Doğum olgusu gibi ölüm de, bireyin kendisi tarafından doğrudan tecrübe edilemeyen ancak haricen gözlem yoluyla incelenebilen bir olgudur. Ölümün birey üzerindeki etkileri, onun ölüm tasavvuruyla ve başkasının ölümünün kendi üzerinde bıraktığı psikolojik etkilerin sonucunda tespit edilebilmektedir. Yaşam ile ölüm, aydınlık ile karanlık gibi, ilk bakışta birbirlerine zıt görünmektedirler. Ancak ölümün varlığı, hayatın yaşanan yönüne, yani yaşamın kendisine bir şekil ve anlam kazandırmaktadır.

İnsanlar her çağda ölümün basit bir şey olduğunu kabul etmeyip, ölüm olgusuna bir takım sembolik ifadeler yüklemek suretiyle, ölümü anlamlandırmaya çalışmışlardır. İster genç olsun isterse yaşlı olsun bütün bireylerin varoluşsal yapılarının temelinde ölüm anksiyetesi (korkusu) mevcuttur. Tüm insanlarda, içgüdüsel bir tarzda “hayatını koruma ve sonsuza kadar yaşama” arzusu vardır. Bireyin ölüm karşısında göstereceği tepki, özel yaşantısı ve bireysel tutumlarıyla da yakından ilgilidir. Bu tutumlarının oluşmasında da, yaşadığı sosyal ve kültürel çevre, coğrafi şartlar ile ekonomik seviye ve ideolojik düşünce biçimi gibi faktörler oldukça belirleyici olmaktadır. Tüm bu faktörler içerisinde en önemli ve en etkili olanı ise şüphesiz ki din faktörü ve dindarlık boyutudur.

İnsanda dini tecrübeleri sonucu içselleştirilmiş yani “iç güdümlü dindarlık” duyusu etkin ise kişi ölümü en az doğum kadar normal karşılamaktadır. “Hepimiz ondan geldik ve yine hepimiz ona döneceğiz.” (Bakara 156), “Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi şer ve hayır ile deneriz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya 35), “Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı Allah’ındır. Yaşatan da O’dur öldüren de O’dur. Allah’tan başka sizin için ne bir dost ne de bir hayır vardır.” (Tevbe 116). Bu ve benzeri dini nasların etkisiyle din anlayışını geliştiren birey, sağlıklı bir yaşam sürdüğü sürece tüm zihinsel fonksiyonlarını ve psikolojik iç dinamiklerini Yüce Allah’a endekslemiş olur. Dolayısıyla birey, ölümle ilgili; “inandığı Rab tarafından kendisine verilen hayat emanetinin vakti dolduğunda geri alınması” tarzında bir tanım yapıp, buna uygun bir tutum geliştirebilir. Buna bağlı olarak kesin öleceğini bilen inançlı birey, çaresizliğin vermiş olduğu depresyon vb. psikopatolojik durumlara düşmekten de kurtulabilir. Çünkü din, o bireyin benliğinde içselleştirilmiştir. Bu bağlamda birey, dünyaya geliş amacını iyi kavramakta ve hayatını, inandığı dinin gerekleri doğrultusunda yaşamaya çalışmaktadır. Ona göre, inanan bireyin hayat prensibi, “bugün ölecekmiş gibi ahiret, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yaşam” (H. Şerif) olduğundan, normal yaşamın da ölüm için geliştirdiği kaygı ve korkular da daha az olur.

Bazı insanlar da vardır ki üst tarafta zikredilenin aksine “iç güdümlü dindarlık” yerine “dış güdümlü dindarlık” boyutu baskın haldedir. Yani inanç boyutu olmayıp sadece amel boyutuyla yetinerek din kisvesi altında şahsi maddi çıkarlarına hizmet ederler. Bu tip inanca sahip bireyler ise ölümü doğal karşılama ile ölüm karşısında daha az korku ve kaygı duyma durumu içselleştirilmiş dindarlığın aksine yok denecek kadar azdır. İç güdümlü dindarlarda ise inanç ile amel arasında tam bir uygunluk söz konusu olduğundan ölüm normal bir olgu olarak karşılanmakta hatta ebedi ahiret yurduna intikal hususunda bir kapı olarak görülmektedir. “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Muttaki olanlar için şüphesiz ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” (En’am 32) ayeti kerimesi gereğince ölüm dindar insanlar için sadece bir mekân değişikliğidir.

