İSTANBUL (AA) - Modern dönemde uluslararası sistemin düzenleyici prensibi radikal bir şekilde değişti. Avrupa’da dini-emperyal güçlerle seküler-mutlakıyetçi güçler arasındaki çatışmaların ardından imzalanan Augsburg (1555), Vestfalya (1648) ve Utrecht (1713) anlaşmalarıyla bu geçiş geniş bir sürece yayıldı. Hiyerarşik düzen yerini anarşik düzene bıraktı. Ortadoğu başta olmak üzere Batı dışı medeniyet havzalarında ise bu süreç, uzun 19. yüzyıl boyunca kadim imparatorlukların dağılıp yerini ulus-devletlere dayalı anarşik düzenlere bırakmasıyla gerçekleşti. Elbette bu bölgesel düzenlerin anarşik yapısı bölge düzeyinde geçerlidir; küresel düzenle ilişkisi ise büyük oranda hiyerarşik bir özellik gösterir. İkinci Dünya Savaşı ertesine denk gelen sömürgecilik-sonrası dönemde, hiyerarşik ilişkiler incelerek boyut değiştirdi. Hiyerarşi siyaset alanından sivil toplum alanına taşınarak siyasi-askeri bağımlılık büyük oranda yerini ekonomik ve kültürel bağımlılığa bıraktı.

Anarşi, bir üst otoritenin olmaması, sistemin siyasi ve hukuki olarak birbirine eşit egemen devletlerden oluşması anlamına gelir. Bu anarşik “derin yapı” içerisinde iki farklı düzen anlayışı ve pratiği gözlemlenir: Bunlardan biri, devletlerin ortak kurallara tâbi olduğu kurumsal düzen, diğeri ise devletler arasındaki güç dağılımına dayalı düzendir. Günümüzde uluslararası siyasette yaşanan değişimi kavramak, bu iki düzen anlayışı arasında ayrım yapmayı gerektirir. Kurumsal düzen perspektifinden uluslararası siyasetteki değişim, özellikle liberal uluslararası düzenin dağılması şeklinde kavramsallaştırılır. Güç siyaseti düzeni bakış açısından uluslararası siyasetteki değişim ise ya hegemonya değişimi (Çin’in ABD’den liderliği devralması) ya da tek kutupluluğun yerini çift kutuplu veyahut da çok kutupluluğa bırakması olarak değerlendirilir.

Liberal uluslararası düzen dağılıyor mu?

Bu alternatif değişim iddialarını anlamak için, kurumsal siyaset ve güç siyaseti üzerinden uluslararası düzenin nasıl farklı şekillerde anlaşıldığına bakmak gerekir. Kurumsal düzen devletler düzeyinin üzerinde, ancak anarşiyi ortadan kaldırmayacak şekilde bir sözde dünya hükümetine işaret eder. Devletler aynı anda hem siyasi-hukuki olarak otonom ve anarşik bir düzende hem de sosyoekonomik olarak birbirine bağımlı ve hiyerarşik bir düzende yer alır. Kurumsal düzen anlayışı, düzenin ikinci boyutunun ilkine hâkim olmasını öngörür. Uluslararası siyasette çatışma ve güvenlik meselelerinin yerini, devletler ya da toplumlar arasındaki işbirliğine ve ekonomik ilişkilere bırakması istenir.

Bu durum, -özellikle de 18. yüzyıldan itibaren aristokrasi merkezli mutlakıyetçi düzenin yerini burjuva merkezli modern kapitalist düzene bırakmasının ardından gelen- modern döneme has siyasi toplum ile sivil toplum arasındaki ayrışmanın bir sonucudur. İç siyasette vatandaşlık kavramı üzerinden her birey siyasi-hukuki olarak birbirine eşit olmak zorundayken (demokrasi), sosyoekonomik alanda birbirine eşit olmak zorunda değildir (liberalizm ve kapitalizm). Daha da ötesi, hâkim görüşe göre, nasıl ki siyasi-hukuki olarak eşit olması gereken bireylerin eşit muamele görmemesi demokrasiden geri adım olarak anlaşılıyorsa, bireylerin sosyoekonomik alanda eşit olmak zorunda bırakılması da özgürlüklerin gaspı ve adaletsizlik olarak anlaşılır. Bu ayrım, siyasi aktörleri siyasi-hukuki olarak eşit olarak kabul edip sosyoekonomik olarak eşitsiz ve hiyerarşik bir şekilde bir araya getirmeyi mümkün kılar. Böylece birbiriyle prensipte çelişen demokrasi ve liberal-kapitalizm olguları pratikte uyumlu hale gelir; elbette eşitsizliklerin can yakıcı bir hal almaması ve bu ikili toplum yapısının sorgulanmaya başlanmaması şartıyla. Günümüzde hem toplumsal hem de uluslararası düzeyde yaşanan krizlerin arkasında, bu ikili toplum yapısının sorgulanması bulunur. Örneğin son dönemlerin moda olgusu popülizm, ekonomik (sol popülizm) ve siyasi-kültürel (sağ popülizm) eşitsizliklerin can yakıcı bir hal alması durumu hesaba katılmadan anlaşılamaz.

