Hüseyin Sağlam / Analiz / doğruhaber

Ahmet Taşgetiren’in Aksiyon dergisinde yer alan “Hizbullah ve Siyaset Raporu” başlıklı yazısı, kendi ifadesiyle bölgedeki “bir Ak Partili” tarafından hazırlanarak kendisiyle de paylaşılan bir raporun değerlendirmesinden oluşmaktaydı.

Partileşme sürecindeki Mustaz’aflar Hareketi’nin geleceğini ve AKP ile BDP’nin kör düğüşüne esir düşen bölge siyasetindeki muhtemel etkisini konu alan Taşgetiren’in değerlendirmesi, biraz da kendi öngörü ve “milli” endişelerinin gölgesinde kaldığı söylenebilir. Taşgetiren’in son süreçte söz konusu camia ile ilgili müteaddit değerlendirmeleri oldu. Son değerlendirmesi ise, her şeye rağmen tüm değerlendirmelerinin en insaflısı olarak görülebilir.

Raporun kendisini değerlendirmek için tümünü görmek gerekecek. Ancak Taşgetiren’in alıntıladığı bazı bölümler, kendisinin de ilgisini çekmiş olacak ki hareketin geleceği ve “handikapları” olarak zikredilme yoluna gidilmiştir.
Mesela, şu bölüm;

“Özellikle Kürt sorunu konusunda BDP/PKK`dan daha duyarlı ve ileri mesajlar vereceklerdir.”

Bence bu cümle eksik. Kürt sorunu konusunda daha duyarlı mesaj için BDP/PKK ölçüsü zikredilmiş. Oysa burada Taşgetiren’in de içinde bulunduğu Türk İslamcılar ve hasseten AKP’nin de zikredilmesi gerekirdi.
Rapordan alıntılanan şu bölüm daha ilginç;

“Bu partinin en büyük sorunu, 90`lı yıllardaki şedid, insani olmayan, dar örgütçü kafayla yapılan, 98`de mezar evleri, domuz bağları ile afişe olan geçmişleri olacaktır. BDP bu geçmişi en sert şekilde kullanacak ve tüketecektir.”

Geçmişin, özellikle de 90’lı yılların şartlarını, dayatmalarını masa başında, özellikle de 2012 şartlarında değerlendirmeye tabi tutmak, Türk siyasetinin tarzına oldukça yakışmış. Ankara merkezli siyasetin entrika dolu sahasını düzlüğe çıkarmak adına sözüm ona derin devletin tasfiyesini kocaman bir balona dönüştürerek duyuran AKP camiasının özellikle 90’lı yıllarda hala özenle korunan devletin katil, şedid, dar örgütçü unsurlarını neden tasfiye etmekten kaçındığını, hatta koruduğunun hesabı orta yerde dururken, sürecin mağdur olmuş tarafına diyet fatura etmek en az Ergenekon adaleti kadar güdük kaçmaktadır.

Kaldı ki AKP döneminde yapılan “tasfiyelerin” neredeyse tamamı Ankara merkezli hakimiyetin pekiştirilmesi esasına dayanırken, bölgedeki yansımasında yaşanan duyarsızlığı en üst perdeden dillendirmek belki “İmralı yoğunlaşmasından” dolayı BDP’ye nasip olmadı. Ancak sürecin Kürt bölgesindeki yansımalarına uygulanan karartma, hala kullanılacak en etkili hammadde ambarı olarak durduğunu görmek gerek.

Sözün özü, partileşme sürecindeki Mustazaflar Hareketi ne kadar ilgilenecek ya da ilgilenmek zorunda bırakılacak bilemiyorum. Ancak kendi namı hesabıma belirteyim ki, gerektiğinde “Geçmişi deşmek”ten kaçınan namerttir. Geçmişin karanlık yüzünü gizlemekten kaçınan namerttir. Keza geçmişte devletin karanlık unsurlarının yine bu sayfalarda defalarca, yazı dizileri halinde yaptığımız ifşaatlarını gizleyen, görmezden gelenler de namertliğe aday olduklarını bilmelidirler. Bu, herhalde “Hareket, geçmişi değerlendirmekten kaçınmakta, deyim yerinde ise unutturmaya çalışmaktadır” iddiasına cevap için şimdilik yeterli olacaktır.

