İstanbul / AA / Prof. Dr. Kemal İnat / Analiz
Geçen hafta yapılan NATO zirvesinin ardından hafızalarda en çok yer eden konular, üye ülke liderleri arasında yaşanan gerginlikler ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un zirveden önce söylediği “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” sözlerine yönelik tartışmalar oldu. Bu gerginlikler ve tartışmalar “NATO’nun geleceği ne olacak?” sorularının yine zihinlerde canlanmasına neden oldu.
Aslında bu sorunun uzun zamandır sorulduğunu ifade etmek gerekir. Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyet Rusya’dan kaynaklanan tehdit algısı, ABD’nin Batı bloğu liderliğinin (bazı ufak istisnalar dışında) sorgulanmaması sonucunu doğurmuştu. Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından, başta Fransa olmak üzere, bazı Avrupa ülkeleri artık NATO ittifakının ne kadar gerekli olduğu sorusunu sormaya başlamışlardı. Bu çerçevede Avrupa’ya özgü yeni bir güvenlik yapılanmasının adım adım inşa edilmesiyle birlikte, ABD’nin Avrupa dışına itilmesini amaçlayan aktörler de hep var olageldi. Avrupa Birliği içerisinde 1990’lı yıllarda geliştirilen Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) bu arayışların bir sonucu olarak ortaya çıktı. AB’yi aynı zamanda bir güvenlik ortaklığına dönüştürmeyi amaçlayan bu mekanizmalar gitgide genişletilerek bugüne kadar uzansalar da, NATO Avrupa’nın temel güvenlik örgütü olarak kalmayı başardı.
NATO üyeleri arasındaki bu görüş ayrılıklarının son NATO zirvesinin sonuç bildirgesine nasıl yansıdığına bakıldığında, ABD’nin görüşlerinin ağır bastığı görülüyor. Dokuz maddeden oluşan metinde, NATO üyelerine yönelik tehditler sayılırken ismi geçen tek ülke Rusya oldu. Siber saldırılar ve terör gibi tehditlerin yanında, “Rusya’nın agresif tutumunun Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik bir tehdit oluşturduğu” ifade edildi.
Bunun temel nedeni, AB üyesi ülkelerin bir kısmının ABD’nin Avrupa dışına itilmesine karşı çıkmasıdır. Hatta “Atlantikçi” olarak bilinen bu ülkelerin sayısının, günümüzde Avrupacılara göre daha fazla olduğunu da not etmek gerekir. Putin ile birlikte Rusya’nın 1990’lı yıllardaki zafiyetini geride bırakması, Gürcistan ve Ukrayna’dan başlayarak eski nüfuz alanlarına dönmeye yönelik bir çaba içerisine girmesi, Avrupa’ya özgü yeni bir güvenlik mimarisi inşa ederek “ABD’yi evine gönderme” hayalleri kuran çevrelerin geri adım atmalarına yol açtı. Zaman zaman “Avrupa ordusu” kurmaktan bahsederek ortaya çıksalar da, bu hedeflerine ulaşma konusunda somut adımlar atmaktan uzak oldular. ABD Başkanı Trump’ın göreve geldiği dönemde NATO’yu hedef alan sözlerine rağmen ittifakın önemi azalmadı.
Belki iddialı bir varsayım olacak ama, Rusya Putin ile birlikte eski güç politikasına geri dönüp etrafındaki ülkeleri tedirgin etmeseydi belki de NATO şimdiye kadar dağılmış olacaktı. Moskova’nın agresif tavırlarından endişe eden Avrupalı üyeler, NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin Avrupa’daki varlığının en büyük savunucusu oldular. Polonya, Çekya, Romanya ve Baltık devletleri gibi eski Doğu Bloku ülkeleriyle Danimarka ve Birleşik Krallık gibi klasik Amerikan müttefiklerinden oluşan bu ülkeler, Rusya’ya karşı daha sert bir politika izlenmesi gerektiğini ve NATO’nun savunma planlarında Rusya’nın en büyük tehdit olarak sınıflandırılmasını istiyorlar. Buna karşılık Fransa, Almanya ve Türkiye gibi önemli NATO üyelerinin Rusya ile işbirliği eksenli bir ilişki arayışı içerisinde olması, İttifak'ın günümüzdeki en büyük çatlaklarından birini oluşturuyor.
