İstanbul / AA / Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın / Analiz
Türkiye-Libya anlaşmasının hukuki ve stratejik boyutları
Son çeyrek yüzyılda sondaj teknolojilerindeki ilerlemeye bağlı olarak Doğu Akdeniz’de hidrokarbon enerji kaynaklarının keşif ve üretim faaliyetlerin artması, uluslararası hukuk açısından kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının tespiti ve sınırlandırılması sorunlarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları geniş anlamda ele alındığında, karasuları bağlamında dikkat çekici bir anlaşmazlık olmamasına karşın, esas meselenin kıta sahanlıklarının ve münhasır ekonomik bölge (MEB) alanlarının tespitinde cereyan ettiği görülüyor.
Libya anlaşmasıyla Türkiye'nin bölge ülkeleriyle anlaşma yapamadığı konusundaki hipotez de yıkılmış ve Mısır-Lübnan-Suriye-israil sektörlerinde de yeni uzlaşı zeminlerine basamak teşkil edilmiştir. Böylece, Türkiye'nin hukuki ve siyasi açıdan Doğu Akdeniz’de dışlanmasının hukuken ve fiilen mümkün olmayacağı gerçeği açıkça ortaya konulmuştur.
Hukuk tekniği bağlamından “deniz yetki alanı ilanı”, bir diğer komşu devletle bağlantısı olmayan bir deniz alanında, kıyı devletinin karasuları, bitişik bölge veya MEB’inin dış sınırının tek taraflı olarak ilanıdır. Buna mukabil “deniz yetki alanı sınırlandırılması” ise iki veya daha fazla devletin, sahip oldukları ya da ilan ettikleri deniz yetki alanlarının, diğer sahildar devletin deniz yetki alanları ile çakıştığı bölgedeki deniz alanının bir anlaşma ile sınırlandırılmasıdır.
Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler arasında, bahsi geçen konularda henüz tam bir mutabakat bulunmuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) kendisini Kıbrıs’taki tek yetkili devlet sayıyor. Batıda Yunanistan, Doğu Akdeniz’de GKRY, Libya, Mısır, Suriye, Lübnan ve israil MEB ilanında bulundular. Fakat en başta, Yunanistan-GKRY ikilisinin sahada ABD ve AB’nin desteğini alarak bölgedeki sahildar ülkelerle akdettiği MEB anlaşmalarının, sahildar devlet statüsündeki Türkiye ve KKTC’nin uluslararası hukuki haklarının yok sayıldığı Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun hukuka ve hakkaniyete uygun olmadığı için muteberlik arz etmediği belirtilmelidir.
Bölgedeki doğal gaz rezervlerinin 122 trilyon metreküp olduğu tahmin ediliyor. israil ve Mısır’ın gaz üretimlerine ilaveten GKRY’nin sondaj faaliyetleri, bölgede stratejik güvenlik kavramını ön plana çıkarırken, Kıbrıs adası bölge dışı ülkeler için cezbedici bir statüye yükselmiştir. Tam bu noktada, Türkiye-Libya anlaşması bölgede kurgulanan uluslararası hukuka aykırı siyasal içerikli girişimlerin çökmesine neden olmuştur.
Büyük güçlerin bölgesel rekabeti ve askeri tırmanma tehlikesi
AB'nin artan enerji ihtiyacı, Brüksel’in bölgeye olan ekonomik, hukuki ve siyasal ilgisini artırıyor. AB GKRY ve Yunanistan’ın hakkaniyete uygun olmayan MEB iddialarının da arkasında duruyor. Öte yandan, Arap Baharı'nın ve Suriye iç savaşının yol açtığı istikrarsızlık ve küresel güçlerin rekabet ve mücadelesinin oluşturduğu farklı bloklaşmalar, bölge ülkeleri arasında ekonomik işbirliği yerine gerginlik ve silahlanma faaliyetlerinde daha büyük bir hareketlenmeyi tetikledi. israil GKRY ve Yunanistan ile enerji, savunma, dış politika ve ekonomi konularında işbirliğine gidiyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı ABD-israil tarafından kurulan GKRY-Yunanistan-Mısır bloğuna Suudi Arabistan da resmen dâhil olmuş durumda. Suud rejimi GKRY'ye tarihte ilk kez bakan düzeyinde temsilci göndererek “Türkiye’ye karşı birlik” mesajı verdi.
