Dünya döndü dolandı, yıl tamamlandı. Tekrar geldi Muharrem, tekrar geldi Aşura.

Unutmuşçasına, haykırarak en acı şekilde, avazı çıktığı kadar

Oysa biz unutmadık, unutturamadılar bize bu ayrı günleri.

Muharrem, tahrim olunmuş, muhterem kılınmış, insanlara.

Muharrem, haram kılınmış savaşlara kavgalara.

Muharrem, Şura’nın ardından Hicretin başı sayılmış inananlara.

İseviler İsa’yla, Museviler Musa’yla bayram ederken hususi günlerinde

Ümmete Muharrem, muhterem bir hediye sunulmuştu oysa.

Ashab, Muharrem ayıyla beraber başlamışlardı küçük adımlarla, tarihin seyrini değiştiren büyük yolculuğa, Hicrete.
İslam medeniyetinin startı verilmiş, yeni bir yurt, yeni bir düzen kurulmuştu Muharrem ile.

Müslümanlar azad olmuş, dardan zordan xalas olmuş, İslam serfiraz olmuş, tacu taht bulmuştu Muharrem ile…
Tarih bize başka bir sayfa açtı yine aylardan Muharrem, yine cenge haram, ümmete muhterem.

İlk Hicretten 61 yıl sonraydı bu kez kapkara bulutlar ümmetin üzerine karanlığı taşımışlardı. Taht kavgası, taht davası zihinlerde haramı helal, helalı haram etmiş, zayıf imanlıları da mecbur kılmışlardı.

Muaviye, yönetimi devralınca ümmete verdiği sözü tutmayıp son günlerinde idareyi adil imam ve önderlere devredeceğine oğlu Yezide ortam hazırlığına girmişti.

O Yezid ki, içkiyle, kadınla, ardından oyun için maymunla anılırdı. Yol bilmez, iz bilmez ve siyaseti almamış, büyüklerin önünde diz çökmeyi bilmezdi.

Şarktan garba fısıltı aldı başını.

Bu tarz biatı ümmet görmemiş, İslam’dan neşet etmemişti.

Kılıçların gölgesinde alınırken biatlar, Kufe’de yeni arayış başlamıştı.

Çuval çuval mektuplar, imza için dolaştırılan parşömenler… Bir çırpıda 18 bin imza hazır olmuş İmam Huseyne davet için elçiler yola koyulmuştu.

Çok insanlar uyardı “Kufeye güvenme, babanı, abini yarı yolda koyup ihanet ettiler” diye.

İmam Huseyn dinlemedi hiç birini. Dinlememesi hak vermemesinden değildi elbet. O da bilirdi Kufe’yi, Kufeliyi. O da savaşmıştı Sıffin’de. Nehrevan’a çekilip başkaldıranların Kufe’den olduğunu iyi biliyordu. Hasan’ın çadırını yağmalayıp sonra da kınayan “Neden Savaşmıyorsun ?” diye sorgulayanları da unutmamıştı. İmam, biliyordu nasihat eden İbn Abbasın, Abdullah b. Muti’nin iyi niyetini, yanık bağrını, sağlam görüşlerini.

Ama çıktı yola. Yarenleri, sevenleri ehl-i beyti yetmişti ona. Kimisi taht içindir dedi, kimisi kara bahttır dedi. Takdir edemediler İmamı.

Oysa o, içtihat etmiş, ümmetin suskunluğunu, saltanata teslimiyetini İslam’ın istikbali için büyük tehlike görmüştü.
“Din-i Muhammed ayakta kalacaksa, alsın beni kılıçlar, parçalasın oklar mızraklar… Gam yemem!” diye ilan etmişti.
İmam, hareket adamıydı aslında. Oyun olsun, gözler dolsun diye çıkmamıştı yola.

Müslim’i Kufe’ye, Süleyman’ı Basra’ya göndermişti fermanla.

İsimler okunacak, imzalar sunulacak, kılıçlar kuşanacak, ahde sadık kalınacaktı hesapta.

Yezid ve İbn Ziyad, bir yandan da Şimr ile İbn Sa’d, tuzak ile hayattan kopardılar, Süleymanla Müslimi…

Bitmemişti oyun, yeni bir sahne için perde tekrar açıldı.

Çil çil altınlar dökülüp meydanlara saçıldı. Kadınlar altın ile aldanırken Kufe’de davet eden erkekler yenilmişlerdi altına.
Bir yandan Şam’ın korkusu, öte yandan tüm dünyanın korkusu… Keskin kılıçlar yağlanmış, yaylar gerilmiş, oklar kuburlara, istif ile atlara binilmişti.

Küfenin yiğit (!) erkekleri (!) Kerbela sahrasında çağırdıkları İmamı karşılamışlardı işte nihayet.
İleri gitmek yok demişti İbn Sa’d, aklında Rey valiliği hayaliyle.

Peki demişti İmam “Madem oldu ihanet, geriye dönmek medet!” olmaz demişti Kufeli “Biz biat ettik sen de biat etmeden ayrılamazsın bu yerden!”

Biat edersem eğer, zalime biat-u teslimiyet caizdir der tüm ümmet! Heyhat minezzille! Zillet bizden uzaktır! behey nankör millet!

Çekilmişti kılıçlar bir daha inananlara karşı. Çöl kumları boyandı kırmızıya kızgın güneşe karşı.
Tek tek düştü yarenler ardı sıra bu çölde.