Ölüm anksiyetesi (korkusu) yok’tan korkmaktır. Yani tamamen yok olmak sadece bir avuç toprak olmaktır. İnsan, yok’tan korkmayı bir şeylerden korkmaya dönüştürdüğünde kendini bu korkulan şeylerden korumak için, bazı mekanizmalar geliştirebilir. Ama “yok”un karşısında insan, tümden çaresizdir.

İslam filozoflarından Farabi’ye göre de, ölümden fasık ve cahiller korkarlar. Cahillerin korkularının sebebi; dünya zevklerinin değerli oluşu ve ölümün bu zevklere bir nokta koymasıdır. Fasıkların korkularının sebebi ise; bu dünya mutluluklarını kaybetmeleri ve ahirette de mutlu olma fırsatlarının olmadığına inanmalarıdır. Ona göre faziletli insan ölüme daima hazırdır ve ölümden korkması için herhangi bir sebep yoktur. Yani Farabi ölüm korkusunun sebebi olarak bilgisizliği zikretmiş ve bilgi ile erdemli olan insanların bu korkuyu yenebileceğini belirtmiştir.

İbni Sina; Ölüm Korkusundan Kurtuluş adlı risalesinde ölümden korkan insanları çeşitli şekillerde tasnif etmiş ve ölümden sonrası için yeni bir hayatın başlayacağını vurgulayarak ümit aşılamaya çalışmıştır.

Ebu Bekir Razi; Tıbbu’r Ruhani adlı eserinin son bölümünü ölüm korkusuna ayırmış ve ölümü yokluk olarak görenlerin korkmaması gerektiğini çünkü ölüm sonrasında her hangi bir acı ve ızdırabın olamayacağını söylemiştir. Ölüm korkusunun ancak ebediyet arzusuyla giderileceğini ifade etmiştir.

Yaşadığımız toplum içerisinde vefat eden biri olduğunda meyyitin ailesine taziyeler iletilir. Allah’tan rahmet ve mağfiret dilenir. Dualar okunur ve sabır telkin edilir. Batı toplumlarında ise ölüm asla konuşulmak istenmeyen, sürekli ört bas edilen ve kaçınılan bir olgudur. İnsanlar mal edinme hırsı içerisinde bocaladıklarından dolayı kendilerine ölümü andıran her şeyden kaçınmakta ve özellikle yaşlılar ölüm evlerine! (huzur evlerine) gönderilmektedir. Ölen kişinin ailesine ise sadece “affedersiniz” ya da “üzgünüm” şeklinde sözler ifade edilmekte ve bu da taziye dileklerinin yerini asla tam karşılayamamaktadır.

İslam’da ölüm, bireyin Allah’tan gelmesi ve yine ona dönmesi olarak değerlendirilmektedir. Hıristiyanlıkta ise ölüm, insana Hz. Âdem’in işlediği günahın neticesi olarak verilmiş bir ceza şeklinde değerlendirilmektedir. Yani bu dine göre; insan doğuştan potansiyel suçlu olduğu için, ölümü hak etmiştir. Ölüm ile yaşam arasındaki dengeyi kuramayan batı toplumları sürekli bir ruhsal kaos ortamı içerisinde yaşamaktadırlar. İslami şahsiyete sahip kişiler ise ölüm ile yaşam arasındaki dengeyi hem teoride hem de pratikte kurduklarından dolayı saadet dolu bir yaşam sürmektedirler.