Deniz alanlarındaki enerji kaynağı keşiflerinin ülkelerin ekonomilerine ve jeopolitik konumlarına katacağı katkılar göz önüne alındığında, Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka saygı duymaktan veya uygun davranmaktan çok, “askeri güç temelli savaş diplomasisi" (gunboat diplomacy) seçeneğinin ön planda olduğu söylenebilir. Rusya’nın Akdeniz’e yerleşmesine ve Çin’in "Modern İpek Yolu Projesi" dahilinde yapıcı bir tarzda Akdeniz’de bölge ülkeleriyle ilişkilerinin artış göstermesi karşısında ABD ve AB’nin mukabil denge arayışları, sahada Kıbrıs adası üzerindeki baskıların artmasına sebep oluyor. Rusya-Çin-İran’ı dengelemeyi amaç edinen ABD-AB'nin Körfez ülkeleri ve israil-Yunanistan-GKRY üçlüsüyle icra ettiği yoğun askeri tatbikatlardaki artışa bağlı olarak Akdeniz Bölgesi, adeta “ilan edilmemiş bir savaşın beşiği” haline doğru sürükleniyor. Diğer bir ifadeyle, Akdeniz’de üstünlük kurma rekabeti, "Büyük Güçler"in Soğuk Savaş sürecinde oynadıkları satrançtaki gibi bir “şah-mat meselesi” haline dönüşüyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Kaynakları Birimi Müsteşar Yardımcısı John McCarrick “ABD Rusya’dan başlayıp Karadeniz üzerinden Türkiye’ye aktarılması planlanan ‘Türk Akımı’ ve Baltık Denizi altından Rusya’dan Almanya’ya doğal gaz gönderilmesini planlayan ‘Kuzey Akımı-2’ doğal gaz boru hattı projelerine karşıdır” açıklamasında bulunmuştu. Washington’ın (envanterinde Girit adasında Rus yapımı S-300 füzeleri bulunan) Yunanistan’a Patriot füzeleri satmasına rağmen, aynı silahları NATO müttefiki Türkiye’ye vermemesi karşısında, Ankara sürpriz şekilde Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini tedarik etmişti.
Ankara’ya siyasi ve ekonomik anlamda cezai yaklaşım sergileyen ABD Temsilciler Meclisi GKRY’ye 32 yıldır uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasını düzenleyen yasayı kabul etmişti. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de doğal gaz aramasının “kabul edilemez” olduğunu ileri sürmüştü. Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis de soruna çözüm için Washington’dan ağırlığını koymasını talep etmişti. AB ise GKRY’nin Türkiye ve KKTC’nin hak ve menfaatlerini yok sayarak bölgeyi parsellere ayırarak çeşitli şirketlere arama ruhsatı verme girişimini desteklemişti. Artan gerilimle, GKRY lideri Nikos Anastasiadis Kıbrıs’ta doğalgaz sondaj çalışmaları başlatan Türkiye’yi BM’ye şikâyet ederken, ABD ve AB de GKRY’nin Türkiye’ye karşı israil ve bazı Avrupa ülkeleriyle yaptığı gaz ortaklığının yanında olmuştu. Bölgede, israil’in Rumlarla yakınlaşmasına destek veren ABD ve doğrudan enerji pazarlıklarına dâhil olan AB’den de destek görmeyen Türkiye ise Deniz Kuvvetleri’nin korumasında doğrudan yürüttüğü sondaj ve arama faaliyetleriyle kendi yolunu çizmeyi tercih ediyor.
