Şuurdan yoksun Müslüman, oruçta anti sosyal olan bir Müslümandır. O, Ramazanı öfkesini boşaltacağı, başkalarına özgürce kızıp nahoş sözler söyleyeceği bir ay olarak düşünür.

Şuurdan yoksun Müslüman Ramazanda gün ortasından itibaren takvimi kendi eseri olan öfke sürecine girer. O saatten iftar saatine kadar onun için öfke meşrudur, hakaret meşrudur. Meşru da nedir, onun için öfke ve hakaret birer haktır!

Başkaları onu öfkelendirirken “Ben oruçluyum” demesi gerekirken önce kendisi öfkelenir, sonra “Bilmez misin, ben oruçluyum” der. Önce hakaret eder, sonra ben oruçluyum, diye uyarır.

Ramazan onun için öfke ve hakaret bir yana bir boş aydır. O ay boyunca belki namaz dışında bir etkinlikte bulunmak onun adeta kendisi için koyduğu bir yasaktır. O boştur, çünkü o oruçludur. Çünkü o Ramazan’dadır.

Ya şuurlu Müslümanın orucu, şuurlu Müslümanın Ramazanı…

Oruç, kul ile Allah (cc) arasındadır. Yüce Allah ona ne mükâfat dilerse verir. Kul dilerse o mükâfata talip olur, orucunu tutar; dilemezse tutmaz, oruçsuzluğunu sosyalleştirmemek, halkın gözü önünde yiyip içmemek koşuluyla onun cezası da Allah katındadır.

Bu yönüyle oruç, İslam’ın özel hayata en çok çekilmiş ibadetidir. Ne var ki İslam’ın ibadetleri ancak İslami bütünlük içinde yer alırsa yerini bulur. İslam’da hiçbir ibadet yüzde yüz kişisel değildir, her ibadetin topluma bakan bir yönü vardır.

Şuurlu Müslümanın orucu da bu topluma bakan yönü ihtiva eder. Bunu haşa oruca ekleyen kendisi değildir. Onu emreden İslam’ı dört dörtlük bir din kılan, onu kemale erdiren yüce Allah’tır.

Fıtır sadakası, yüzde yüz sosyal yönü olan bir ibadettir. Ayrıca Müslümanlar arasında mevsimlik ürünler dışındaki ürünlerin zekatını Ramazan’da vermek de adet olmuştur.

Başkalarına iftar vermek, başkalarının iftar sofrasında bulunmak sosyal bir etkinliktir.

Teravih her ne kadar ilk dönemde ferdi kılındığı rivayet edildiyse de Hz. Ömer (ra)’den bu yana cemaatle kılınmaktadır. Dolayısıyla teravih sosyal bir ibadettir, kişiyi topluma bağlayan, kişiyle toplum arasında bağ kuran bir namazdır.

Ramazanı Sevinçle Karşılamak

İlahî emirlerin öğrenildiğinde şuurla yerine getirilmesine vesile olan hikmetleri vardır. O hikmetlerin bir bölümü açıktır, bir bölümü araştırmayı gerektiriyor.

İlahî emirlerin öğrenildiğinde şuurla yerine getirilmesine vesile olan hikmetleri vardır. O hikmetlerin bir bölümü açıktır, bir bölümü araştırmayı gerektiriyor.

Ramazan orucu Hicri 2. Yılda, Kıble`nin Kâbe tarafına çevrilmesinden bir ay sonra, Peygamberimiz sallahu aleyhi vesellem`in Medine`ye hicretinin 18. ayının başlarında, Şaban ayında farz kılındı.

Rahman ve Rahim Allah, Müslümanların önünde Ramazan`a henüz bir ay var iken emretti:

“Ey îmân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı – tâ ki günahtan sakınıp takvâya eresiniz. O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidâyet delillerini taşıyan ve hak ile batılın arasını ayıran Kur`ân, o ayda indirilmiştir. Kim bu aya erişirse orucunu tutsun. Bu ayda hasta olan veya yolda bulunan, tutamadığı günler kadar, başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Tâ ki güçlük çekmeden oruç günlerinizi tamamlayın, sizi doğru yola iletmesinden dolayı Allah`ı tekbir ve tâzim edin – böylece O`nun nimetlerine şükretmiş olursunuz.” (Bakara Sûresi, 183-185)

Malum olduğu üzere  Takvimde bir hata söz konusu olmazsa inşaallah 02 Nisan Cumartesi günü Ramazan'a kavuşmuş olacağız.