Hiyerarşik uluslararası düzenlerde iktidarın bu şekilde iki topluma ayrışması söz konusu olmaz. Bu nedenle, siyasi-hukuki hiyerarşi, otomatik olarak sosyoekonomik hiyerarşiyi beraberinde getirir. Devletler (ve elbette bireyler) arasındaki sosyoekonomik eşitsizlik, kendisini aynı zamanda siyasi-hukuki eşitsizlik olarak da ortaya koyar. 19. yüzyılda Büyük Britanya’nın, 20. yüzyılın ikinci yarısında ise ABD’nin merkezinde yer aldığı liberal uluslararası düzenler, bu iki toplumlu ve kurumsal düzen kategorisindedir. Büyük Britanya ve ABD diğer devletlerle siyasi-hukuki olarak eşit sayılmakla birlikte, sosyoekonomik olarak merkezde yer almış ve diğer devletleri kendilerine çeşitli kanallardan bağımlı hale getirmiştir. Birleşmiş Milletler (BM), NATO (stratejik olarak Belçika’da konuşlandırılmıştır), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi tüm kritik kurumların hegemonik lider ülke olan ABD’de bulunması şaşırtıcı değildir.

Kurumsal bir yapı arz eden liberal uluslararası düzene yönelik iki farklı bakıştan bahsetmek mümkün. Realistler bu kurumsal düzeni sistemin en güçlü aktörünün bir aparatı olarak değerlendirir. Bunun temel nedeni, kurumsal yapının, sistemin başat aktörünü (bu aktör istemediği sürece) sınırlandıramamasıdır. Buna göre, hegemonik devlet uluslararası kurumsal yapıyı, diğer ülkeleri kendine bağlamak ve tahakkümünü gizlemek için kullanır. ABD’nin uluslararası kurumlarla ilişkisi bu şekildedir. Ayrıca BM Güvenlik Konseyi’ndeki “veto siyaseti”, kurumların güç siyasetinin aparatı olduğu gerçeğini açık eder. Aynı şekilde, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sürecinde ABD ile Çin arasında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) üzerinden yaşanan kapışma da kurumların güç siyasetine bağımlı yapısını ortaya koyar.

O halde kurumsal düzen, realistlerin ileri sürdüğü güç siyaseti düzeninin alternatifi değil, yalnızca bir uzantısıdır. Liberaller elbette bu fikri reddeder ve kurumsal düzenin güç siyasetinden bağımsız ve ona alternatif olduğunu ortaya koyar. Liberallerin bir kısmı kurumsal düzen için bir devletin liderliğinin önemini kabul etmekle birlikte, kurumsal düzenin hegemonik konumdaki devleti de sınırlandırdığını ileri sürer. Çünkü kurumsal düzen gücü değil, kuralların iktidarını esas alan bir yönetim sergilemek zorundadır. Güçlü ya da zayıf fark etmeden, kurumların tüm devletleri eşit ölçüde sınırlandırması gerekir. Daha ileri bir görüşü savunan bazı liberaller ise kurumsal yapının bir devletin liderliğine ve korumasına ihtiyaç duymadan da varlığını sürdürebileceğine dikkat çeker. Kurumsal yapının inşası en başta bir devletin liderliğine gerek duyabilir, ancak bir kere işlemeye başladıktan sonra, o devlete bağımlı olmaktan çıkar. Günümüzde halen geçerliliğini sürdüren liberal uluslararası düzenin, lidersiz işlediğini ileri sürenler vardır. Buna göre, ABD’nin Donald Trump başkanlığında liderliği sürdürecek niyette ya da kapasitede olmaması, liberal uluslararası düzenin sonunu getirmez, getiremez.