Libya-Türkiye deniz yetki alanları mutabakat muhtırasının hukuki arka planı
Türkiye sondaj ve arama faaliyetleri hamlesinin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Libya Ulusal Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayiz es-Serrac arasında 27 Kasım 2019’da Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası’nı imzaladı. TBMM de bu anlaşmayı onayladı ve Libya’nın onayını müteakiben BM Sözleşmesi’nin 102. maddesi uyarınca taraflar anlaşma metnini Birleşmiş Milletler'e tebliğ edeceklerdir.
Türkiye, esasen Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğini değiştirecek, stratejik ve tarihsel süreçte oyun değiştirici bir hamle anlamına gelen Türkiye-Libya anlaşmasıyla, bölgede yeni bir hukuki ve ekonomik inisiyatif almıştır. Yukarıda bahsedilen Akdeniz satranç oyununda Ankara "şah-mat" yapmıştır. Anlaşma sayesinde, Türkiye'nin bölge ülkeleriyle anlaşma yapamadığı konusundaki hipotez de yıkılmış ve Mısır-Lübnan-Suriye-israil sektörlerinde de yeni uzlaşı zeminlerine basamak teşkil edilmiştir. Böylece, Türkiye'nin hukuki ve siyasi açıdan Doğu Akdeniz’de dışlanmasının hukuken ve fiilen mümkün olmayacağı gerçeği açıkça ortaya konulmuştur.
Doğu Akdeniz’deki deniz alanlarının sınırlandırılması meselesi, sınırlandırma esnasında dikkate alınmayı gerektiren kendine özgü (unique) “özel durumları/özellikleri" (faktörleri) bünyesinde barındırıyor. Bilindiği üzere, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) devletlerin deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve denizlerin yer altı ve su üstü kaynaklarının kullanımında, adil ve hakkaniyete uygun bir paylaşım anlayışı içinde yapılmasını öngörüyor.
Doğu Akdeniz’de yaşanmakta olan MEB anlaşmazlıklarının temelinde coğrafi koşullar yatmakla beraber, devletlerin uygulamakta oldukları politikalar, BMDHS’de yer alan “hakkaniyet, hakça çözüm, coğrafyanın üstünlüğü, oransallık ve kapatmama” ilkelerini ihlal eder bir şekilde karşımıza çıkıyor. MEB’lerin hukuki rejimi 1982 tarihli BMDHS’nin V. kısım 55-75. maddelerince düzenlenmiştir. BMDHS’nin 57. maddesinde belirtildiği üzere, MEB, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz miliyle sınırlandırılmıştır.
Bölgede yer alan kıyıdaş devletlerin karşılıklı kıyı uzunlukları 400 deniz milinden kısa olması nedeniyle, MEB sınırlarının belirlenmesi ancak karşılıklı mutabakatla mümkündür ve adalar MEB üzerinde tam olarak hak sahibi değildir, dolayısıyla egemenlik hakkı ileri süremezler. Kıta sahanlığıyla ilgili ilk dava olan 1969 Kuzey Denizi Davası'nda Uluslararası Adalet Divanı (UAD), sınırlandırmanın örf ve âdet hukukuna göre, “hakkaniyet prensiplerine” uygun bir şekilde ve bütün “ilgili durumlar” dikkate alınarak “anlaşma” ile yapılacağını belirtmiştir.
Yunanistan Girit’ten Meis’e kadar olan bölgedeki alanlarını tek bir sahil şeridi olarak kabul etmektedir. Türkiye ise özetle Doğu Akdeniz’de gerek kıta sahanlığı gerekse MEB sınırlarının öncelikle ana karalar arasında Türkiye, Mısır ve Libya arasında belirlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Uluslararası hukuk bağlamında ele alındığında, GKRY’nin Kıbrıs adasının Akdeniz’de “ana kara” olması hipotezi üzerinden salt “eşit uzaklık” ilkesi hükümleri çerçevesinde akdettiği sınırlandırma anlaşmaları hukuken geçerli değildir. Zira Viyana Anlaşmalar Hukuku açısından GKRY Kıbrıs adasında yaşayan Türk halkını ve egemen bir devlet olarak KKTC’nin eşit haklarını göz ardı edip, hukuki bir yetki aşımı anlamına gelecek şekilde, tek taraflı imza yetkisine sahip değildir.
