İstanbul / Dr. Yaşar Demir / Analiz

Fransa’da seçimlerde halkın oyunu almak için projeler sunulması, vaatlerin izah edilmesi yerine İslam’la ilgili (çoğu zaman gerçeği yansıtmayan ve entelektüel taifesinin analizleri üzerine bina edilen) fikirlerin öne çıkarılması, artık herkesçe kanıksanan bir durum haline geldi. Ağır ithamların, suçlamaların ve genellemelerin tahammül sınırlarını zorladığı bir eşiğe doğru ilerlediğimiz şu günlerde, Fransız toplumunun İslam konusunda aydınlatılması bir yana dursun, birilerinin adeta iç huzuru bozma yönünde gayret içerisinde olduğu aşikâr.

Bugün ortaya konulan İslam algısının elbette bir geçmişi var; 11 Eylül saldırılarının bir milat olarak kabul edilmesi boşuna değil. Gerçekten de bu tarihten sonra (Avrupa’da en fazla Müslümanın yaşadığı ülke olan) Fransa’nın, ABD öncülüğündeki Batı dünyasının (Afganistan ve Irak’la ilgili olanlar başta olmak üzere) ortaya koyduğu yıkıcı politikadan etkilendiğini kabul etmek gerekiyor. Böylece, Filistin meselesinde Müslümanlardan yana tavır takınan ve büyük bir teveccühe mazhar olan bir Fransa’dan, hukuki dayanağı olmadan Afganistan ve Irak işgaline destek veren bir Fransa’ya doğru ani bir yöneliş meydana geldi. Bu politika elbette iç kamuoyu nezdinde de etkisini gösterdi. Kamuoyundan destek sağlandığına inanılmış olunmalı ki 18 Mayıs 2004’de çıkarılan yasayla ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilerin ve öğretmenlerin “dini sembol” taşımaları yasaklandı. Akabinde bu yasak yaygınlaştı ve başörtülü çalışanlara yönelik psikolojik baskılar arttı. Örneğin haklı işten çıkarma sebepleri arasına başörtülü olma durumu da dahil edildi. Temel hak ve hürriyetlerin alabildiğine geniş olduğu Fransa’da, bir anda Müslümanlara yönelik kısıtlamalar ve baskılar görülmeye başlandı. O zamana kadar Fransa’nın iç siyasetinde Müslümanları ciddi anlamda ilgilendiren bir gündem yoktu. Fakat bu tarihten sonra, artık Müslümanların sosyal hayatları, gelenekleri görenekleri, yedikleri içtikleri, İslami hassasiyetleri Fransa’da vazgeçilmez tartışma konuları arasına girdi.

Çok geçmeden, aşama aşama ilerletildiği anlaşılan yasaklar silsilesinin uygulamaya sokulduğunu gördük. Yine ani bir kararla, başörtülü fotoğrafın resmî belgelerde yasaklandığı ve peçe takmanın suç kabul edildiği 11 Ekim 2010 yasasıyla karşılaşıldı. Müslümanlar bu defa psikolojik olarak daha ağır bir sorunla karşı karşıya kaldılar. Zira doğrudan aile içi dengeleri sarsma potansiyeline sahip bir yasaklamaya muhatap oldular. Dikkat edilirse, bu yasakların birinci derece muhatabının hep kadınlar olduğu görülür. Onların eğitim hakları engellenmiş, çalışma şartları daraltılmış ve giyim kuşamlarına müdahale edilmiştir.

Ağır ithamların, suçlamaların ve genellemelerin tahammül sınırlarını zorladığı bir eşiğe doğru ilerlediğimiz şu günlerde, Fransız toplumunun İslam konusunda aydınlatılması bir yana dursun, birilerinin adeta iç huzuru bozma yönünde gayret içerisinde olduğu aşikâr

Buraya kadar en çok tartışılan temel konular olması hasebiyle sunduğumuz yasakların, belli bir hedefle uygulamaya konulduğunu müşahede etmek gerekir. Öncelikle sorulması gereken soru, Fransa iç siyasetinde Müslümanlara yönelik ani bir yaklaşım değişikliğine neden gidildiğidir. Zorla bir entegrasyon süreci başlatılarak netice alınacağı ve Müslümanların sindirileceği mi öngörüldü? Özellikle entelektüel camiada İslam’ı öğrenmeye yönelik ciddi bir eğilim ve iştiyak söz konusu olduğundan, milliyetçi ve dinci çevreler buna engel olmak için harekete mi geçtiler? Öyle ki Ortaçağ refleksiyle hareket etmekten çekinmeyerek, Müslümanları Fransız değerlerine uymayan zorbalar, baskıcılar ve yasakçılar olarak göstermek suretiyle bir karalama kampanyası yürütmeleri nasıl bir planın sonucuydu?