Liberal eğilimli konstrüktivistler de uluslararası norm ve prensiplerin devletler-üstü bir küresel yönetişim mekanizması ortaya çıkardığı tezini işler. Bu mekanizma devletleri ve güç siyasetini sınırlandırmakla kalmayıp devletlerin kimliğini ve güç siyasetini de dönüştürür. Devletler arasındaki ilişkilerin zamanla “düşmanlar” arası ilişkiler olmaktan “rakipler” arası ilişkiler olmaya ve en nihayetinde “dostlar” arası ilişkilere evrileceği öngörülür. Buna göre, realistlerin ısrarla savunduğu uluslararası anarşinin tek bir formunun olduğu (devletlerin birbirini düşman olarak gördüğü) ve mutlak-değişmez bir hakikat olduğu gerçeği sarsılır. Devletler çatışmadan işbirliğine ve hatta tek bir süper-devlet olmaya varan dönüşümler geçirebilir. Modern dönemin büyük bölümünde birbiriyle savaşan ve birbirini yok etmeye çalışan Avrupa devletlerinin günümüzde Avrupa Birliği (AB) adıyla tek bir siyasi yapı altında bir araya gelmesi buna güzel bir örnektir. Uluslararası düzenin mevcut haliyle geçmiş dönemleri karşılaştırdığımızda, büyük güçler arasında çatışmaların azalması ya da derecesinin düşmesini de zikretmek gerekir. Elbette diğer yandan, günümüzde büyük güç çatışmasının uzun bir süreden sonra tekrar yaşanıp yaşanmayacağının sorgulanmaya başlandığını da unutmamak gerekir. O halde anarşi, ileri doğru (düşmanlıktan dostluğa) olduğu gibi, geri doğru (dostluktan düşmanlığa) da evrim gösterebilir.

İngiliz Okulu mensupları da uluslararası sisteme ek olarak, uluslararası hukuk ve toplumun varlığından söz eder ve bunu uluslararası düzenin önemli bir kurumsal unsuru olarak görür. Bunlardan bir kısmı, uluslararası toplumun ancak ortak medeniyet ve kültüre sahip toplum ve devletler arasında kurulabileceğini iddia ederken, diğerleri farklı medeniyetlere mensup toplum ve devletlerin de bir uluslararası toplum oluşturabileceğini ileri sürer. Bu perspektiften, günümüzde Batı güdümlü uluslararası toplumun etkisini kaybetmesinden ve farklı medeniyet havzalarında çoğul uluslararası toplumların ortaya çıkışından bahsedilebilir. Son dönemde Avrupa’da gündeme gelen “Batısızlık” iddiası ilk duruma, küreselleşme karşısında bölgeselleşme atılımlarının (özellikle Doğu Asya’da) ileri bir boyut kazanması ise ikinci tür dönüşüme işaret etmektedir.

