Kalbim Kudüs’te Kaldı-Ahmet Turgut - Abdullah AYYILDIZ
Bismillahirrahmanirrahim…
(Dünyanın en uzun yolculuğu, kişinin kendi âlemine yolculuğudur. Meçhul hazinelerin membaıdır zira insan, ‘âlem-i asğar’dır. Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen!” mısralarından beslenen hakikat gösterir ki insan, en çok kendinin cahilidir. Bazen kendi cevherini, bazen zaaflarını, bazen de kendini bilmediğini bilmez. Cehaletin mutluluğuyla kendini kandırmak da hoşuna gitmez. Yüreğine vuslat hasreti yerleşir ve “Hubbul vatan, minel iman” hakikatince kendini aramaya başlarsa işte can yakıcı o uzun yolculuğa ilk adımı atmıştır.
Bu yazımızda insanın iç âlemine yolculuğunu buram buram hissedeceğimiz bir eseri, Ahmet Turgut’un “Kalbim Kudüs’te Kaldı” kitabını ele alacağım. Kitap, olaydan ziyade bir durum romanı… Zaman, I. Dünya Savaşı, mekân ise Filistin Cephesi ve Kudüs... Kitap, bir yandan tabiplik mesleğini sürdürürken, öte yandan iç âlemine yolculuk yapan Faruk Hikmet’in, Arif Çelebi’yle olan Kaf Dağı muhabbetleriyle; üzücü hadiselerden sonra kendi kayboluşlarının girdabında yaşayan Rachel’in, Meryem ve İsa Aleyhisselamların şahs-ı manevisi vesilesiyle, kendi hakikatlerine erişlerini konu ediniyor. Kapağın sağ üst köşesindeki fotoğraflardan hareketle heyecanlananlar için söylemekte yarar var, kitap bir aşk kitabı değil. Fakat eğer aşk, herkesin birini bulduğu şu âlemde ‘birbirini’ bulmaksa eğer, o hakikatin yoğurduğu ve zevc eylediği iki ruhun yolculuğu da aşktandır diyebiliriz.
Kitap, itiraf etmek gerekirse sebat isteyen bir kitap... Hacmine rağmen bir aşk veya tarih romanı gibi sürükleyici değil. Ancak vurucu tahlillerinin kuvveti, sizde önemli cümlelerin altını çizme isteği uyandırıyor ve bir yerden sonra kitabın karalama defterine dönmesine sebep olacak denli muhteşem vecizeleri görebiliyorsunuz. Bu sebeple bendenizi en çok düşündüren şey, bu okyanusun hangi adasını tanıtsam düşüncesi oldu. Zira birini tanıtmak, diğerlerine ayıp olur düşüncesindeyim. Ama bizim de amacımız, güzelin dedikodusunu etmek değil midir?
Kitap, tarihin hakikatlerinden beslense de olanca hacmine rağmen yazarın yoğunlaştığı şey, Kudüs Tarihi ya da Filistin Cephesi’nin ayrıntılı bir analizi de değil. Zaten bu ihtiyacı, kitabın başındaki tarihçede ve yer yer Faruk Hikmet’in naklettiği haberlerde olanca ayrıntısıyla belirtmiş. Yazarın yoğunlaştığı asıl mesele, Kudüs’ün dimağımızdaki ve sadrımızdaki konumu… Zira Nuri Pakdil’in de dediği gibi, “Kudüs, anadır!” Bunca niceliksel çokluğa rağmen niteliksel yoksunluğumuzun başlangıcı, kayboluşlarımızın girizgâhıdır Kudüs. Biz biliriz ki, Kudüs’ün fethiyle aydınlanacak yürekler. Peki Kudüs’ü fethetmek için gereken nedir?
Yazar, bu kitaba başlarken -diğer kitaplarında olduğu gibi- bir ayet veya sureden ilhamla meramını anlatmaya çalıştığını, ancak Mescid-i Aksa’da namazdayken surenin dilini ısırdığını belirtmişti konferansta. Dilini ısıranın İsra Suresi değil, İsrailoğulları’nın yenileceği ile ilgili ayetler değil, Kudüs’ün ruhaniyetine işaret eden ayetler değil, Fatiha Suresi olduğunu söylemişti. Zira Kudüs’ü tekrardan fethedecek olan ruh, kendi Fatiha’sının hikmetini kavrayanların ruhu olacaktır. Bu sebeple daha öncesinden Fatiha Suresiyle ilgili araştırma yapmış biri olarak diyebilirim ki Arif Çelebi ve Faruk Hikmet’in muhabbetlerinden sâdır olan otantik yorumlamalardan çokça istifade ettim. Hz. İsa’nın (ra) tebliği, Yahudilerin tutumu, Pavlus’un şahsında dinin dezenformasyonu gibi nice bilgilerin detayını, zengin mekan betimlemeleriyle sunması da, kitabın kalitesini yükseklerde tuttu diyebilirim.
Faruk Hikmetin özelinde Fatiha Tefsiri, Rachel’in özelinde Hristiyan Teolojisi ve Kudüs mimarisi… Yazarıyla, bu baş döndürecek derecede büyük bir bilgi deposu olan bu kitabın kaynakçası hakkında muhabbetimizde (kırmadı sağolsun, muhabbetle cevapladı her sualimi) Fatiha Suresi’yle ilgi olarak Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden, Hristiyan Teolojisi ile ilgili olarak da DİB Yayınları’nın Hristiyanlık özelinde Dinler Tarihini konu edinen kaynaklarından yararlandığını öğrendim. Derin bir bilgiye dayanan mekan algısı, yaptığı Kudüs ziyaretleri tecrübeleriyle, yazarın asıl mesleği olan inşaat mühendisliğinin birleşiminin bir izdüşümü olsa gerek.
Kısacası kitabın geneli, yazarın sadrından neşet edip satırlarda ve biz okurların dimağlarında sudur eden özgün yorumlardan oluşuyor. Burada yazarın hem üslup hem de içerik yönünden istidadını da anlayabiliyoruz. Nasip olursa gelecek bölümde kitabın içine dalıp belirttiği hakikatlerden istifade etmeye çalışacağız. Güzelin dedikodusunu edeceğimiz başka bir demde buluşmak üzere… Yazardan edindiğimiz ve her dem istimal ettiğimiz o güzel sözüyle tamam edelim kelamımızı:
Rabbim Kitap’tan ayırmasın!