Bu sorulara Fransa’da İslam üzerine çalışan, araştırma yapan kişilerin iyi kötü verecekleri cevaplar vardır. Fakat bu cevaplar Arap Baharından sonra yaşanan süreçte daha farklı olacaktır. Zira Arap Baharında Müslüman coğrafyalarda, özellikle Suriye’de meydana gelen vahşet, Avrupa’da etkisini 11 Eylül olayından daha sert bir biçimde gösterdi. Kimilerine göre Irak ve Suriye’de yaşanan insanlık dışı olaylardan etkilenen genç kitlenin kullanılması neticesinde kurulan DEAŞ terör örgütü, başta Müslümanların kurtarıcısı olarak sunuldu. Fransa gibi bir ülkede bunların internet ortamında propaganda yapmaları ve örgütlenmeleri nedense pek engellenmedi. Neticede DEAŞ sempatizanı genç Fransız yerli Müslümanlar ve yabancı kökenli Müslümanlar akın akın Suriye ve Irak’a geçerek orada kurulduğu iddia edilen sözde halifelik idaresine bağlandılar ve Fransa’daki mevcut İslam algısının değişmesine neden oldular. Kaynaklara göre, 4 bin civarında Fransız vatandaşı Müslüman, terör örgütü DEAŞ’a katıldı.

Bir önceki kısma dönecek olursak, DEAŞ’tan önce Müslüman düşmanlığını körükleyen zümre, Müslümanların DEAŞ’a katılmasına kimin ve neden imkân sağladığını tartışmaktan ziyade, doğrudan İslam dinine yönelik hakarete varan yaklaşımlarda bulunmayı tercih ediyor. Esasen bu durum İslam’a yönelen okun nereden çıktığını işaret eder mahiyette. Anlaşıldığı kadarıyla, terör eylemi gerçekleştirmiş ve istihbarat birimleriyle de iltisaklı oldukları basına yansımış olan insanlar üzerinden fikir beyan ederek genel bir hükme varma kolaycılığı, Fransız entelijansiyasının yöntemi haline gelmiş görünüyor.

Sorulması gereken soru, Fransa iç siyasetinde Müslümanlara yönelik ani bir yaklaşım değişikliğine neden gidildiğidir. Zorla bir entegrasyon süreci başlatılarak netice alınacağı ve Müslümanların sindirileceği mi öngörüldü? 

Müslümanlara yönelik baskılar artıyor

Müslümanlar ikinci dalga bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. Çok geçmeden Suriye ve Irak’tan bir şekilde Fransa’ya dönen DEAŞ mensupları bir dizi terör eylemine karıştılar. Bataclan tiyatro baskını, Charlie Hebdo dergisi çalışanlarının katledilmesi bunların en sembolik olanları. Neticede sayıları 20’yi bulmayan terörist nedeniyle, bu olaylardan sonra, Fransa’da yaşayan yaklaşık 8 milyon Müslümanın kutsallarına hakaret etmek, onları yaftalamak geçer akçe oldu. Üstelik bunlar ifade özgürlüğü kapsamında kabul edildi. Çok az sayıda entelektüel dışında çoğu akademisyen bu hakaret furyasına katıldı.

Fakat Fransız entelijansiyasının İslam konusunda ciddi bir bilgi ve birikime sahip olmadığı, entelektüel derinlikten ve objektiflikten yoksun olduğu anlaşılmış durumda. Zira Müslümanlar eğer bir sorun olarak görülüyorsa, bu sorunun çözüm yolu konusunda ciddi öneriler getirilmedi. Bu durumda akla, “entelektüellerin amacı İslam konusunda toplumu tatmin edecek bir çalışma ortaya koymak değil midir?” sorusu geliyor. Yoksa elit kesim var olan baskıyı artırarak insanları daha da marjinal hale getirmenin ve böylece Fransa’daki Müslümanları “dönüştürme” iradesinin bir payandası haline mi gelmiştir? Bu da ayrı bir tartışma konusu olarak karşımızdadır.