Marksistler ise kurumsal yapının küresel sermaye ve elitin güdümünde “sivil toplum imparatorluğunu” temsil ettiğini, yani olabildiğince hiyerarşik olduğunu ve devletler düzeyinin yalnızca aracı ve ikincil bir kurum olarak görülmesi gerektiğini ileri sürer. Yukarıda da belirtildiği gibi, devletler siyasi-hukuki olarak birbirine eşitlendikçe, toplumlar arasındaki sosyoekonomik eşitsizliklerin kabul görmesi ve kendini yeniden ve yeniden üretmesi mümkün hale gelir. Marksist perspektifte uluslararası sistem devletler arası değil, küresel ölçekte sınıflar arası bir özellik gösterir. Buna göre, uluslararası siyaset küreselci elitler ile milliyetçi ve medeniyetçi siyasi güçler arasındaki çatışma çerçevesinde tanımlanır. Günümüz siyasetine damga vuran küreselci-popülizm çatışması bu bağlamda anlam kazanır. Uluslararası siyaset, küresel dünya sistemi kapsamında düşünüldüğünde ise devletler –merkez, yarı-çevre ve çevre devletler– ekonomik sınıflara endeksli olarak konumlanır ve anlam kazanır. Bazı Marksistler ise bu görüşten ayrılmakta, devletlerin görece daha otonom ve belirleyici bir rolü olduğunun altını çizmektedir. Buna göre, devletler sistemi ile kapitalist küresel sivil toplum alanı eşit statüde ve iç içe durur; küresel hegemonyanın toplumsal güç ayağıyla birlikte diğer iki ayağını oluşturur. Örneğin günümüzde ABD’nin düşüşüyle liberal uluslararası düzenin ve liberal-demokrat elitlerin düşüşü organik bir şekilde birbirine bağımlıdır. Çin ve Rusya gibi devletler, liberal-olmayan uluslararası düzen fikirleri ve liberal-demokrat elitlerin dışında muhafazakâr-milliyetçi popülist sosyal güçler yükseliştedir. Buna göre, uluslararası sistem bir hegemonik bunalımla, organik bir krizle karşı karşıyadır. Dünya bir hegemonyadan diğerine yaşanan bir geçiş dönemindedir.

ABD’nin tek kutuplu düzeni son mu buluyor?

Modern dönemde diğer düzen anlayışı, devletler arasındaki materyal güç dağılımına yaslanır. Sistemi belirleyen kurumsal düzen değil, devletler arasındaki güç dağılımı ve ortaya çıkan güç dengesidir. Güç siyaseti düzeni bazen, özellikle ideolojik çatışmaların derinleştiği özel dönemlerde, kısmi bir kurumsallık görüntüsüne sahip olsa da (mesela 1815 sonrasının “Concert of Europe” düzeni), genellikle belirsiz ve kurumsallıktan uzak bir durumda bulunur. Çünkü güç dengesi, ülkelerin iç dinamikleri ve ittifak ilişkilerindeki hareketlilikler nedeniyle sürekli olarak değişir. Şayet anarşinin ötesinde kurumsal bir düzen varsa da güç dağılımı karşısında ikincil konumdadır.

Bu düzen içerisinde devletler varlıklarını devam ettirmek için, güç dengesini gözetmek ve sistemin derin yapısı konumundaki anarşiyi korumak zorundadır. Anarşi arka planda değişmeden kalmakla birlikte, sistem üç jenerik yapıya sahip olabilir: Gücün sistem içinde tek bir devlet veya devletler bloğunda toplandığı tek kutuplu düzen, gücün iki devlette ya da devletler bloğunda yoğunlaştığı çift kutuplu düzen, gücün ikiden fazla devlet ya da devlet bloğuna bölündüğü çok kutuplu düzen. Tek kutuplu düzen ile emperyal düzen arasındaki fark, tek kutuplu düzende anarşinin norm olarak kabul edilmesi ve pratikte küresel dünyada tek bir devletin tüm sistemi kontrol etmesinin imkansızlığıdır. Günümüzde bir devlet, mesela ABD, kendi bölgesinde emperyal bir düzene ulaşacak ölçüde bir hakimiyet kurabilir, ancak bunu tüm dünyaya yayması mümkün değildir. Diğer bölgelerde öncelikle bölgesel bir hegemonun çıkmasını engellemeye çalışır, uzaktan dengeleme stratejisi (off-shore balancing) izler. Şayet bunda başarısız olursa, yeni ortaya çıkan hegemonik devletin küresel hakimiyet kurmasını engellemeye çalışır. Günümüzde ABD-Çin ilişkilerinin dinamiğini bu iki durumun bir bileşimi oluşturur.

