17 Eylül’de Fransa meclisinde milletvekilleri ve öğrenci sendikaları arasında yapılan görüşmeye, 2018’de Fransa’da Ulusal Öğrenci Birliği temsilciliğine seçilen ilk başörtülü öğrenci olan Maryam Pougetoux’un katılması, bulduğu her fırsatta İslamofobik tutumun dozunu artıran Fransız kamuoyunda yeniden infiale yol açtı. Kendisini feminist olarak addeden iktidar partisi milletvekili Anne-Christine Lang ile Cumhuriyetçi Parti milletvekilleri oturumu terk ederken, Pougetoux’yu ayrımcılık yaparak laiklik ilkesine aykırı davranmakla suçladı. Hem mağdur edilip hem de ortadaki suçun faili olarak damgalanan Pougetoux’nun mecliste bir istişare toplantısında görülmesi bile, İslam alerjisinin önce milletvekilleri arasında, sonra da bütün Fransa sathında yayılmasına yetti. Kendilerini “cumhuriyeti korumaya” adadığını söyleyen milletvekilleri Maryam’a bakarak şu soruyu soruyordu: “Sırada burka mı var?”
Maryam Pougetoux iki yıl önce sendika temsilciğine seçildiğinde de dönemin içişleri bakanı durumu bir skandal olarak nitelemiş, Charlie Hebdo dergisi de öğrenciyi ve başörtüsünü aşağılayan bir kapakla çıkmıştı. Herhangi bir siyasal partinin desteğini alamayan genç öğrenci, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konularında, alelade konuşmanın geçer akçe olduğu ülke konjonktüründe kendisine hatırı sayılır bir destek bulamamış, toplumsal bir fişlemeye maruz kalarak yalnız bırakılmıştı.
Fransa’da geçen yıl gerçekleşen İslamofobik saldırıların yüzde 70’inin Müslüman kadınlara yöneldiği göz önünde bulundurulduğunda, Maryam Pougetoux’nun uğradığı bu linçin pek de şaşırtıcı olmadığı anlaşılabilir. Fakat gerçekleşen son olay, yasal bir şekilde seçilmiş, mecliste bulunup milletvekillerine öğrencilerin sorunlarını anlatmak uhdesini kuşanan bir öğrencinin görmezden gelinmesi ve daha da ileri gidilerek onun Fransa siyasal ve toplumsal hayatı için bir tehlike arz ettiğinin altının çizilmesi, Fransa’da Müslüman olmanın ne kadar zor olduğunu gösterirken, başörtülü Müslüman kadın olmanın ise kişiyi toplumsal hayattan ve kamusal alandan tamamıyla silinmek tehlikesiyle karşı karşıya getirdiğini de gösterdi.
Bir yandan, İslam’ı “cumhuriyet değerleri içinde eritmeyi”, anayasada geçen tabirle “asimile etmeyi” öngören ve bunu da “İslam’ın varlığına karşı değiliz” ambalajı içinde “Fransa İslam’ı” projesiyle duyuran Fransız hükümeti, esasında dinini gündelik hayatın en doğal ve rutin pratikleriyle yaşamaya çalışan Müslümanların varlığına dahi karşı olduğunu, tüm siyasetini ve kamuoyunu bu metotla şekillendirdiği bir kez daha açık etti.
2019 yılı, Fransa’da başörtüsü mücadelesinin başlamasının 30. yılıydı. 1989 yılında Creil’de, lisede okuyan iki başörtülü öğrenci öğretmenleri tarafından “laiklik ilkesine muhalefet” gerekçesiyle dersten atılmış ve Fransa, nihayetinde başörtülü Müslümanların da toplumlarında faal birer özne olarak yer alabileceğini görmüştü. Bu dönemde okulu haklı gören mahkeme kararı Danıştay tarafından bozulsa da, geçen 30 yıl Müslüman kadınların omzundaki yükü sürekli olarak artırdı. 1989 tarihinde esasında, toplumsal hayatta tartışılmayan, “gelip geçici göçmen azınlıklar” olarak görülen Müslümanların, Fransa’da kalıcı olduğunun anlaşıldığı tarihti. Ucuz işgücünden yararlanılan göçmen işçilerin çocukları ve torunları artık toplumsal alana nüfuz ediyor, okullarda okuyor, iş hayatına kendi kimlikleriyle atılmak istiyordu. İktisadi açıdan yararlı olan pasif göçmen topluluklar, ilk kez Fransız toplumunun tam ortasında kendilerini bir kimlik sorunu olarak gösterdiler. Yabancı düşmanlığı ve artan İslamofobik söylemle, bu kimlik sorunu da sürekli kaşınan ve her bir yandan atılan bombaların hep Müslümanların, bilhassa Müslüman kadınların kucağında patladığı bir zemine evrildi.
Sadece son yıllarda devlet marifetiyle sürekli manipüle edilen İslamofobik anlayışın, Müslüman kadınlara yönelik tutumlarına bakmak bile, atmosferin nereye doğru gittiğini görmek için yeterli olacaktır. 2004 yılında ilk ve orta dereceli okullarda başörtüsü takmak yasaklanırken, 2013 yılında özel sektörde çalışan başörtülü kadınların iş güvenliği gerekçesiyle işten atılmaları Yargıtay kararıyla kolaylaştırıldı. 2016 yılından itibaren, halka açık plaj ve havuzlara “burkini” (haşema) ile girmek yasaklandı, pek çok başörtülü kadın kamu hizmeti alırken kıyafetlerinden dolayı hakarete veyahut ayrımcılığa maruz bırakıldı ya da özel sektörde ayyuka çıkmış ayrımcı tutumla işsizliğe mahkûm edildi. Tüm bu sınavlardan sıyrılabilen başörtülü kadınları bekleyen şey ise 2019 yılında alınan ve akıllara durgunluk veren bir karar oldu: Başörtü takan velilerin, çocuklarının okul gezilerine, müsamerelere ve veli faaliyetlerine katılmaları, bir güven ortamı oluşturulması ve dinsel simgelerin kamusal alanda görünmemesi gerekliliği öne sürülerek yasaklandı. Yani, kamusal alandaki tüm ayrımcılıkları sindirmeyi göze alan, kendi kimliğiyle sıradan bir yaşam sürme ısrarını sessizce sürdürmeye itilen kadınların önüne yepyeni bir ayrımcılık pratiği çıkarıldı.
Toplumda aktif olarak rol almazken görmezden gelinen, banliyölere, şehir kültürünün, sosyoekonomik politikaların dışına itilen göçmenler, toplumda aktif ve kendine yeten bir öznellik kazandığında ise bu sefer dikkatlerin üstlerine yöneldiği, tüm rutinlerinin “cumhuriyet değerleri” kisvesi altında peşin hükümlü bir incelemeye maruz bırakıldılar ve bunların sonucunda da toplumdan silinmesi gereken yabancılara dönüştürüldüler.
Bu noktada, Fransa’da İslam’ın görünür hale gelişinin en öndeki müsebbibi olan başörtülü kadınlar da devletin onları yabancılaştıran bu toplumsal müdahalelerinin ilk kurbanı oluyorlar. Başörtülü kadınların toplumsal alanlarının sürgit daraltıldığı bu durumun içinde, “Sırada burka mı var?” diyerek Pougetoux’nun varlığını dahi reddeden Fransız milletvekillerine, Müslüman kadınların temel hak ve özgürlüklerinin sırasının ne zaman geleceğini sormanın zamanı geldi de geçiyor.
kaynak; ortadoğu haber