Fransa’daki Müslüman varlığının devlet nezdinde nasıl algılandığı konusundaki tahliller farklılık arz etmekte. Bunlardan en çarpıcı olanı, Afrika Müslümanlarının Türkiye’ye olan ilgisinin ve gönül bağının Fransız çıkarları için tehlike oluşturduğu hususudur

Fransa’nın Müslümanlara yönelik yaklaşımını dış politikadan bağımsız düşünmek de pek akıllıca olmayacaktır. Meseleye Fransa’nın halihazırda Müslüman ülkelerle olan diyaloğunu eklediğimizde işler daha da karmaşık hale geliyor. Sömürgeci geçmişe sahip Fransa Malili, Senegalli, Fildişi Sahilli, Nijerli, Çadlı Müslümanlarla nasıl bir iletişim kurmalıdır ki içte ve dışta huzuru sağlayabilsin?

Eski paradigma efendi-köle ilişkisi üzerine kuruluydu. Efendisi “lütfundan” kölesinin dini yaşantısına karışmazdı. Fakat gelinen noktada, 2020’de mevcut sosyo-politik ortam XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşanandan farklıdır. Afrika Müslümanları başta olmak üzere, Fransa’nın yerli Müslümanları da dini hayatlarında özgürlük talebinde bulunuyorlar; Müslüman kimlikleriyle siyasette, ekonomide, sanatta ve sporda var olmak istiyorlar. Fakat anlaşılması güç bir biçimde milliyetçiler, solcular ve dinciler buna karşı çıkarak onların yaşam alanlarını daraltmayı tercih ediyorlar. Karma okula ve havuzlara itiraz, başörtüsüne tepki, kadınları adeta eve kapatma ve sosyal hayattan tamamen öteleme, önemli mevkilere Müslümanların gelmesini engelleme gibi bir dizi uygulamaya, neredeyse tüm siyasi fraksiyonlar, ağız birliği yapmış gibi destek oluyorlar. Buna gerekçe olarak da Fransa’nın sağladığı özgürlük ortamından “radikal” unsurların da faydalanarak kendi etki alanlarını genişlettikleri fikrini öne sürüyorlar.

Son tahlilde, yazılı ve görsel basında, internetteki forumlarda yaşanan ve “radikal İslam”, “İslam terörü” gibi ifadelerin etkin bir biçimde kullanıldığı tartışmalar, Fransız toplumunda iz bırakmış görünüyor. Öyle ki her bir terör saldırısında intikam duygusuyla camilere ve ibadethanelere saldırılar düzenleniyor ya da din adamlarına yönelik sınır dışı etme işlemleri gerçekleştiriliyor. Bu durum, henüz entelektüeller arasında “radikal” kelimesinin ne anlama geldiği konusunda dahi bir mutabakat sağlanamamışken, coşturulan yığınların eylemlerinin referans kaynağı olarak bir Ortaçağ zihniyetinin geri geldiği izlenimini doğuruyor. Buna ek olarak, devlet erkinin de ayrı bir baskı kolu oluşturması, Fransa’daki Müslümanlar için hiç de iyi sonuçlar doğurmayacaktır.

Eski paradigma efendi-köle ilişkisi üzerine kuruluydu. Efendisi “lütfundan” kölesinin dini yaşantısına karışmazdı. Ama 2020’de mevcut sosyo-politik ortam, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşanandan farklıdır. Afrika Müslümanları başta olmak üzere, Fransa’nın yerli Müslümanları da dini hayatlarında özgürlük talebinde bulunuyorlar; Müslüman kimlikleriyle siyasette, ekonomide, sanatta ve sporda var olmak istiyorlar

Fransa’daki Müslüman varlığının devlet nezdinde nasıl algılandığı konusundaki tahliller farklılık arz etmektedir. Bunlardan en çarpıcı olanı, özellikle Afrika Müslümanlarının Türkiye’ye olan ilgisinin ve gönül bağının Fransız çıkarları için tehlike oluşturduğu hususudur. Hal böyleyken Fransa-İslam ilişkisi daha karmaşık bir hale gelecektir. Uzak bir ihtimal de olsa, devlet aklı Müslümanlara yönelik algısında bir paradigma değişikliğine giderek, Müslüman vatandaşlarının yabancı bir ülkeyle olan münasebetlerini engellemek için sert tedbirler alabilir. Elbette varsayımlar her zaman gerçek olmayabilir; fakat şu bir gerçektir ki adaletle hükmedilmeyen bir ortam, yerini zamanla kaosa bırakacaktır.