Sık sık İslam karşıtlığı ve İslamofobi üzerine yazıyorum zira Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte Batı tarafından İslam ve Müslümanların küresel birer güvenlik tehdidi olarak gösterilmesinden oldukça rahatsızım. Bir diğer rahatsızlığım, bu şeytanlaştırma girişimine karşı neden olunması gerektiği kadar rahatsız olunmadığıyla alakalı. Hitler döneminde Yahudilere yönelik soykırım, ABD'de siyahilere yönelik ayrımcılık, özellikle 1970'lerden sonra Avrupa'da Araplara yönelik ayrımcılık, dönemin konjonktürü gereği “görmezden” gelinebiliyordu. Yani ırkçılık, nefret suçları, “milliyetçilik” kisvesi altında görmezden gelinebiliyordu ancak bugünün dünyasında ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemleri gibi yabancı düşmanlığı içeren tavırlar suç kabul ediliyor. Ancak mesele Müslümanlar olunca, İslam ve Müslümanlara yönelik saldırılar “normal” görülebiliyor. Bir Yahudiye asla yapılamayacak -ki yapılmamalı- ırkçılık, bir Müslümana kolayca yapılabiliyor. İşte bu nedenle bu konuyu sık sık yazmaya gayret ediyorum.
ABD, Soğuk Savaş'tan dünyanın tek hakimi olarak çıktığında, artık “komünist tehlikenin” sona erdiğini vaaz ediyordu. Ancak ABD, düşman koltuğu boşaldığı için yeni bir düşmana ihtiyaç duymaktaydı. Çünkü o düşmanı değilleyerek kendi varlığını meşru kılmaya çalışacaktı. İngiltere ve ABD'de iktidara gelen yeni muhafazakarlar, Regan ve Theatcer, “yeşil düşman” koduyla Müslümanları birer düşman olarak ilan ettiler. Aynı dönemde Soğuk Savaş'ın önemli aktörü NATO'nun da varlık sebebi sorgulanmaya başlayınca o da yeni bir düşmana ihtiyaç duydu ve Müslümanlar tehdit, düşman olarak hedef alındı. Oysa çok kısa bir süre önce bu “yeşil düşman”, Sovyetler'e karşı CIA tarafından destekleniyordu. Tabi bir süre sonra ABD'ye karşı bir rakip olmaya başlayan AB'nin, ABD ile yakınlaşması için “ortak düşman”a ihtiyaç vardı. Birinci Körfez Savaşı ile birlikte Müslümanları tehdit ilan etme politikasının işaret fişeği atıldı. İşte tam böyle bir dönemden kısa bir süre sonra da 11 Eylül Terör Saldırıları yaşandı ve artık 21. yüzyılın en önemli güvenlik problemi, terör üzerinden Müslümanlar ve İslam olarak gösterildi, bu Batı'nın resmi dış-iç politikası haline getirildi.
Müslümanlar küresel terör tehdidi olarak gösterilmesi sadece Batı'nın resmi politikası haline gelmedi. Bu durumu fırsat olarak gören Çin, Uygurlara yönelik baskısını arttırdı. Hindistan, birçok kişi ve grubu terör listesine aldı. Fişlenen, terör listesine alınan bu kişi ve gruplardan terörle iltisaklı olanların sayısı oldukça az, suçu olmayan insan sayısı oldukça fazlayken Müslümanlar bir bütün halinde terörist ilan edildi.
Tüm bu yaşananlar sonrasında insan hakları ihlalleri, yargısız infazlar, Afganistan ve Irak'ın işgali, binlerce masum sivilin katledilmesi gibi çok yanlış güvenlik politikaları uygulandı. Müslümanlara yönelik bu sistematik kıyım sonrasında terörün önüne geçilemediği gibi terör örgütlerinin bu kıyımlar sayesinde moral destek bulmasına hizmet edildi.
ABD Başkanı Trump'ın “11 Eylül'den daha beter” diye tanımladığı COVİD-19 virüsüyle mücadele dönemleri İslam ve Müslüman karşıtı politikaların hız kaybetmesine neden olur diye beklerken maalesef bu süreçte Müslümanlara yönelik şiddet ve ayrımcılık arttı. Bunlardan en göze batan örnek ise Hindistan…
Hindistan ve Pakistan arasında devam eden bir takım sorunların gölgesinde Keşmir'deki Müslümanlar uzunca bir süredir Hindistan yönetiminin baskısına, şiddetine maruz kalıyor. Keyfi tutuklamalar bu baskı politikalarının sadece ufak bir örneği… Keşmir sık sık “terör” bahanesiyle insanlık dışı uygulamaların artık rutin haline geldiği bir yer.
Hindistan'daki Müslümanların durumu, Keşmirlilere oranla daha iyi sayılabilirdi ancak Hindistan'da Modi gibi Hint milliyetçisi biri iktidara gelince durum olumsuz bir hal aldı. Modi yönetimi, Müslümanları vatandaşlıktan çıkarmaya çalışırken, bu ve bunun gibi politikalarından yüz bulan Hint ırkçısı çeteler Müslümanlara yönelik saldırılarını arttırdı. Tabi bu çeteler aynı zamanda saldırılarına göz yuman Hindistan polisinden de dolaylı destek görüyor.
Korona virüs gündemiyle birlikte Hindistan'da Müslümanlara yönelik ayrımcı suçlar da artmaya başladı. Müslümanlar, virüsü yaymakla suçlanıyor. En temel insani hak olan sağlık hizmeti alma konusunda ayrımcılığa maruz kalıyorlar, bazı hastaneler Müslümanları tedavi etmeyi reddediyor.
Hindistan gibi polisin sokakta gezen insanları sopalarla döverek “toplum düzeni” oluşturmaya kalktığı bir ülke, bir süredir dünyaya “Doğu egzotizmi” şirinliğine, Hint filmleri “sevimliliğinde” ya da Hint dansı yapan polislerin “sempatikliğinde” pazarlanmaya çalışılırken, Hindistan'ın arka sokaklarında devlet ve çeteler, Müslümanlara çok ağır insan hakları ihlalleri uyguluyor.
Bazı şeyler öğretilmiş ve öğrenilmiş; İsrail'in Filistin'de yaptıklarına dair bir ilgimiz var, olmalı da ancak geri kalan coğrafyalarda her şey güllük gülistanlık değil Hindistan bu zulümlerin yaşandığı coğrafyalardan sadece birisi, Ramazan günlerinde Müslümanlara her tür savaşı açmaktan geri durmuyor, virüsle savaşılması gereken günlerde Müslümanlarla savaşıyor. İslam karşıtlığı uzun yıllardır dünyada yerleşik bir politika, normal bir durum olarak görüldüğü için de bu konuyla ilgili bir şeyler yapmak pek kimsenin aklına gelmiyor. Hatırlatmak istedim; Ramazan sadece gözünün gördüğü yoksulun doyurulması gereken bir ay değil, haberini duyduğun mazlumun da yanında olunması gereken bir aydır.