ABD Rusya’yı suçlayarak Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (Intermediate-Range Nuclear Forces [INF]) çekilirken, Fransa’nın Moskova’nın bu konudaki yeni teklifinin dikkate alınması talebi Washington’u öfkelendiriyor. Almanya’nın Kuzey Akım-2 doğalgaz boru hattıyla, Rusya’ya (Doğu Avrupa ülkelerini “bypass” ederek) Avrupa pazarına erişim imkânı sunması da Washington’ı yaptırım tehdidinde bulunacak kadar kızdırıyor. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alması ve bu ülkeyle enerji alanındaki yoğun işbirliği de ABD’yi çok rahatsız ediyor. NATO ülkelerine kendi kaya gazını ve silahlarını satmak isteyen ABD için, kendisinin değil de Rusya’nın tercih edilmesi, kabul edilebilecek bir durum olarak görülmüyor. Ama ABD’nin dayatmalarından rahatsız olan Avrupalı NATO üyelerinin, kendilerini Washington’ın askeri desteğine daha az muhtaç bırakacak politikaların arayışı içerisinde Rusya ile işbirliğini önemsedikleri görülüyor. Örneğin Washington’ın PKK/YPG ve FETÖ konusundaki politikalarını kendisi için tehdit olarak gören Türkiye, bu konuda kendi kaygılarını daha çok anlayan Rusya ile iş birliğine yöneliyor. Aynı şekilde Amerikan Kongresi’nin silah satışı konusundaki sürekli engellemeleri, Türkiye’yi Rus S-400’lerini almaya sevk edebiliyor. Benzer şekilde, Trump’ın başkan olmasının ardından yaptığı baskılar yüzünden Transatlantik güvenlik ortaklığı konusunda endişeleri artan Almanya, Rusya ile işbirliği ve diyaloğu artırmaya yönelebiliyor.
NATO üyeleri arasındaki bu görüş ayrılıklarının son NATO zirvesinin sonuç bildirgesine nasıl yansıdığına bakıldığında, ABD’nin görüşlerinin ağır bastığı görülüyor. Dokuz maddeden oluşan metinde, NATO üyelerine yönelik tehditler sayılırken ismi geçen tek ülke Rusya oldu. Siber saldırılar ve terör gibi tehditlerin yanında, “Rusya’nın agresif tutumunun Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik bir tehdit oluşturduğu” ifade edildi. Aynı şekilde “Rusya’nın Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliği için risk oluşturan orta menzilli füzeler konuşlandırmasına karşı tedbir alındığının” altı çizildi. Fakat belki Rusya ile işbirliğini önceleyen üyelerin etkisiyle, “Diyaloğa ve Moskova’nın tavrı izin verdiği ölçüde Rusya ile yapıcı bir ilişki kurmaya açık olmaya devam edileceği” de metinde yer aldı.
Türkiye dışındaki NATO üyelerinin de İttifak'ın diğer bazı üyelerine yönelik rahatsızlıkları var. Almanya ve Fransa’da birçok siyasetçi ABD’den gelen dayatmalara neden katlandıkları sorusunu sorarken, Doğu Avrupa ülkeleri bazı NATO üyelerinin Rusya karşısında kendileriyle yeterince dayanışma içerisinde olmadığından şikâyetçiler. Buna karşılık NATO’nun Güney Avrupalı üyeleri, önemli bir güvenlik sorunu olarak gördükleri yasadışı göçün önlenmesi konusunda NATO’nun kendilerine destek vermediğini düşünüyorlar.
Yeni tehdit Çin mi?
Rusya’nın tehdit olarak zikredildiği NATO sonuç bildirgesinde Çin’e de yer ayrıldığı görüldü. Ancak Rusya’nın aksine Çin “tehdit” olarak tanımlanmadı, “Çin’in artan etkisinin doğurduğu zorluklara” değinildi. Genel Sekreter Jens Stoltenberg zirve sonuç bildirgesini açıklarken yaptığı açıklamada, Çin’in ilk defa bir NATO zirvesinde analiz edildiğini ve Çin’den kaynaklanan sorunları değerlendirildiğini ifade etti. Stoltenberg teknolojik silahlara büyük yatırımlar yapan Çin’in silahsızlanma anlaşmalarına dahil edilmesinin önemli olduğunun da altını çizdi.
Sonuç bildirgesinde ABD’nin isteğiyle “5G de dahil olmak üzere iletişim güvenliğinin” vurgulanması, (Huawei firması çerçevesinde) 5G teknolojisi konusunda Çin’in üstünlüğü ve bu ülke firmalarının Batılı ülkelerin teknolojik altyapısının inşasında yer alıp almayacakları tartışmasına yeni bir boyut getirdi. ABD bu konuyu önemli bir güvenlik sorunu olarak görüp Çin firmalarının ilgili ihalelerden dışlanması konusunda baskı yaparken, Almanya gibi ülkeler Washington’dan bu alanda gelen baskılardan rahatsızlar. Öyle görünüyor ki Çin’in NATO için bir tehdit olup olmadığı konusunda İttifak üyeleri arasında ciddi görüş ayrılıkları var.
