UHIM Genel Merkezi’nde düzenlenen basın açıklamasında, Cenevre Sözleşmesi ve New York Protokolü gibi insan haklarını savunan anlaşmaların Batılılar tarafından imzalanmasına rağmen taraf oldukları anlaşmalara uymayarak insanlık suçu işlediklerine dikkat çekildi.
UHIM Genel Başkanı Veysel Başer tarafından okunan basın açıklamasında, Yunanistan tarafından mültecilere reva görülen zulümler eleştirilerek Avrupa Birliğinin yapılanlara adeta taraf olup sessiz kalması da eleştirildi.
Arap Baharı olarak adlandırılan kurgu devrimlerin 2011 Mart ayı itibariyle sınır komşumuz Suriye’yi de etkilediği ve bu tarihten sonraki gelişmeler sonucunda Birleşmiş Milletlerin raporuna göre yaklaşık 4 milyon Suriyeli mültecinin Türkiye'ye sığındığını hatırlatan Başer, uluslararası hukuka göre BM üyesi bütün devletlerin mültecilere uluslararası koruma sağlaması gerektiğini söyledi.
“BM üyesi devletlerin mültecilerin sorunlarına çözüm bulma yükümlülükleri bulunmaktadır”
Başer, “Uluslararası belgelerde özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni sistemde mültecilerin statülerine ilişkin birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla söz konusu mecburi mültecilik hali, bütün devletlerin çözmesi gereken bir durum olmuştur. Bu alanda düzenleme öngören ilk belgeler, ‘1951 Cenevre Sözleşmesi’ ile ‘1967 New York Protokolü’dür. Buna göre; taraf devletler, bu uluslararası hukuk belgelerinden doğan somut yükümlülüklerini; mülteci statüsü kazanmış olan bireylere oturma izni, çalışma izni, hatta vatandaşlığa kadar varan geniş hakları vererek yerine getirmek zorundadırlar. Uluslararası hukuka göre BM üyesi bütün devletlerin mülteci konumunda yer alan kimselere uluslararası koruma sağlama ve sorunlarına çözüm bulma yükümlülükleri bulunmaktadır. Türkiye, bu yükümlülüklerine uygun davranarak kendisine sığınan bütün mültecilere gerekli kolaylığı sağlamış, milyonlarca insanın mal ve can güvenliğini, sosyal haklarını güvence altına almıştır.” dedi.
“Sınırda güvenli bölge kurulması”
"Bu süre zarfında özellikle Avrupa Birliği'nin, uluslararası hukuk bağlamında bu sorumluluğu üstlenecek hiçbir irade ortaya koymadığı gibi, kendi topraklarına ulaşmasını istemedikleri mülteciler için de Türkiye’nin sıkı tedbirler almasını sağlamak üzere her türlü şantaj ve tehdit politikasını yürürlüğe koyduğunu" belirten Başer, “Türkiye’nin müktesep hakkı olan birçok konu mültecilerle ilişkilendirilerek bir baskı unsuru haline getirilmiştir. Bu haklar Türkiye’ye sağlanmamıştır. Göçmenliğin ve mülteciliğin ekonomik olduğu kadar sosyo-kültürel hayata etkisi de Avrupa Birliği için tedirginlik yaratan bir husus olarak algılanmıştır. Ülkemizce ısrarla savunulan sınırda güvenli bölge kurulmasına yönelik talep bugün bir kez daha ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupalı devletlerin sanki bir savaş alanı ile tampon bölgeymiş gibi yaklaştıkları Türkiye, asla böyle bir sıfatla kendini konumlandırmamaktadır. Yapılan tüm harekâtlar mültecilerin kendi topraklarında kalmasını sağlamaya dönük olarak gerçekleştirilmektedir.” diye konuştu.
