiği dayanışma ve destek veren tutumuna ihtiyacı var. Oysa her fırsatta Türkiye’nin yapması gerekenleri sıralayan AB, siyasi nedenlerle Gümrük Birliği’nin güncellenmesine yanaşmamakta, anlaşmalara rağmen vize serbestisi ve/veya kolaylığı sağlamamakta ve üyeliğe ilişkin süreci Türkiye’yi teşvik edici bir havuç olarak değil, cezalandırıcı bir sopa olarak kullanmakta. AB bu tutumunu sürdürdüğü müddetçe 10-11 Aralık 2020’de gerçekleşecek AB Liderler Zirvesi gibi toplantılardan Türkiye’ye yönelik yaptırım kararlarının çıkması sürpriz olmayacaktır. Ancak o takdirde AB üyelerinin Türkiye’den “yapıcı ve olumlu tavır sergilemesini” beklemelerinin de artık hiçbir gerçekçiliği kalmamış olacaktır.
***Kaynak: Bu analiz “AA”dan alıntıdır. Tüm “alıntı analizler” gibi yazıdaki ifadeler ve görüşler sahibine aittir.