Mehmet Emin Özmen / Araştırma / doğruhaber
 
MUSTAZAF ŞEHİTLER

Şehidlerin hikâyesi tarihin en şerefli sayfalarını oluşturur. Habil ile başlayan bu kervan yol almaya devam ediyor. Habil’in adağını samimice sunması ve Rabbine teslimiyetinin bir ikramıydı şahadet. Daha sonra kimler geldi, kimler geçti bu kutlu kervandan.

Aslında şehitlerin en mustazafları bu ülkenin Güneydoğu’sunun İslami kesiminin verdiği şehitlerdi. Çünkü izzetli duruşlarını yine bu ülkenin Batısındaki kardeşleri bile anlayamamıştı. Bizler def yerine plastik bidonlar eşliğinde ilahilerimizi okurken, onların orkestraları vardı. Müslümanlara dayatılan teslimiyet, hicret veya öldürülme şıklarından sonuncusunu seçişimiz, destansı bir mücadele hayatının başlangıcı olsa bile hala kalem, kelam ve konferans Müslümanlarını ikna edememiştik. Güneydoğunun İdil’inde bir Müslüman’ın başına, İslam düşmanları bir kelle soğan kadar değer biçmiyorken, sokaklarda alınlarından vurulup, tertemiz yatan arkadaşlarımızın cenazelerini kaldırmak için Batman’dan kardeşlerimizi bekliyorduk. O sırada, kalem ve kelam sahipleri hala konuşuyorlardı. Bize şahadet onlara edebiyat payesi düşmüştü.

ŞAHADET AYI: ŞUBAT
Şubat ayı diyoruz ya. Hatıralar depreşiyor beynimde. Bir Said’imiz vardı, yakışıklı mı yakışıklı. Bazen takılırdık kendisine neden Yeşilçam’a gitmiyorsun diye. Ama Said’in aşkı başkaydı. O ötelere göz dikmişti.

İdil’in puslu, kanlı dönemine giriyorduk. İman ateşten gömlek olmuştu. Kafamızda binlerce tilki “Vazgeç bu işten, İslam sana mı kaldı?” diyordu. Aşiretler gelip bir bir lisemizde okuyan oğullarını, sözde kurtarmak için alıp köylerine götürüyorlardı. Said de bunlardan biriydi. Ailesi gelip O’nu köye götürmüşlerdi. Bir hapis hayatı başlamıştı Said için. Ama kurtulması gerekiyordu. Nitekim o da öyle yaptı. Kardeşleri İdil’de ölüm ile burun buruna iken o öylece oturamazdı. Kapatıldığı yerden kaçtı özgürlüğe doğru. Dağlara vurup, Ferhad’ın Şirin’e koştuğu gibi şahadete koştu. Geldi İdil’e. İmdada yetişen biri edasıyla bir arkadaşın evinin avlu duvarından atladı içeriye. Pat düştü şahadeti bekleyen bir başka arkadaşının önüne. Sarıldılar. “Ben kaçtım, geldim abi” diyordu Said. Sonra kendisine, bir arkadaşın onu rüyada şehid olduğunu gördüğünü söylemiştim. O da “Keşke” diye cevap vermişti bana. Şehidler Kervanı daha yeni yeni yola çıkıyordu bölgemizde. İlk yolcularından biriydi Said.

Derken 1992 yılının 19 Şubat’ı gelmişti. Cizre’de bir alim ötelere göçmek üzereydi. Molla Zeki tüm hazırlığını yapmış, kanıyla Tevhid ağacını sulayacaktı. Kaş-göz hakaretlerinden tutun ekonomik boykota kadar her türlü meşakkate maruz kalan Şeyhimiz, Şubat ayının bu soğuk gününde bombalı suikasta uğramıştı. Kanı ile Allah kelimesini yazmıştı can vermeden önce. Cenazelerimizi kaldıracak durumumuz olmadığı için çevre yerlerden kardeşlerimiz yardıma gelmişti. Ancak arkadaşlarımız bir daha rahatsız olmasın diye Said de kervana katıldı. O da hemen Molla Zeki’nin ardından şehid olmuştu bir sokakta. Yarım saat kalmıştı yerde. Onu hastaneye götüren olmamıştı. Bir balıkçı görmüştü yerde yatan Said’i. Neyse yetiştirdiler sağlık ocağına. Bu arada akşam olmuştu. Soy ismimiz onunki ile bir olmadığı için cenazemizi vermiyorlardı. Ancak ertesi gün ailesine haber verilebildi. O gece Said hastane odasında kaldı. Bu arada kardeşlerimiz Şeyh Zeki’yi Rabbi Rahim’e teslim edip bizim şehidi teslim etmeye gelmişlerdi. Sağlık ocağındaki doktor; “Ben bu kadar yıllık doktorum. Said kadar güzel ölü görmedim. Sanki kalkıp benimle konuşacak gibi duruyor.” diyordu. Konvoy aldı Said’i, teslim ettiler kutlu kervana.