“BDP bu geçmişi en sert şekilde kullanacak ve tüketecektir” sözü ise BDP bağlamında boş lakırdıdan öte bir anlam ifade etmemektedir. BDP/PKK çizgisi zaten ömrünü bu lakırdılarla geçirdi. Eğer bu bir “Tüketme” aracı olsaydı, bugün bu camia ile ilgili raporlar düzenlemek zorunda kalmaz, aydınlarımız da halüsinasyon görme yorgunluğuna düşmezdi.

Oysa Ergenekon(laştırma) sürecinde BDP/PKK çizgisinin “Tüketme” operasyonlarında başarı sağlayamadığı bu söylemlerin üzerine yatarak sinekten yağ çıkarma mucizesini gerçekleştirmek isteyenlerin kimler olduğunu hep beraber gördük ve ibretle izledik. Dolayısıyla yeni süreçte boş lakırdıları umutsuz bir hamle ile kimlerin BDP/PKK’den ödünç alarak tedavüle sokacağını şimdiden tahmin etmek asla zor değildir. Hiç kuşkunuz olmasın ki, şimdiden siper kazımakla meşgul olan Ankara merkezli siyaset ve yedeğindeki medya, istihbaratçı ağabeylerden alacakları suflelerle bölgede kaybolan imajını/etkisini korumak için 90’lı yıllarda “Öcalan-Perinçek-Y.Küçük”ün başrolünü oynadığı boş lakırdı filminin gönüllü figüranları olacaklardır.

Ama herhalde raporun alıntılanan bu bölümü evlere şenlik tespitlerin incisi olacaktır:
“Bu partinin oluşturacağı yeni söylemin zaten var olan Kürtlerdeki kimlik bilincini katlayarak artıracağı, sorunun bir an önce kalıcı olarak halledilmemesi halinde bölge ile merkez arasındaki kopuşu sert biçimde besleyeceği öngörülebilir.”

Oluşması beklenen yeni partinin “Kürtlerdeki kimlik bilinci”ne ne katacağını, hatta katıp katmayacağını bilmek için parti tüzüğünü ve pratiğini görmek gerekecektir. Ancak düşünülen partinin “Etnik Kimlik” merkezli bir parti olmayacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Burada gerek AKP’liler, gerekse Taşgetiren gibi Müslüman aydın sorumluluğunu taşıyan şahsiyetler eğer çok merak ediyorlarsa herhalde İslami ölçüleri göz önüne alarak değerlendirmelerde bulunmaları daha isabetli olacaktı. Yine de çok merak ediyorlarsa, hareketin vurgulayacağı Kürt kimliğinin, İslamcı Türk aydınlarımızın İslamla eşitlemeye çabaladıkları Türk kimlik vurgusunun gerisinde kalacağı hususunda emin olmalarını salık vermek mümkündür.

“Bugüne kadar Kürt İslamcılar bir şekilde Türkiye merkezli cemaatlere eklemlenmiş idi, bölgesel cemaat sayısı çok az idi. Bu hareketle birlikte bırakın Kürt İslamcılığı, Kürtçü İslamcılığı tetikleyecek bir tablo ile karşılaşabiliriz” vurgusuna gelirsek;

Sayın Taşgetiren ve bilumum Türk İslamcı aydınlarımız mazur görsünler ama, “Türk İslamcılığı” ile “Türkçü İslamcılık” arasında bugüne kadar nasıl bir sınır çizdikleri ya da böyle bir sınır çizme konusunda ne tür bir hassasiyet gözettikleri, dolayısıyla pratikte nasıl bir “İslami ölçü” yürüttükleri konusunda hiçbir bilgiye vakıf değilim. Hareketin bu anlamda nasıl bir seyir izleyeceğini de şimdilik bilmiyorum. Ancak asla “Kürtçü İslamcılığını”, “Türk(çü) İslamcılığı” kadar yüceltmeye yeltenmeyeceklerine dair kalıbımı basmaya hazırım. Kürtlerin en temel insani haklarını savunma konusunda duyarsız kalmayacaklarına kesin gözüyle bakılmaktadır. Ancak temel insani hakların savunuculuğunun “Kürtçü İslamcılığı” ile eşleştirilerek, milli hassasiyetlerin de tetiklemesiyle mahkum edilme yoluna gidilmesi, bariz bir “Türkçü İslamcılık” saplantısı geleneğinin alışılagelmiş ürünüdür. Saplantı haline gelen bu gelenek, cemaatlerin İstanbul merkezli olmasını veya İstanbul’a itaat etmesini ilahi ölçü seviyesine yükseltirken, Kürtlerin insani haklarının talep edilmesini de “Türk(çü) İslamcılığına” başkaldırı ve hatta yüce Yaradana isyan olarak algılamaktadır.