Yüce Yaradan`ın yılın bir kameri ayında kullarından aç ve susuz kalmalarını istemesinin nice hikmeti vardır.

Yüce Allah, ibadetimizin yararından müstağnidir. Bizim ibadetimiz O`nun emriyle ve O`nun rızası içindir, ibadetimizin yararı ise bizim içindir. Kastımız, yalnız O`nun rızasıdır; O`nun rızası dünya ve ahirette karşılaşacağımız faydaları beraberinde getirir.

Hüccetü`l-İslam İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin İhyâu Ulûmi`d-Dîn adlı eserinde yer verdiği iki Hadis-i Şerif`te Rasulullah salallahu aleyhi vesellem şöyle demişlerdir: “Oruç, sabrın yarısıdır.”, “Sabır imanın yarısıdır.”

Aynı eserde yer alan Kudsî bir Hadis-i Şerif`e göre ise Yüce Allah, “Her hasene on mislinden yedi yüz misline kadardır. Yalnız oruç bana mahsustur. Onun ecrini ben veririm” buyurmuşlardır.

Yine, Yüce Allah Zümer Sûresi`nde buyurmuştur: “Sabredenlere verilecek ecirler hesapsızdır” (Zümer Sûresi, 10)

İhya`da yer alan oruç hususundaki sair Hadis-i Şerifler de müjdeler doludur:

“Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar anındaki sevinci ile Allah ile mülakat anındaki sevinci.”

“Cennetin bir kapısı vardır. Ona ‘Reyyan` derler. Ondan ancak oruçlular girebilir.”

Rasülüllah salallahü aleyhi vesellem, “Ya Aişe, cennetin kapısını çalmaya devam et” diye buyurdu. Hz. Aişe Annemiz “O ne ile ve nasıl olur ya Rasulallah?” diye sorunca Rasulullah salallahü aleyhi ve sellem “Oruçla” diye cevap verdi.

Oruç, ibadetin kapısıdır. Kişi oruca başlayarak o kapıdan içeri girer, o andan sonra “Oruçlunun uykusu (dahi) ibadettir.”

“Allahu Teâla abid olan gençle meleklere iftihar eder ve buyurur: Ey benim için gençliğini terk edip gençliğini feda eden genç, sen benim katımda bazı meleklerim gibisin.”

Peygamber Efendimizin haber verdiğine göre Yüce Allah “Ey meleklerim! Bakın kulum, benim için yemesini, içmesini, şehvetini ve zevkini nasıl terk etmiştir!” diye meleklerine seslenir.

Mü`min için Allah`ın iftiharına konu olmak! Bundan daha mutluluk verici ne olabilir? Bir ibadete yönelmek için bundan daha teşvik edici ne bulunabilir?

İmam Gazâlî Hazretleri aktardığımız Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifleri aktardıktan sonra orucun en mühim hikmetini şöyle izah eder:

-Oruç Allah`ın düşmanı şeytanı kahretmek için vesiledir. Çünkü mel`un şeytanın insana yol bulması şehvetler cihetindedir. Şehvetler de yemekle, içmekle kuvvetlenir. Oruç, Şeytanı kahrederek ümidini keser, kapılarını kapatır ve yollarını daraltır. (İhya, cilt: 1, 6. Kitap, s. 648)

Şeytanın yolu daralmışsa iyiliğin yolu açıktır inşaallah. Oruç, mü`mine iyiliğin, iyilik yapmanın kapısını açar.

Oruç, açlık vesilesiyle aç olanları hatırlamaya vesiledir. Oruçla yoksullar, sahipsizler, kıtlığa maruz kalanlar hatırlanır, onlara iyilik eli uzanır. Bunun için oruçta sadakaya muhtaç olanın umudu artar, sadaka verebilecek güçte olanın da eli açılır. Ramazan ayı, muhtaç için bayram öncesi bayrama dönüşür; ihtiyaç sahiplerini arayanlar için kapı olur. