Doğruhaber / haber merkezi
Şey’ ya da onun çoğulu ‘eşya’nın insan nefsi üzerinde bir cazibesi vardır. Kendine bir mıknatıs gibi çeker nefsi. Bir cilveyle arzı endam edince binlercesini gözü kara eder. Mal deryası “şey ve eşya” balıklarıyla çalkalanınca nefis coşar, ne sıla-i rahim kalır ne vicdan. Kardeşin eli kardeşin kanında al al olur, neuzibillah.
Sonra eşyanın, dünyanın-dünyalıkların gönüllerde patlayan bombaları vardır. Teneffüs yoluyla alınıp da nefes darlığına sebep olan zehirli gazları... Adamın arabasının fiyakasına bakar da diğer biri, bir ‘ağğğ!’ çeker ki derinden. Göğsüne saplandı zannedersin hançer, ta sapına kadar.
Ya mü’minin dünyadaki has cenneti olan aileye taalluk eden taraflarına ne demeli! Koltuklar, avizeler, o takımlar, bu parçalar… Falanın evi şöyle, filanın villası böyle... Ve aile muhabbetinin direkleri olan tatlı duyguların takım takım parça parça dönülmez uzaklara göçmesi.
Sathi bir bakışın, Kur’anî olmayan şaşı nazarın eşyaya yüklendiği anlamın çarpıklığı işte böyle her şeyi yanlış yapıyor, bozuyor, tahrip ediyor, nimeti hikmete çeviriyor. Eşya, “Keşke, Karun’a verilenlerin benzeri bize de verilseydi.” ayetinde geçtiği şekliyle sevdalılarına derin ahlar çektirirken aynı eşya, Ukba âşıklarına ne yapıyor acaba? İlginçtir. Eşya bu insanlara, kendisine hiç de ihtimam vermeyen bu insanlara lezzetin en hassını veriyor, onları şükürlerle teşekkürlerle dile getiriyor. İki hayat şekli, biri ‘keşke’lerle diğeri de ‘şükürler’le sürüp giden. Eğer bir mü’min, kadayıfı baklavayı bırakın da sadece su içtikten ya da ekmek soğan yedikten sonra bile şükrediyorsa bu “şey-eşya”nın verdiği lezzettendir. Çünkü şükür lezzetten doğar. Kişi bir lezzet almış ki şükrediyor. Bu biraz da imanın müminin görme, algılama hissetme duyularındaki artış kuvvetiyle ilgili bir konudur. Zira Kur’ân-ı Mecid, kâfirler için def’aten ‘görmüyorlar, hissetmiyorlar’ gibi benzer tabirler kullanıyor ki bu algılama hassasiyeti ayrı bir yazı konusudur. Ama her hâlükârda ilginç bir mevzudur.
Evet, eşyanın elinden en çok çekenler, işkence hanesinde inim inim inleyenler onun has âşıklarıdır. Vefasız yâra gönül vermenin cezasıdır bu. Üstad Bediüzzaman bu konularda çok veciz bir mübelliğdir. Şöyle diyor: “Allah bu gönlü bin bir istidatla yarattı ve ona büyük bir sevgi kabiliyeti verdi ki O’nu, Allah’ı sevesin. Eğer bu sevgiyi ondan alır da dünyalıklara verirsen sevdiklerinin sayısınca acılar çekersin.” Allah’a bağlanmayan gönlün ve kişiyi Allah’a götürmeyen eşyanın kendi sahiplerine yaşattığı dünya cehennemidir bu. “Lehum fi dünya xizyan” yani “Onlara bu dünyada bir azap vardır” ayetinin varlık âleminde tecellisidir aynı zamanda. Eşya böyledir işte. Sağ gösterip sol vurma taktiği…
Evet, tecrübeyle sabittir ki hayat-memat derecesinde kendisine bağlı olduğun eşya eline geçince umduğun hazzın kaçta kaçını bile vermiyor. Ayet “Susayan onu su sanır, vaktaki yanına gelir bir şey bulmaz.” diyor bu hakikat için. Mantıklı olan da bu değil midir? Nihayetinde eşyanın kendisi de Allah’ın malı ve askeridir. Allah’ın emirber bir askeri olan eşya, herhalde Allah’tan mahrum belki Allah’a düşman bir gönlü okşayacak değildir.
Ya Üstad’ın bahsettiği eşyanın zeval anı! Asıl öldürücü olan darbelerin başladığı yerdir burası. Aşk derecesinde bağlı olduğun eşyanın teker teker bir askeri kortej gibi gözlerinin önünden geçerek kayıplara karıştığını görmek. Gençliğin, kuvvetin, elinde kalsa bile artık keyfini alamadığın arabaların, evlerin, bahçelerin... İşte Allah için, Allah’ın yarattığı sevginin başkalarına verilmesi durumunda insanın sevdikleri adedince ah çekmesi, işkence seanslarına yatma anı…
Eşyayı olduğundan daha büyük görmek… Vehmimizden ona, onda bulunmayan değerler vermek, kuvvetler yüklemek… Bir şişe parçasına elmas değerini veren müflis Yahudi tüccarının durumudur bu.
İşkence görmekten zevk alanları çıkarırsak kim bu duruma düşmek ister. Bunun için eşyaya mü’mince bakmak gerekir. Kur’âni bir bakış açısı… Yani eşyanın revnak halinde cuş u huruşa gelen, zevalinde de nice ibretler gören bakış açısı…
Kulakları çınlasın, bu bakış açısına mazhar olmuş olduğunu düşündüğüm candan bir dostum vardı. Görünümünden bir zamanlar çok şaşalı, tantanalı olduğu belli olan ama zaman silindiri altında hırpalanmış her bir yapıya rast geldiğimizde “Kullü şey’ûn halikun illa wechehu” ayetini okurdu. İşte bu, eşyanın alnının ortasına “fena” (yok olma, kaybolma) mührünü vurmaktır. Kalbi, fena bulacak şeye değil baki olana bağlamaktır. Bunu başardıktan sonra artık eşya zeval mi buluyor, zir u zeber mi? Gam değil! Kalp ona bağlı değil ki enkazının altında bahsi geçen acıları çeksin.
Ey gönlüm! Eşya üzerindeki “fena” mührünü sen de gör artık. Beli bükülmüş kırış kırış ihtiyarlarda gençliğin zevalini, kalın duvarlı tarihi harabelerde saltanatların, kasr ve konakların ve bunlardaki eğlencelerin zevalini… Ey gönlüm! Hani, sen de az zevaller yaşamamış değilsin. Zaman silindiri bir güzel üzerinden geçti, ezdi, halden hale geçirdi seni.
Ey dostum! Sen de tarihe hafiften bir dokunsan “zeval, zeval, zeval” çığlığını işitirsin. Fena mührünü görmüş nereye kaçıyorsun. Bu mühür “Kullü şey’un halikun illa wechehu” ayetindeki O’na, Allah’a ‘koş!’ ihtarıdır. Gel ey benim gibi fena firarisi, beka aşığı! Secde vuslatında hep birlikte söyleyelim: “El-baki, El-baki, El-baki...”
Sait Burak
Diyarbakır D Tipi
Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi
Diyarbakır D Tipi
Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi