Ama yine düşünün ki insan dışındaki diğer bütün varlıklar olmuş olsun. Yani dünya, hayvanlar, bitki, ay, yıldızlar, güneş sistemleri, gezegenler, galaksiler, evren, melekler olmuş olsun. Ne olurdu? Bilinmekten yoksun büyüklüğünü tarif etmeyi bir yana bırakın, tahayyül etmekte bile zorlandığımız koca bir evren olurdu orta yerde. Hatta başkaca kainatların var olduğu iddiasını da eklersek bu karmakarışık ama muazzam bir ilişki ve prensipler ağı ile birbirine bağlı, yek diğerinin düzeninin sebebi olan varlık alemi, bir o kadar büyük koca bir “hiç” olurdu. Zira bir şey bilinmiyorsa o “hiç” hükmündedir.
İşte bu nedenle biz herşeyin insan için; yani bilinç ve akıl için yaratıldığını, yani kainatı bilmek ve bu manada bilinmek için yarattığını biliriz Allah’ın. Büyüklüğünü, azamatini, ilminin sınırsızlığını, bu kadar büyük bir evrenin bir modelini bir hücreye yerleştirecek kadar olduğunun bilinmesi için yarattı Allah bilinci ve aklı.
“Duanız olmasaydı ne kıymetiniz olurdu” hükmünü tam da böyle anlamalıyız bence. Zira dua Allah’ı , kuvveti, kudreti ve ilmi oranınca düşünmek ve büyüklüğü karşısında mest olup kendinden geçmektir haddi zatında. Ü. Meriç, ‘dua merkezi ben, çevresi kainat ve hatta ötesi olan bir mekan ya da mekansızlık buudunda, bütün yaratılmış ve henüz yaratılmamış olan zamanlardan kendini sorumlu hissetmenin şuuru ve şiiridir ’ diyerek ne de güzel tanımlıyor duayı.
Onarılmasını, yapılmasını, yıkılmasını, azlığı, çokluğu, zorluğu, büyüklüğü, huzuru, mutluluğu isterken aslında onun büyüklüğünü ve ilmini tasavvur ettiğimiz oranda isteriz. Bu ilmi tasavvur aynı zamanda bizim ilmimizin çapı ile de çok ilgilidir. Tasavvur, tahayyül ve takatı kişinin bilgisi oranındadır. Bu nedenle “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”. Yani insan ilmi oranında; ya da Allah’ın ilminden haberdar olduğu oranda Allah’ı tasavvur eder ve O’ndan diler. Ve bilgisi kadar değerlidir.
İşte bu bilinme isteğidir ki Allah insanı yarattı. Ancak insanı sadece bu ilmi öğrenme yetisi ile yaratan Allah, insanı hazır bir donanım ve bilgi ile yaratmadı. Belli imgeler ve emareler ile yoluna ışık tuttu insanın. İlerleme işini ise tamamen insana bıraktı.
İnsanın kendi çabasıyla onu öğrenmeyi, öğrendikçe merakının artmasını, merakının artması oranında heyecanının artmasını, heyecanı arttıkça daha çok öğrenmeye bilenmesini, daha çok öğrendikçe daha çok sevinmesini, sevindikçe daha çok sevmesini, sevdikçe eşyaya daha fazla hakim olmasını, bu hakimiyetin kendi içindeki ilahi özü(üflenen ruh) ortaya çıkarmasına araçlık etmesini istedi Allah.
İlanihaye bu uçsuz bucaksız öğrenme alanının bir zirvesinin olacağı ve bu zirvenin Allah ile karşılaşılacak yer ve zaman olduğu; sonrasında da insanın bu zaman ve zemindeki vazifesinin sona ereceği ve ilmi/başarısı oranında mükafatlandırılacağı başka bir zaman ve mekana intikal edeceği bir seyru sefer tayin edilmiştir. Bu seferin sonu, işaret ve imgeler konulmuş yolu takip ederek Kadir-i Mutlak’la karşılaşılacak yerdir.
Aslında insan öğrenmede aceleci davrandıkça kavuşma da erkenleşecektir. Başı döndüren bu son ilerleyiş belki de sonu hızlandırıyordur. Her ne kadar varılacak menzili kaale almadan yol alıyorsa da insanın, varıp varacağı yer, görüp göreceği kişi O olacaktır. Ve o karşılaşma derin bir üzüntü ve kahroluşa sebep olabileceği gibi, varılacak menzili ve Malik’ini bilneler için sevinç ve mutluluğa gark olmanın zamanı olacaktır.
