İslam, Hz. Muhammed'e sağlığında gelen vahiylerle tamamlanmış son hak dindir. O, evrensel nitelikli ilke ve değerleriyle, gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamıştır. Peygamber (sav) de, Allah katından vahiy alan son elçidir. İslam'ın evrensel nitelikli değerleri, O’nun sağlığında son şekline kavuşmuştur. Hz. Peygamber, vahyi ve aklı birlikte etkin kılmış, İslam'ın anlaşılması ve doğru biçimde hayata geçirilmesi konusunda sağlam bir örnek ortaya koymuştur. Bundan sonrası için, dinin anlaşılma biçimleri söz konusudur. Bu aşamada Müslümanlara düşen öncelikli görev, Kur’an'ı ve Peygamber (sav)'in ortaya koyduğu örneği esas alarak sağlıklı bir dinî anlayışa ulaşmaktır. Çünkü Kur’an'ın ve Hz. Peygamberin ortaya koyduğu modelin eksen alınması, zaman içinde sosyal değişmelere paralel olarak gelişecek anlayış biçimlerinin yönünü belirleyecektir.
Kur’an'ı kendi vahyediliş düzeni içinde ele alıp incelersek, onun nelere öncelik verdiğini kolayca görebiliriz. Kur’an'ın insandan istediği ilk iş, okumaktır. “Yaratan Rabb'inin adıyla oku.” mealindeki İlahi emir, hem teklifi hem de ta'limi bir muhtevaya sahiptir. O, insanın, öncelikle okumasını ve aydınlanmasını istemektedir. Çünkü doğru bilgi, hakikati gösteren bir ışıktır. Bilinmeyen şey, yok mesabesindedir.
Yine, Kur’an'ın iniş sırası itibariyle ikinci suresinde, kalemden ve yazıdan söz edilir. “And olsun kaleme ve yazdıklarına.” (Kalem/1) diyerek yemin edilir. Gerçekten de okumadan yazılmaz, okuyup yazmadan da bilgiye ulaşılamaz.
Bilgi, düşünce ve iman gibi değerlerle donanımını tamamlayan insana “Ey örtüsüne bürünen, geceleyin kalk!” (Müddessir/1-3) mealindeki ayetlerle "bireysel kıyam emri" verilir. Daha sonra da bu kıyam emrinin, kişisel boyuttan toplumsal boyuta yöneldiği görülür:
“Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar, Rabb'inin yüceliğini duyur.” (Müddessir/1-3) Bu İlahi buyruklar, kendi öz benliğinde gerekli gelişmeyi gerçekleştiremeyen kimselerin, başkalarına olumlu yönde etki edemeyecekleri mesajını verir.
Kur’an'a baktığımızda, Onun, hitap ettiği insanların durumlarını dikkate aldığını da görürüz. Meselâ, Mekke müşrikleri, ilahsız olmayan; ama ilah fikrinin hiçbir fonksiyon icra etmediği bir dünya görüşüne sahiptiler. Bundan dolayı Kur’an, İslam'ın sunduğu Allah anlayışını çok yoğun bir biçimde işlemiş, bütün varlığın ve oluşların gerisinde mutlak irade ve güç sahibi Allah'ın bulunduğunu vurgulamıştır. Kısaca Kur’an, Allah'ı tek fail güç olarak tanıtmıştır. Bütün bunlar bize, Kur’an'ın temel amaçlarını gerçekleştirmek için, nasıl bir yol izlediğini gösterir. O, insanın zihnine, her şeyin merkezinde Allah düşüncesinin yer aldığı İslami bir anlayışı yerleştirir. Çünkü onun temel gayesi, insanların düşünce ve davranışlarını vahye uygun hale getirip onların hayatlarını tevhid esasına göre şekillendirmektir.
Kur’an'ın yaşanan bir gerçek olarak hayatımıza girebilmesi için, tevhid bilgisinin yanında onun nasıl uygulanacağını gösteren pratik bir modele de ihtiyaç vardır. Bu model, Peygamber (as) tarafından ortaya konmuştur. Çünkü O’na, bilgi ve bilginin doğru uygulanması anlamına gelen hikmet verilmiştir.
Sahabe nesli, Kur’an'ın indirilişine şahit olmuş, Peygamber (as)'in eğitimi ile İslam'ı öğrenip yaşamış bir nesildir. Daha sonra gelecek nesillere dini yaşama açısından model olan bu neslin, Kur’an karşısındaki örnek tavrı bizler için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü bu neslin eğitimine kaynaklık eden Kur’an'dır. Sahabe nesli, Kur’an'ı okumak ve ezberlemekle yetinmeyip onu anlamaya, ayetleri üzerinde düşünmeye ve emirlerine uygun hareket etmeye de büyük özen gösterdiler. Onlar, Kur’an'ı anlayarak okumanın ve ayetleri üzerinde düşünmenin, Allah tarafından istendiğini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca onlar, Allah'ın:
“Kutsal, bereketli bir Kitap bu; onu sana indirdik ki ayetlerini derin derin düşünsünler ve temiz özlüler öğüt alabilsinler.” (Sâd/29) mealindeki buyruğuna ilk muhatap olan Hz. Muhammed'in, Kur’an okuduğunda onunla doğrudan bir iletişim kurduğunu görüyorlardı. İşte bundan dolayı bazı âlimler, Kur’an'ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden okumayı doğru bulmamışlardır. Tâbiin'in ileri gelen âlimlerinden es-Sülemi ise, "sahabe neslinin, Kur’an'ı ilim ve amelle birlikte öğrendiklerini" belirtmiştir. Görüldüğü gibi sahabe neslinin eğitimi, Kur’an merkezli idi. Onlar, Kur’an'ı Hz. Peygamberin rehberliğinde anlamışlar ve anladıklarını da hayatlarında uygulamışlardır.
Ancak, Peygamber (as)'in ve sahabe neslinin ortaya koyduğu güzel örnek, ne yazık ki bir süre sonra giderek yerini statik bir yapıya ve tutucu bir anlayışa bırakmıştır. İslam dışı ideolojilerin dayatmasıyla bu anlayış, Kur’an'ın dinamizmini hayata yansıtamamıştır. Bu yanlış anlayışlar, İslam dışı sistemler tarafından destek görünce İslam dünyası, özellikle yirminci yüzyılın başlarında son siyasi otoritesini de yitirdi. Bu aşamadan sonra, İslam coğrafyasında birtakım küçük siyasi kabilevî yönetimler oluşturuldu. Söz konusu yönetimler, kendilerine galip gelen batı medeniyeti karşısında süratle İslami kimliklerinden uzaklaştılar. Dini, sadece kişisel inançlar seviyesine indirgeyerek İslam'ın toplumsal yönünü ve işlevini reddettiler. Bütün bu olumsuzluklar, İslam dünyasında kimlik bunalımı doğurdu. Parçalanmış İslam âlemi, sonunda batının sömürge alanı haline getirildi. Tabii ki İslam dünyasının bu duruma düşmesine, batının acımasızlığı kadar Müslümanların gafleti ve ataleti de sebep olmuştur.
Bu yanlışların temel kaynağı, insanların Kur’an'dan uzaklaşmalarıdır. Oysa Kur’an, insanların hidayeti için gerekli olan her şeyi getirmiştir. Bu durumda, insanın, Kur’an'ın hidayetine teslim olmaktan başka kurtuluş yolu bulunmamaktadır. Yapılması gereken en önemli iş, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kur’an'a yönelmektir. Çünkü sahih bir İslam anlayışına ve yaşayışına ulaşmak, ancak Kur’an eğitimiyle mümkün olacaktır.