Güç dağılımını kendisine esas alan bu düzen anlayışında en temel mesele, ittifakların dinamiğidir. Çünkü ittifaklar belli bir düzenin kurulmasında ve devam ettirilmesindeki ana unsurdur. Buradaki mesele şu iki soru etrafında şekillenir: İttifaklar savunma amaçlı mı, yoksa saldırı amaçlı mıdır? Bir devlet kendisini güvende hissetmek için ne kadar güce gereksinim duyar? İttifakların savunma amaçlı olduğunu söyleyenler devletlerin “kaybetmeme” motivasyonuyla hareket ettiğini, uluslararası anarşiyi bozmaya çalışan bir devlete karşı bir araya gelerek dengeleme siyaseti güttüğünü dile getirir. Sistemdeki güç dengesinin sağlanması, yani gücün sistemde eşit dağılması, bir devletin kendini güvende hissetmesi için yeterlidir. Ancak elimizdeki veriler bu durumun her zaman geçerli olmadığını göstermektedir. Örneğin 1990’lardan sonra devletler ABD’yi dengelemek yerine, onun peşine takılmayı (bandwagoning) tercih ettiler. Daha da ötesi, günümüzde Avrupa devletleri ABD’nin tek kutupluluğu terk etmesini ve sorumluluk almamasını sorun etmekteler.

Bu noktadaki başka bir ayrışma da, ittifakların neyi baz alarak ya da neye karşı yapıldığı sorusunda ortaya çıkar. Bazıları devletlerin dengeleme siyaseti takip ederken materyal güç dağılımına baktığını, diğerleriyse devletlerin dengelenecek gücün güç kapasitesinden ziyade ne ölçüde kendisine tehdit oluşturduğunu esas aldığını dile getirir. İlkine göre devletler gücü, ikincisine göre tehdidi dengeler. İkinci görüşe göre bir devletin çok güçlü olması, ona karşı diğer devletlerin dengeleme yapması için yeterli değildir. Gücün yanı sıra, bu devletin revizyonist bir motivasyonla hareket ediyor olması, güç kapasitesinin saldırı odaklı olması ve coğrafi yakınlığa sahip olması gereklidir. Avrupa devletlerinin çok daha güçlü ve sistemin hegemonik gücü olan ABD’yi değil de son dönemde revizyonist bir dış politika sergileyen ve kendilerine coğrafi olarak yakın olan görece zayıf Rusya’yı tehdit olarak görmeleri bu durumu açıklar.

İttifakları saldırı amaçlı görenler ise devletlerin kaybetme değil, daha çok “kazanma” motivasyonuyla ve riski göze alarak hareket ettiğini öne sürer. Bir devletin kendini güvende hissedebilmesi için ihtiyaç duyduğu gücün bir sınırı yoktur. Diğer devletlerle denk güce sahip olmak, bir devletin kendini güvende hissetmesi için yeterli değildir. Buna göre devletler, sistemde bir güç boşluğu oluştuğunda ya da uygun momenti yakaladığında revizyonist ittifaklar kurarak güç dengesini kendi lehlerine değiştirmek isterler. Revizyonizmin sınırları örnekten örneğe değişmekle birlikte, küresel emperyal düzen kurmaya kadar ulaşabilir. Geçmişte Napolyon Fransası ve Nazi Almanyası buna örnek olarak gösterilebilir. Günümüzde ise Çin’in statükocu bir güç olmaktan peyderpey revizyonizme kaydığına yönelik göstergeler mevcuttur. Aynı şekilde, Trump liderliğinde ABD’nin de, geri çekilme iddialarının aksine, revizyonist ve saldırgan bir dış politika takip ettiğini ileri sürmek mümkündür.

Sonuç olarak, kurumsal ve güç siyaseti odaklı düzen anlayışları, mevcut uluslararası düzende alternatif değişim öngörüleri sunarlar. Tek kutupluluğun sona ermesi ve liberal uluslararası düzenin düşüşü, bunlar arasında en fazla ön plana çıkanlar. Ancak bu düzen ve değişim iddialarının hangisinin uluslararası siyasete dair doğru resmi sunduğu hiçbir zaman tam olarak bilinemez. Bu sebeple, dış politika yapıcılarının, tüm bu düzen ve değişim iddialarını hesaba katarak strateji belirlemesi gerekir. Bu iddialardan bazıları yaşanan gerçekle daha uyumlu hale gelirken, diğerleriyse geçerliliğini kaybedebilir. Bu durum, strateji geliştirmenin dinamik ve karmaşık bir süreç olduğunu da ortaya koyar. Ancak unutulmamalıdır ki en iyi strateji en basit ve en net şekilde formüle edilen stratejidir. Stratejiyi bir sanat yapan da bu özelliğidir.

Kaynak: AA / Dr. Ali Aslan (İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi olan Dr. Ali Aslan aynı zamanda SETA Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır.)