Türkiye ve KKTC anlaşmalara itiraz ederek, Mısır ile yapılan anlaşmanın Türkiye’nin kıta sahanlığı haklarını ihlal ettiği, GKRY’nin ise KKTC tarafının eşitlik haklarını ağır şekilde ihlal ettiği ve bu ihlallerin hakça paylaşım ilkesine aykırı olduğunu bildirmiştir. Zira deniz alanlarının sınırlandırmasında, sahil coğrafyası, özellikle de sahilin genel yapısı büyük önem arz eder. Sınırlandırmada büyük ölçüde belirleyici olan, sahil coğrafyasının rolüdür ve iki prensip üzerine kurulur: "Kara denize hakimdir" ve "bu hakimiyetini denizle buluştuğu kıyıları (sahili) vasıtasıyla kurar”. Bu temel ilke ilgili bütün yargı kararlarında (Malta- Libya Davası, Ege Denizi Kıta Sahanlığı Davası, Gine/Gine Bissau Davası) vurgulanmıştır.
Libya-Türkiye Mutabakat Muhtırası’nın stratejik önemi
Söz konusu anlaşmanın Türkiye açısından öncelikli önemi (KKTC ile 2011'de akdedilen anlaşmaya ilaveten) Doğu Akdeniz'de kıyıdaş bir ülkeyle yapılan ikinci deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının hayata geçirilmesiyle, hukuken Türkiye’nin Doğu Akdeniz'de yeni kıta sahanlığı-MEB sınırlarının çizilmesini teminat altına almasıdır. Yunanistan’ın Girit'ten Meis'e kadar olan bölgedeki alanlarını tek bir sahil şeridi olarak kabul ederek GKRY ve Mısır ile deniz yetki anlaşması imzalaması, büyük ölçüde önemini ve hukuki muteberliğini yitirmiştir. Ankara ise mukabil hamle olarak 2004'te Akdeniz'in batısındaki kıta sahanlığının dış sınırlarını BM'ye bildirmişti. Libya anlaşması bu bakımdan, Türkiye’nin Batı sınırlarının koordinatlarının tescilinin hukuken beyan edilmesinden ibarettir.
Yukarıda özetlendiği üzere, “kapatmama” (non-encroachment) ilkesine göre, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip olan Türkiye’nin bölgedeki kıyılarının yakınındaki deniz alanının tek başına Yunanistan’a verilmesi, hukuka ve hakkaniyete aykırı siyasi bir tercih olmaktan öteye geçemez. Türkiye bu yeni hukuki hamlesiyle, Yunanistan-GKRY-Mısır üçlüsünün deniz hukuku genel ilkeleri ve BMDHS’ye aykırı olarak ihdas etmeye çalıştığı, Doğu Akdeniz’de 533 deniz mili uzunluğa sahip Anadolu kıyılarını ve KKTC’nin haklarını ağır şekilde ihlal eden sözde MEB hattını Batı ekseninde delmek suretiyle, tarihi bir başarı elde etmiştir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz'in en uzun anakara kıyısına sahip olması gerçeği dikkate alındığında, kıyı projeksiyonunun adalarla kesilemeyeceği bir gerçektir.
Üçüncü kritik kazanım, Türkiye anakarasının (dünya coğrafyası üzerindeki eğimli duruşundan yola çıkarak “diyagonal hatların oluşturulması” prensibi gereği) Akdeniz'in karşı kıyısında yer alan Libya sahilleriyle deniz sınır komşusu olması fiilen gerçekleşmiştir. Bu durum, Yunanistan’ın aksine, Türkiye’nin Mısır ve israil ile benzeri anlaşmalar yapabilmesinin kapısını aralamıştır. Türkiye Doğu Akdeniz’de kendisini devre dışı bırakacak oldubitti (fait accompli) girişimlerini kabul etmeyeceğini ortaya koymuştur.
Bölgede siyasal iklim aniden ısınmıştır. Yunanistan Türkiye-Libya anlaşmasının BMDHS’ye aykırı olduğunu ve bölgede yer alan Girit, Rodos, Kerpe ve Meis adalarının deniz yetki alanlarını ve dolayısıyla egemenlik haklarını göz ardı ettiği için anlaşmanın hukuki temelden yoksun olduğunu iddia etmektedir. Atina yönetimi ilk diplomatik tepki olarak, uluslararası hukuka ve Viyana Anlaşmalar Sözleşmesi’ne aykırı şekilde, Libya’nın Türkiye ile anlaşma yapma yetkisi bulunmadığından bahisle, görevdeki Libya Büyükelçisi Muhammed Menfi'yi “istenmeyen kişi” (persona non grata) ilan ederek sınır dışı etme kararı almıştır. Atina bu bağlamda, Fayiz es-Serrac'ın tüm Libya adına böyle bir anlaşmaya imza yetkisi olmadığını ileri sürmektedir. Fakat Libya'da halen BM'nin onayladığı yasal hükümetin yönetiminde Fayiz es-Serrac bulunmaktadır. Viyana Anlaşmalar Sözleşmesi’ne göre, BM tarafından tanınmış meşru hükümeti temsilen Fayiz es-Serrac, Libya adına anlaşma yapma yetkisini haiz olup, mevcut anlaşma hukuken geçerlidir.
Yunan Başbakanı Miçotakis ABD’yi ziyaretinde, Washington’ın desteğini arkasına alarak Mısır-Yunanistan MEB sınırlandırma anlaşmasında elini güçlendirmeyi planlamaktadır. AB mevcut sorun hakkında Yunanistan-GKRY ikilisi ile dayanışmasının süreceğini ifade etmiş; Türkiye’yi iyi komşuluk ilişkisi çerçevesinde davranmaya davet ederken, mutabakat metninin açıklanması gerektiğinin altını çizmiştir. GKRY ise uyuşmazlığın çözümü maksadıyla Uluslararası Adalet Divanı'na başvurmaya hazırlandığını beyan etmiştir. Fakat BMDHS’nin 59. maddesine göre, MEB’de sahildar devletin menfaatleriyle bir diğer devletin menfaatlerinin çatışması halinde, bu uyuşmazlık hakkaniyet prensibi ve diğer tüm ilgili şartlar göz önünde tutularak, gerek uluslararası toplumun menfaati gerekse tarafların çıkarları doğrultusunda çözümlenecektir. Kaldı ki NATO’nun 70. yıl Londra zirvesinde Genel Sekreter Jens Stoltenberg, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki sondaj faaliyetleriyle ilgili soru verdiği "NATO'nun rolü uluslararası meselelerde tavır almak değildir” yanıtıyla Atina’nın hamlesini boşa çıkarmıştır.
Sonuç olarak, Akdeniz’de yeni bir süreç için açılan kapının sihirli anahtarını elinde tutan Türkiye’nin, bölgede yeni gerginlikler meydana getirmekten ziyade, tüm kıyıdaş ülkelerin BMDHS’nin ruhuna ve özüne uygun olarak bölgedeki kaynakları adil paylaşmalarını sağlayacak diyalog sürecini başlatmak yolundaki politikasını sürdürmesi beklenebilir.
***Kaynak: Bu analiz “AA”dan alıntıdır. Tüm “alıntı analizler” gibi yazıdaki ifadeler ve görüşler sahibine aittir.