Yine bir Şubat şehidi düştü aklıma. Düşmanın acziyetini ortaya koyan bir şehid: Molla Gıyasettin Barlak. Molla Gıyaseddin beyaz tenliydi. Saçı, sakalı, kirpikleri, tüm vücudu beyazdı. Yani Albino hastasıydı. Bu nedenle gözleri iyi görmüyordu. Kitap okuduğu zaman sayfayı tam gözüne yapıştırmak zorunda kalıyordu. Bazen kardeşler kendisine; “Sakın gece karanlığında karşımıza çıkma, bir melek zan edip korkabiliriz” diye takılırlardı. Hastalığı nedeniyle kendisini ziyarete giden kardeşlere, “Ben böyle yatağımda ölmek istemiyorum” diyerek gözlerini ötelere diktiğini beyan etmişti. Bir Ramazan ayında, 23 Şubat 1994’te teravih namazından çıkıp evine giderken, yolda şehid edildi. Daha 28 yaşındaydı. Ama bu kısacık ömre çok şey sığdırdı. İslami bir gelecek için çok çalıştı. Gençlere kitap dağıtıyor, hediyeler alıyor, sohbetler düzenliyordu. Faaliyetleri karanlık odakları rahatsız etmişti. Bu nedenle gözleri tam olarak görmeyen bu genç seydayı ortadan kaldırma kararı almışlardı.

KERVAN YOLA DEVAM EDİYOR
Aslında tabiat ile birlikte sanki daralıyor çember. Ocak ayından itibaren hazırlık yapıyor kervan. Ocak’ın 7’si, 17’si, 27’si derken şehitler başlıyor yürüyüşe. Ama Şubat dedik mi, İlkbahar’a yakın olması hasebiyle yolcular sıklaşıyor. 40 bin Hama şehidi, İskilipli Atif Hoca, Erbilli M. Esad Efendi, İmam Hasan El-Benna, Seyh Said ve arkadaşları, Malcolm X, El-Halil Camii şehidleri, Şeyh İzzeddin El-Kassam, Seyyid Abbas Musavi, Şeyh Ragıb Harb, Şeyh Şamil, Süleyman Akyüz, Metin Yüksel…
Ocak, Mart, Nisan ve diğer ayların bir farkı yoktur şahadet açısından. Ama yüzlerce alim ve dava lideri Şubat ayında şehid olduğundan bu aya ayrı bir önem vermek gerekiyor. Peygamber’in bile “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki Allah yolunda ölüp dirilmeyi sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi ve yine öldürülmeyi isterdim.” diyerek özlemini dile getirdiği bu mertebe, özellikle Şubat ayında işlenmeli, anlatılmalı ve bir sonraki nesle miras bırakılmalıdır.

Adlarını anamadığımız ve Şehid-1, 2 ,3…… diye devam edip uzayıp giden kasetlerde ismi geçen yüzlerce yiğidi minnetle yad ediyoruz. Onlar birbirlerini sokaklarda gördüklerinde Asr suresini okuyup öyle selamlaşırlardı. Şehid olma duasıyla kendilerinden önce şehid olan arkadaşlarının elbiselerini giyip dışarıya çıkarlardı. Vedalaştıklarında şehid olabileceklerini hesaba katıp helalleşirlerdi. Çoğu ekonomik boykot altında olduklarından karınları aç bir şekilde şehid olurlardı.

BİR ANEKDOT:
Bu açları doyurmaya çalışan Seyyid Hüseyin ve Hasan’ı anmadan geçmek olmaz elbette. Çünkü İdil ve Cizre mustazaf civanmerdleri yiyecek ekmek bulamıyorlarken, Seyyid Hüseyin arabasının arkasına atabildiği gıda maddelerini onlara yetiştirmeye çalışıyordu.

Konunun hassasiyetini belirtmek için yine İdil’den bir olayı aktarmak isterim. Üç arkadaşın evleri aynı avluya çıkıyordu. Bunlardan birisinin çok çocuğu vardı. Hemen hepsinin yiyecek bir şeyi yoktu. İlçeden insaflı biri durumu fark ettiğinde, gidip fırından bir çuval ekmek almış. Ancak bu kişilerin kapısına varıp vermeye cesaret edemediğinden, duvarın üstünden ekmek çuvalını atmış. “Pat” diye bir ses gelince bu üç aile çocukları ile birlikte dışarı çıkmışlar. Bakmışlar ki avlu duvarının dibinde bir çuval duruyor. Tabi korku had safhada. Avluda duran patlayıcı dolu bir çuval olabilirdi. Uzun uzun sopalar vasıtasıyla çuvalı evire çevire açmışlar. Bir de ne görsünler. Çuval mis gibi kokan fırın ekmeği ile dolu. Çocuklar saldırmışlar. Ama babaları engel olmuş: “Hiç kimse yemesin, bizlerin aç olduğunu biliyorlar, zehirli ekmek göndermiş olabilirler.” demişler. En sonunda biri kendisini feda ederek; “Ben yiyeceğim, eğer bana bir şey olursa siz yemezsiniz” demiş. Ekmekten bir parça almış, yemiş ve bir süre beklemiş: “Kardeşler bu basbayağı ekmek yahu, herkes yesin” demiş. Çocuklar saldırıya geçmiş. O gün katıksız olan fırın ekmeği pişirilmiş bir kuzu gibi gelmiş kendilerine.

İşte Seyyid Hüseyin ve Hasan böyle insanları doyurmak için çaba harcıyorlardı. Ama beyaz renkli stejen arabaları göze batmaya başlamıştı. En sonunda Cizre’ye yakın bir noktada yollarını kestiler. İkisini kaçırdılar. Sonradan duyduğumuz kadarıyla vücutlarına naylon erite erite şehid etmişler. Şu anda ziyaret edeceğimiz bir mezarları bile yok.
Kalem, kelam ve konferans Müslümanlarına duyurulur.