İşte bu bilgi ve ilimden yoksun olmak aynı zamanda büyük bir cehalettir. İlim Allah’ı tanıma oranında vardır ve değerlidir. Zira sonsuz evren ve içindeki ilmin tamamı yaratılışta zaten var edilmiştir. İnsan sadece farkına varmak için çabalıyordur. Şifrelerini çözmektir de aynı zamnada ilme ulaşma. Bir bakıma insan asla “alim” değildir. Çünkü hiçbir kuralı o koymamıştır. Mesela beslenmedende yaşama kaidesini koyamaz. Ya da galaksilerin sayısında bir değişikliği gerçekleştirme ilmi yoktur. Yerçekimsiz bir gezegen yapamaz, ya da yerçekimi sıfırlayamaz. İnsan varedilmiş ilme ulaşıyor ancak. Aslında ulaştığı şey ilmin sahibidir. Ama ulaştığı kudreti görememe körlüğüne de sahip olunabiliyor işte.
Sonsuz evren ve içindekinin tamamına ait bilgi, kanun kural ve formüller yaratılışından itibaren koyulmuştur. İnsan şifrelerini çözüyor sadece. Basitten zor olana doğru öğreniyor. Yaratmıyor. İnsan evren içinde yaşadığı ve öğrendiği sürece öğreneceği her şey, evrenin var olan kanun ve kuralı dışında bir şey olmayacaktır.
Bu manada her bilgi Allah’a yaklaştırmalı. Bu zihinsel yaklaşım aynı zamanda fizikleş bir yakınlaşımla beraber gerçekleşiyordur. Zihinsel yaklaşım olmadan da fiziksel yaklaşım süreci devam etmektedir.
Bu durumda bilginin gerçek sahibini yok saymak veya kaale almamak aynı zamanda bir felakettir; büyük bir cehalettir ve haddizatında büyük bir yoksulluktur. Zira en büyük yoksulluk cehalettir. İlmin büyük bir zenginlik oluşu gibi… Hakeza en büyük yoksulluk ilmin sahibini yok sayarak elde edilen bilgidir ki; bu ilmin, ilmin sahibinin nazarında bir değer yoktur, büyük bir cehalettir.
Faraza kainat büyük bir patlama ile olmuş olsun. Devamında meydana gelen ilişki ayı, yıldızları, galaksileri, dünyayı, bitki, hayvan, insan ve bunlar arasındaki ilmi ilişki ve birinin varlığının diğerine bağlı olması kaidesi patlama ile birlikte konulmuş ve gerçekleşmiş kanunlardır. Aksi halde madde kendiliğinden bir şey olmaya karar vermiş değildir. Ya da bir oksijen ve iki hidrojen “hadi birleşelim de su olalım” dememiştir. Yıldızlar hangi galakside yer alacklarına, galaksiler hangisiyle komşu olacaklarına kara vermiş değiller. Verilmiş bir kararın ve konulmuş bir kanunun tezahürüdür tüm evren.
İşte bu büyük ve mutlak karar sahibini, yani Allah’ı bi hakkin tanımamış olmaktan daha büyük bir cehalet, daha büyük bir felaket ve daha büyük bir yoksulluk yoktur. İnsanın en büyük hazinesi, sahibiyle birlikte edinilmiş ilimdir. Dolayısıyla ilim, ilmi zenginlik beraberinde maddi ve manevi zenginliği de getirir. Bu da toplumların ıslah ve refahını sağlar.
Bu seyru seferden bi haber, bu yürüyüşe bigane ve öğrenmeye lakayıtlık aynı zamanda kişinin ve yaşadığı toplumun felaketi ve helakı olur. Kişinin Allah’ı tanıması bilgisi oranındadır. Güneşin döndüğünü, ısıttığını, uzaklığını, doğduğunu, çapını ve derecesini bilebilir insan. Ancak bunun sahibinin varlığını öğrenmediği sürece öğrenmenin gayesine ulaşmamış olur insan. Yani cahildir. Cehalet de kişiden topluma sirayet eden bir hastalıktır aynı zamanda. Cehaleti içinde barındıran bir toplumda başkaca türlü türlü hastalıklar da tezahür eder. Bu hastalıkların başında yoksulluk gelir. Bu yoksulluk hem maddi hem de manevi bir yoksulluktur. Bilenle bilmeyen bir olmaz. Veren eli alan elden üstün tutmuştur inancımız. Toplumların helak ve ifsadına sebep olan yaradılış gayesini anlamaktan yoksun bilgi kuru bilgidir ve ilim değildir.
Allaha yaklaştırmayan her ilimden Allah’a sığınırız.
MEHMET GÜLSEVER - İnzar Dergisi