“Bu tablo insan haysiyeti ve onurunu aşan bir durumdur”
Başer, “80 milyonluk ülkemizde farklı milletlerden 4 milyondan fazla mülteci vardır. Bu oran bütün Avrupa devletlerinin toplamından daha fazla bir rakama denk düşmektedir. Hal böyle iken AB’nin, demokrasi ile insan hakları ilişkisi üzerinden yaptığı bütün güzellemeler ve örneklemeler bu tabloda anlamsız kalmaktadır. Bu durumun en somut ifadesi Yunanistan sınırında karşımıza çıkmaktadır. 27 Şubat akşamı Türkiye’nin aldığı mültecilerin serbest geçiş hakkı kararı sonrasında Avrupa’ya gitmek isteyen mülteciler, AB’nin Yunanistan sınırına ulaştıklarında hiç ummadıkları sert bir müdahale ile karşılaşmışlardır. Demokrasinin beşiği olarak görülen ve her zaman Atina demokrasisinin mirasını taşıdığını iddia eden Yunanistan, savaştan korunmak için kaçan, dönecek bir yurtları bulunmayan mazlum konumundaki mültecilere ateş açmak suretiyle üç kişiyi öldürmüştür. Vefat eden mültecilerin içinde bulundukları zorunluluk koşulları düşünüldüğünde, bu ölümler asla kabul edilemez. Sınırda biriken mültecilere karşı kullanılan gaz bombaları, ateşli silahlarla müdahale, deniz yolunu kullanan mültecilerin botlarının batırılması Avrupa Birliği’nin müdahale enstrümanları olarak öne çıkmaktadır. Sınırı geçmeyi başaran mülteciler Yunan fanatiklerin saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Daha önce resmi işlemleri esnasında bile büyük bir ayrımcılığa ve soyguna tabi tutulan mülteciler Avrupa’daki aşırı sağ eğilimli militarist terörist unsurların adeta önüne atılmaktadırlar. Bu tablo insan haysiyeti ve onurunu aşan bir durumdur.” şeklinde konuştu.
“Mültecilerin sınır kapılarında yaşadıkları trajedi”
Uluslararası hukukun koruma altına aldığı, yerlerinden savaş nedeniyle uzak kalan ve dönecek yerleri olmayan mültecilere Avrupa Birliği'nin Yunanistan eliyle uygulamış olduğu bu müdahalenin ne hukukta ne de insanlığın vicdanında yeri olmadığını söyleyen Başer, son olarak şu ifadeleri kullandı: “Avrupa Birliği’nin anayasası olarak kabul edilen Lizbon Anlaşması ile bağlayıcı hale gelen İnsan Hakları ile ilgili düzenlemelerin gerçek manada uygulandığına bütün dünyanın şahitlik etmesinin yolu mültecilere uygulanacak hukuki muameleden geçmektedir. Unutulmamalıdır ki dünyanın dengeleri değişebilmektedir. Bugünün karar vericileri, yarının mültecileri; bugünün mültecileri de yarının karar vericileri olabilirler. Tıpkı II. Dünya Savaşı’nda Hitler’den kaçan binlerce Avrupalının ve bilhassa Yunanlının Suriye’nin Halep kentinde bulunan Al Nayrab kampına mülteci olarak sığındıkları gibi. Sadece Suriye'de değil, Mısır, Filistin, Lübnan'da Avrupalı savaş mağdurları için kamplar kurulmuştur. İnsanlığı ayakta tutacak olan, kim olursa olsun ve nereye sığınırsa sığınsın mültecilerin hukukunu koruyacak bir bakış açısının egemen olmasıdır. Oysa pek çok Avrupalı devlet mevcut mevzuatlarını yetersiz görerek mültecilerin ülkelerinde barınmalarını engelleyecek yeni mevzuatlar yaratma çabasına girmişlerdir. Bu utanç verici çaba ile birlikte mültecilerin Avrupa’nın sınır kapılarında yaşadıkları trajedi milenyum sonrası Avrupa Birliğinin yaşattığı en büyük hayal kırıklığı olarak tarihe geçecektir.” (İLKHA)