Kerbela denmişti, ne belaydı ne tufan! Ali Asgar kundakta, Ebu-l Fazl meydanda terk ettiler ard arda.

En son İmam sırada, Kadınların feryad-u figanları yumuşatmamıştı İslam’ı akıllarına- zevklerine göre yorumlayan Kufelileri, Şamlıları.

İmam da tatmıştı o şerbeti. Yıllar önce Nebi vermişti o güzel müjdeyi. Zeyneb’in feryadı mesaj olurken o çölde, çanaktaki toprak kana dönmüştü Medine’de.

Yas başlamıştı eş zamanda her yerde. Cennet gençlerinin efendisi, ümmetin ağır “Gaflet” hastalığına kanıyla sunmuştu en sağlam bir ilaç.

Çok konuşuldu denildi Kerbela’nın ardından, yakıldı ağıtlar, alındı beraatler.
Kerbela bir zihniyeti bertaraf etti o gün. “İki zebih (kurbanlığın) oğluyum” diyen Peygamberin kurbanlık İsmail’i olmuştu Hüseyn o gün.

Uhuvvette bir kapı daha kırmıştı zalimler, ne din bilmiş ne vicdan, ahlaktan tamamen uzak. Kerbela’nın yarası açıldıkça açıldı dört bir yana intikam duyguları saçıldı.

Ümmet bölünmüştü artık, her bir yanda isimler yorumcular, alimler…

Asırlar sonra insanlar çıktılar biraz da cür’etle, İmamı eleştirdiler. “Oturmalıydı Mekke’de neme lazımdı hareket! Başkaldırdı düzene, zalim de olsa asla kesin zafer şansın yoksa çıkmamalıydı o yola!?”

Kimisi daha sertti, İmama. “Ne din ne dünya için bir yarar yoktu o yolculukta… Belki de sonrasında çıkan fitneden bile mesul sayılır” inan.

Kiminin pusulası bilinmedi hiçbir zaman, Yezid adil olmasa da zulmetmemişti dediler, fitneye ne mahal? Öyleyse tek suçlu vardı. O da İmam.

Tarih milletlerin hafızasıdır, derler. Geçmişini bilmeyen geleceğini inşa edemez sıhhatle.

Okuyun Kerbela’yı, bir daha ve bir daha!

Bakın farkı var mı bugünkü Halep’ten, Hama’dan her gün kan sızan Necef’ten, Bakuba’dan, “Rahmanın Ayetlerinin” okunduğu Afganistan’ın dağından taşından… ne farkı var Kerbela’nın bugün Karaçi’de patlayan bombalardan.
Sağımız solumuz, her yanımız olmuş Kerbela. Müslüman etiketlilerden gelmiyorsa ölüm, o gün acımız daha hafiftir inan.
Ebu Gureybe, Bagrama bakınca işgalcinin yanında işbirlikçiler, Müslüman adıyla yeniden yaşatırlar bize Kerbela!
İslam düşmanlarıyla yapılan her işbirliği, her ihanet ve her hata yeni bir yara açmakta. Öyle ki, Siyonistlerin yağdırdığı bombaları, Hindu ve Budistlerin saldırılarını, emperyalist Hristiyanların planlarını kanıksadık. Onları artık normal bulur olduk.

Akl-ı selimle bakınca, gafletteki bugünkü idarecilerin ve ümmetin o devrin vakıasından pek te farklı olmadığını gördük.
Siyerden örnek alın, tarihten ibret alın! Diye emrolunmuşken, biz tarihi kronolojik çizelgeyle dizdik, anı defterimize.
Takvimin sayfaları sadece bir kez gösterir Aşura’yı. Oysa bugün gerçekten “Her gün olmuş Aşura, her yer olmuş Kerbela”? Her yerde ayrı dert, her yerde bin bela…

Ümmetin nazenin bedeninden taze kanlar akmakta. Yaranın tedaviye, melheme, cerrahiye ihtiyacı var derken alimler. Az da olsa kabuk bağladığında bu yara, zevkle kaldırır zalimler.

Kimisinin rotası Yezid olmuş, kiminin Hüseyn.

Asırlar sonra Hüseynin sedası dillenir Palulu Şeyhten. Aynı niyet, aynı hedef, o mesaj yaşatılır.

İmam Hüseyn Siyeri anlamış, tefsir edip, özümseyip bize sunmuştu. Şeyh Said gibi anlayanlar aldılar, kabına sığmaz olup sahralara daldılar.

Kimi de tersten aldı, ılımlı ve mülayim olmak zalime karşı. Ya da İslam karşıtları içindir sandı. Müslümanlara sert, gayrısına zelil ve kardeş olmayı yol aldı. Müslümanın çiğ etini yemekten, onunla uğraşmaktan, onu yerden yere vurmaktan gayrına vakti kalmadı…

Kerbelayla yananlar, onunla ağlayanlar, her bir sahnesinden ayrı apayrı bir ders çıkaranlar, tekrarı olmasın, bu acı daha yaşanmasın, o sayfa kapansın diye uğraşanlar.

İbret nazarıyla bakıp tarihe, fitne yollarını kapatıp vahdete yol açanlar, mutedil cemaatler muvahhid Müslümanlar, tek bir nida ile duada;

Hamd edip yaradana, katılaşan kalpleri, sivrilen düşünceleri, geri kalan fikirleri, tembelleşenleri… itidala eriştir derler ümmet adına. Amin!
 
Faruk Kuzu
2 Nolu F Tipi Cezaevi
Kandıra
doğruhaber