Gücün temel göstergeleri açısından bakıldığında, Çin ile hesaplaşmayı öne çekmek ve bu konuda bütün NATO üyelerini arkasında görmek isteyen ABD’nin yanlış bir hesap yapmadığı söylenebilir. NATO sonuç bildirgesinde Rusya bir “tehdit”, Çin ise sadece bir “sorun” olarak tanımlansa da, gücün en önemli göstergeleri olan askeri harcamalar ve ekonomik kapasite açısından, Çin’in yakın ve orta vadede NATO için Rusya’dan daha büyük bir sorun haline gelebileceği açıkça görülüyor.
Askeri harcamada NATO açık ara önde
2018 rakamları açısından bakıldığında, Çin’in Rusya’dan dört kat daha fazla askeri harcama yaptığı ve sekiz kat daha fazla milli gelire sahip olduğu görülüyor. Çin 250 milyar dolarlık askeri harcaması ve 13,6 trilyon dolarlık GSYH ile halen NATO toplamının oldukça gerisinde olsa da, bu açılardan NATO’ya en yakın kapasiteye sahip ülke pozisyonunda. Ayrıca Çin’in NATO üyeleriyle karşılaştırıldığında halen oldukça yüksek bir hızla büyüdüğü dikkate alınırsa, bu ülke ile NATO arasındaki farkın giderek kapandığı görülüyor. Bunun yanında karar alma mekanizmaları açısından karşılaştırıldığında, hükümetler arası bir örgüt olan NATO’nun, oybirliği şartı nedeniyle karar alıp harekete geçmesinin, tek bir merkezden karar alan Çin’e göre çok daha zor olduğunu ifade etmek gerekir.
Nükleer güç açısından bakıldığında ise Çin’in sadece NATO’dan değil, Rusya’dan da geri bir güç olduğu görülüyor. Aynı şekilde enerji kaynakları açısından da Rusya’ya göre dezavantajlı bir Çin’den bahsetmek gerekir. Sahip olduğu zengin doğalgaz ve petrol rezervleri Rusya için ciddi bir güç kaynağıyken, Çin’in bu açılardan büyük ölçüde dışa bağımlı olması Pekin için önemli bir sorun. Fakat bu alanlardaki handikaplarına rağmen Çin’in her geçen gün artan ekonomik ve askeri kapasitesi, NATO’nun kendisini hazırlaması gereken bir meydan okumayı ortaya koyuyor.
Londra zirvesindeki gerginlikler, NATO’nun böyle bir meydan okumaya hazırlıklı olmadığını gösteriyor. Bazı ülkeler artık NATO’nun kendi güvenlik çıkarlarına hizmet etmediğini düşünüyorlar. PKK’nın Suriye kolu olduğu açıkça bilinmesine rağmen YPG’yi bir terör örgütü olarak kabul ettirme konusunda Türkiye’nin NATO müttefikleriyle yaşadığı zorluk bunun örneklerinden biri. Ankara genel olarak terörle mücadelesinde müttefikleri tarafından yalnız bırakıldığını, hatta bazı NATO üyelerinin Türkiye’nin güvenliğini hedef alan terör örgütlerine destek verdiğini düşünüyor.
Türkiye dışındaki NATO üyelerinin de İttifak'ın diğer bazı üyelerine yönelik rahatsızlıkları var. Almanya ve Fransa’da birçok siyasetçi ABD’den gelen dayatmalara neden katlandıkları sorusunu sorarken, Doğu Avrupa ülkeleri bazı NATO üyelerinin Rusya karşısında kendileriyle yeterince dayanışma içerisinde olmadığından şikâyetçiler. Buna karşılık NATO’nun Güney Avrupalı üyeleri, önemli bir güvenlik sorunu olarak gördükleri yasadışı göçün önlenmesi konusunda NATO’nun kendilerine destek vermediğini düşünüyorlar.
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında NATO’nun doğuya genişlemesine şahit olmuştuk. Şimdi Çin ve Rusya’nın bazı NATO üyeleriyle kurdukları yakın ilişkiler, NATO’nun geri çekilmesini konuşacağımız bir döneme girdiğimizin işaretçisi olabilir. Eğer NATO kendi içerisindeki güvensizlikleri sona erdirip Çin ve Rusya’dan gelen bu meydan okumalara doğru cevabı veremezse, bu sürecin sonunda NATO diye bir ittifak da kalmayabilir. Ama NATO’nun lider ülkeleri doğru politikaları geliştirebilirlerse, Çin’in yükselişi NATO’nun ömrünü de uzatabilir.
***Kaynak: Bu analiz “AA”dan alıntıdır. Tüm “alıntı analizler” gibi yazıdaki ifadeler ve görüşler sahibine aittir.