Modern insanın ölüm tecrübesini etkileyen en önemli değişikliklerden biri de ölüm olgusunun, toplumdan alınıp kurumlara verilmiş olmasıdır. Yani ölüm olgusunda, toplumsallaşma sürecinden kurumsallaşma sürecine doğru bir geçiş söz konusudur. Bu durumu somutlaştıran tipik bir örnek vermek gerekirse; 1956’da İngiltere’de meydana gelen ölüm olaylarının yarıdan fazlasının hastane, bakımevi ve diğer sağlık kuruluşları ile huzurevlerinde meydana geldiği tespit edilmiştir. Söz konusu durum, insanların, genellikle ailelerinin gözlerinden uzakta öldükleri anlamına gelmektedir. Bu durumda aile fertleri, ailede ölen kişinin ağırlığını ve sorumluluğunu hissedemez. Dolayısıyla ölecek olan kişiye bakamamanın acısını yahut da hizmette kusur etmemenin sağlayacağı tatmin edilmişlik duygusunu da yaşayamaz hale gelmektedirler. Aynı şekilde TV ekranlarında, sosyal medya hesaplarında, radyo ve gazetelerde her gün ölüm haberlerinin yapılması da insanlarda ölümü basite indirgeme veyahut ölüm haberlerine karşı bir duyarsızlaşma gerçekleşmiş bulunmaktadır.

Bir diğer husus ise dindarlık ile intihar olayının ters orantılı olmasıdır. Dindar toplumlarda intihar vakalarına az rastlanırken dindar olmayan toplumlarda ise intihar bir kurtuluş olarak algılandığından her baş sıkışıklığı, psikolojik bunalım, yalnızlık vb. etkenlerden ötürü kişiler intihar etmektedir. Oysaki dindarlar Allah’a tevekkül ve teslimiyetin sonucunda başa gelen her musibete rıza gösterip sabrederek ölümü de öldürenin Allah olduğunu bilirler. Kadere teslim olup “narında hoş nurunda hoş” anlayışına sahiptirler. “Allah’ın verdiği canı yine Allah alır.” inancı intihar olaylarını dindarlar arasında asgari seviyeye indirmiştir.

Hristiyanlar içerisinde yapılan bir ankete göre ise dindarlar, dindar olmayanlara göre intihara daha sık başvurmaktadırlar. Bunun sebebi olarak Hristiyanlarda, üst tarafta da bahsedildiği üzere yeni doğan çocukların dünyaya bir suçlu olarak gelmesi ve ölümün bir ceza olarak algılanmasıdır. İslam da dindarlık ve intihar ters orantılı iken Hristiyanlıkta doğru orantılıdır. Yanlış dini yorum ve teviller kişiyi intihara sürükleyebilmektedir. Ayrıca bunun dışında da batı toplumunda ahiret inancı, cennet-cehennem gibi uhrevi inançlar olmadığından sık sık intihara rastlanılmaktadır.

Ölüm, mutlak bir şekilde her canlının karşılaşacağı Allah’ın değişmez bir kanunudur. “Lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayınız.” diye buyuran Efendimiz (s.a.v.) kabir ziyaretlerine teşvik etmiş ve ölümü tefekkür etmeye bizleri yönlendirmiştir. Ölüm, dünyanın fani ahiretin baki olduğunu bizlere hatırlatır. Ölüm, iyi işlerde çalışmaya teşvik eder kötü işlerde ise bizi engeller. Ölüm, dünyevileşmenin ve sekülerleşmenin önüne geçer. Ölüm, üç günlük dünya uğruna ebedi ve baki olan ahiret hayatını heba etmemeyi hatırlatır. Ölüm, hastalıklar içerisinde bocalayan yaşlı insanlar için bazen bir rahmet ve kurtuluştur. Ölüm, Hz. Ali’nin ifadesi ile “yerin altı yerin üstünden hayırlı olduğu vakit” bir arınmadır. Ölüm, dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve kulluk görevinin ifa edilmesini hatırlatan bir araçtır. Ölüm, sadece yaşlılara uğrayan bir felaket değil hayatın her aşamasında kadın-erkek demeden, genç-yaşlı demeden, siyah-beyaz ayrımı yapmadan her an karşılaşabileceğimiz bir hakikattir.

Ölüm bazen de ailemizde, çevremizde vs yerlerde vaki olan sevdiklerimizin aramızdan ayrılması ile hatıra gelmektedir. Bu münasebetle ölümleriyle bizlere ölümü bir kez daha hatırlatan başta dedem Abdullah Demirkıran ve Mehmet Yavuz ağabeye bir kez daha Allah’tan rahmet diler yakınlarına baş sağlığı dilerim. Rabbimin bizlere de güzel bir hayat ve ölüm bahşetmesi duasıyla…

İnzar Dergisi