Ezcümle, hareketin ortaya koyacağı “Kürt kimliğine” duyarlılık, sizlerin bir zamanlar Batı Trakya ya da Bulgaristan Türklerine dair haklı istek ve taleplerinizin önüne geçmeyecektir. Eğer bu kadarı da kopuşu hızlandıracak Kürtçü İslamcılık olacaksa, “Sizinki Medine İslamı mı?” diye sormasını da bileceğiz.

Hareketin farklı organizasyonlarla yaptığı sosyal ve insani yardımları, “geçmişi unutturma” çabasına indirgeme yanılsamasına dair birkaç kelam etmeden de geçemeyeceğim. Hinlik içerisindeki bazı kesimlerin bu yöndeki iddialarını anlamak mümkün de, İslamcı zevatın da bu iddiaya gönül kaptırmış olması hayli enteresan. Kaldı ki Sayın Taşgetiren de, rapordaki aynı vurguya atıf yaparak içselleştirmiş görünüyor. Bu ön kabul, aslında İslamcı zevat ve camiaların çoğunun da İslami literatürü teğet geçen ezberleri arasına yerleşmiş bulunuyor.

Her şeyden önce bunlara “Allah’tan korkun!” demek yeterli olacaktı ama olmuyor işte. Halisane çalışanlar müstesna ama, kendi dernekleriniz, milli çıkarlarınızla paralel bölgemiz de dahil yedi düvele yardım taşırken bunu sorgulama yetiniz kayboluyor da, bu bölgenin bağrından çıkan insanların kendi sofralarını, kendi harçlıklarını aç komşusuyla paylaşmayı neden bu kadar yadırgıyorsunuz?

Bununla ilgili başlı başına bir yazı kaleme almak gerekecek ancak, vereceğim şu örnek inşallah “meşruiyet” saplantısına düşen İslamcı yanılsamaya deva olacaktır:

Yaşadığım muhitte, batı illerinden birinde yaşarken kocası ölen bir kadının, kayınları tarafından evine el konulduktan sonra kovularak memlekete gönderildiğini, iki çocuğuyla beraber temizlik yapmak karşılığında yakın bir binanın kullanılmayan bodrum katına yerleştiğini, hiç ama hiç bir eşyasının olmadığını, durumlarının çok vahim olduğunu eşimden duydum. Kendimiz ufak bir yardım yaptıktan sonra aynı muhitte yer alan bahse konu kesime yakın derneklerden birine durumu anlattım ve yardım edip edemeyeceklerini sordum. Ertesi gün evi ziyaret edip durum tespiti yaptılar. Ardından da gıda, giyim, sermek için birkaç parça halı, çalışır vaziyetteki bir buzdolabı vs eve getirdiler. Akabinde de aylık düzenli gıda yardımını sürdürmeye başladılar. Benim için anlamlı olmasa da “meşruiyet veya geçmişi unutturma” hastalığına yakalananlar için anlamlı olabilir diye şunu da belirteyim ki, o kadın Kürt falan da değildi.

Şimdi “Geçmişi unutturma veya meşruiyet” zeminine çekilerek yıpratılmaya çalışılan bu faaliyetlerden sadece bu örnek ışığında şunu sormak hakkımız:

Siz ey İslamcı kesim! Sayın Taşgetiren! Ve rapora bunu koyan Ak partili! Kürt bile olmayan bu mağdur kadına yapılan bu yardımı “geçmişi unutturma veya meşruiyet”in neresine yerleştireceksiniz? Kürt bile olmayan bu kadının gözünde meşru olmak uğruna bu yapılır mı? Kaldı ki yapılan bu ve benzeri yardımlar yine durumu yerinde olan kişi veya esnaflardan temin edilmektedir. Haydi yardım edilenlerle ilgili “meşruiyet” aracına el kaldırabilirsiniz de, yardımda bulunanlarla ilgili hangi meşruiyet dalına bineceksiniz? Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin.