İstanbul / AA / Hacı Mehmet Boyraz / Analiz
AB'den çıkış referandumunun üzerinden üç buçuk ve 2017 yılındaki erken seçimlerin üzerinden henüz iki buçuk yıl geçmişken, İngiltere 29 Ekim’de yeni bir erken seçim kararı daha aldı. Parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası’nda 438 oyla kabul edilen karar sonucunda İngiltere sonu gelmez Brexit tartışmalarının gölgesinde, 12 Aralık'ta bir kez daha genel seçime gidecek.
Öncelikle çalkantılı bir dönemde göreve gelen ve hem parti hem de İngiliz kamuoyunun geniş bir kısmında kabul görmeyen Başbakan Boris Johnson parlamentonun ve milletvekillerinin Brexit sürecine daha fazla müdahil olmasını engellemek için Kraliçe II. Elizabeth’ten parlamentodaki yasama faaliyetlerini 9 Eylül-14 Ekim arasında askıya almasını talep etmişti. Kraliçe'nin de “prorogation” (parlamentonun tatil edilmesi) olarak bilinen bu talebi uygun bulup onaylaması üzerine, yasama faaliyetlerinin 9 Eylül itibarıyla askıya alınmasına ve 14 Ekim’de yeniden faaliyetlere başlanmasına karar verilmişti. Hükümet böylece 31 Ekim’de nihayete ermesi beklenen Brexit öncesinde, parlamentonun AB’den bir anlaşma olmadan ayrılmayı engelleyecek adım atmasının önüne geçmeye ve muhalefetin elindeki seçenekleri sınırlamaya çalışmıştı.
Önceki Başbakan Theresa May hükümetinin AB ile vardığı Brexit anlaşmasının parlamentoda üç kez reddedildiği göz önünde bulundurulduğunda, Kraliçe’nin bu kararı aslında Johnson hükümetine Brexit’i nihayete erdirme yolunda kritik bir fırsat sağlayacaktı. Fakat eylül başında tatilden dönen parlamentoda ilk iş olarak anlaşmasız Brexit’i önleyen yasa tasarısının onaylanması bu planı boşa çıkardı. Zira kamuoyunda “Benn yasası” olarak bilinen düzenlemeye göre hükümete, 19 Ekim’e kadar AB ile Brexit anlaşması sağlayamaması veya anlaşmasız ayrılık için parlamentonun onayını alamaması durumunda, Brüksel’den Brexit için yeni bir erteleme talep etme yükümlülüğü getirildi. Buna ilaveten İngiltere Yüksek Mahkemesi parlamentonun tatil edilmesi kararını hukuka aykırı bulunca, hükümetin “prorogation” planı işlevsellik kazanamadı. Bunun neticesinde Johnson hükümeti mecburen 19 Ekim’de yeni bir anlaşma metnini parlamentonun önüne getirdi ve bu metin sürpriz bir şekilde 299’a karşı 329 oyla kabul edildi. Buna rağmen, bu oylamadan hemen sonra yapılan hükümetin Brexit zaman planlaması önerisi ise reddedildi. Hükümetin önünde başka bir seçenek kalmaması ve muhaliflerin taviz vermemesi nedeniyle Brüksel’den yeni erteleme talep edildi. Bunun üzerine 25 Ekim’de toplanan üye devletlerin büyükelçileri Brexit’in ertelenmesine karar verdi. 28 Ekim’de yapılan nihai toplantıda ise yeni Brexit tarihi olarak 31 Ocak 2020 belirlendi. Hükümetin aynı gün parlamentoya getirdiği erken seçim kararı ise beklendiği gibi kabul görmedi. Oylamadan hemen sonra iktidar ve ana muhalefet arasında yapılan görüşmelerde Muhafazakârların Brexit’in anlaşmalı şekilde gerçekleşeceğine dair güvence vermesi sonucunda, muhalefet lideri Jeremy Corbyn erken seçime destek vereceklerini açıkladı ve ülkenin bir kez daha erken seçime gitmesinin yolunu açtı.
Popülist adımın ağır maliyeti
Taraflar arasında her şey yolunda gitse bile, AB ile yarım asırlık süre boyunca adım adım oluşan bir ortaklığı yıkıp yeni bir düzene geçmek kolay olmadığı için, Brexit tartışmaları İngiltere ve Avrupa siyaseti açısından bir süre daha zaman ve enerji israfına neden olmaya devam edecek.
AB oylamasının gerçekleştiği 2016’dan bugüne kadar geçen süreç ülkede birçok krize neden olsa da ülke yönetiminde yarattığı kriz özel bir önem taşıyor. Zira bu krizin somut birer yansıması olarak, iki sene gibi kısa bir süre zarfında ülkenin iki kez erken seçime gitmesine, başbakanın üç kez değişmesine ve 20’den fazla bakanın istifasına -ki bunların arasında mevcut Başbakan Boris Johnson’ın kardeşi Jo Johnson da var- İngiliz siyasi tarihinde ilk kez şahit olundu. Daha da önemlisi, parlamentonun Brexit anlaşmalarına nihai onayı vermemesi nedeniyle Brexit (planlandığı gibi) 29 Mart’ta gerçekleşemedi. Bunun neticesinde AB’den çıkış tarihi önce 31 Ekim 2019’a daha sonra 31 Ocak 2020’ye ertelendi.
Brexit’e dair 2016 yılından bugüne kadar yaşanan siyasi kaosun arka planına bakıldığında bazı nedenler ön plana çıkıyor. Öncelikle eski Başbakan David Cameron’un 2015 genel seçimleri öncesinde, o dönemin popülist atmosferinden etkilenerek halka AB referandumu sözü vermesi ve seçimlerden galip çıktıktan sonra da bu sözünü hızlı ve plansız bir şekilde uygulamaya koyması bu kaosun birinci ve en görünen sebebini oluşturuyor. Zira 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleşen AB referandumunda Muhafazakârların, 2015 genel seçimlerinde aşırı sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisine (UKIP) kaptırdığı seçmen kitlesini yeniden kazanma adına bu partinin söylemlerine başvurması, hem iktidar partisinin güvenirliğine ve itibarına zarar verdi hem de beklenenin tersine bir durum yaratarak referandumdan Brexit sonucunun çıkmasına neden oldu. Bu noktada, UKIP’nin eski lideri ve Brexit’in bayraktarı Nigel Farage’ın bile o dönem ürettiği popülist söylemlerden zaman içerisinde çark etmesi trajikomik bir vakıa olarak önümüzde duruyor.
Ülkede yaşanan Brexit krizinin bu noktaya gelmesiyle ilgili olarak, iktidardaki Muhafazakâr Parti’ye mensup Dominic Grieve’ın bizzat kendi hükümetine karşı hazırladığı ve 5 Aralık 2018 tarihinde parlamentoda kabul ettirdiği tasarıdan da bahsetmek gerekiyor. Parlamentonun alt kanadı olan Avam Kamarası’nda oyçokluğuyla kabul edilen bu tasarı çerçevesinde, Brexit anlaşmasının (ilk halinin) reddedilmesi halinde, atılacak her yeni adımla ilgili parlamentoya mutlak söz hakkı verilmişti. Buna karşın, kararın kabul edilmesinden sonra, Theresa May döneminde hükümetin Brexit’e dair elle tutulur bir adım atabilmek için her seferinde parlamentonun onayına ihtiyaç duyması, karar alma sürecini yavaşlattı ve hatta kilitli hale getirdi. Bir başka ifadeyle, geçen süre zarfında, yasama organı olan parlamentonun, Brexit’e dair karar alma konusunda, yürütme organı olan hükümetin önünü kapatması, ülkenin siyasi açıdan her geçen gün daha da fazla büyüyen bir kaosa sürüklenmesine neden oldu.
Devlet ve hükümetin olağan çalışma düzeni tıkandı
Mevcut durum itibarıyla Johnson hükümetinin evvela ülkeyi erken seçime götürmesi ve daha sonra göreve gelecek yeni hükümetin parlamentoyu Brexit konusunda 31 Ocak 2020’ye kadar ikna etmesi gerekiyor.
İngiltere’de yaşanan bu krizin ikincil ve en önemli nedenini, muhalefetin ve iktidardaki Muhafazakâr Parti içindeki bazı parlamenterlerin inatçı tutumunda aramak gerekir. Çünkü 2016 yılındaki AB referandumunda halkın yüzde 52’sinin Brexit lehindeki oyuna rağmen, İşçi Partisi başta olmak üzere muhalefetteki partilerin ve Brexit’e karşı olan iktidar partisindeki bazı parlamenterlerin taviz vermeyen tutumu, devlet mekanizmalarındaki karar alma sürecinin tıkanmasına yol açtı. Öyle ki parlamentonun son üç seneyi neredeyse sadece Brexit’i tartışarak geçirmesi nedeniyle devlet ve hükümet organları olağan çalışma düzenlerini kaybetti. Bu noktada, Kraliçe’nin parlamentoyu tatil etme ve yasama faaliyetlerine ara verme kararı aldığı dönemde muhalif kesimlerin gündeme getirdiği “parlamentonun iradesinin yok sayılacağı” eleştirisi kabul edilse bile, ilginç bir şekilde, parlamentonun da Brexit ile ilgili olarak 2016’da sandığa giden halkın iradesini yok saydığı sonucu ortaya çıkıyor.
Diğer taraftan, İngiltere’de yaşanan bu kriz ortamı parlamenter demokrasi algısına da ciddi bir zarar verdi. Zira 2016 yılında Brexit yönünde oy veren seçmenlerin tercihlerinin bugüne kadar göz ardı edilmesi nedeniyle temsil prensibinin anlamını yitirmesi, yine o günden bugüne kadar devam eden siyasi krizde iktidarın ve muhalefetin sorumluluğu sürekli karşı tarafa atması, yine bu iki zümrenin ülkenin geleceğinden çok kendi siyasi pozisyonlarını öncelemesi ve şu an itibarıyla ülkenin her geçen gün büyüyen bir kaosa girmesi gibi somut gerçeklikler bulunuyor. Bundan sonraki süreçte Brexit’in parlamento baskısıyla iptal edilmesi ya da bir kez daha ertelenmesi halinde parlamenter demokrasinin işleyişine yönelik tartışmalar daha da artacak.
Girift ve pek de iç açıcı olmayan bu tabloya rağmen, mevcut durum itibarıyla Johnson hükümetinin evvela ülkeyi erken seçime götürmesi ve daha sonra göreve gelecek yeni hükümetin parlamentoyu Brexit konusunda 31 Ocak 2020’ye kadar ikna etmesi gerekiyor. Bu zamana kadar taraflar arasında her şey yolunda gitse bile, AB ile yarım asırlık süre boyunca adım adım oluşan bir ortaklığı yıkıp yeni bir düzene geçmek kolay olmadığı için, Brexit tartışmaları İngiltere ve Avrupa siyaseti açısından bir süre daha zaman ve enerji israfına neden olmaya devam edecektir.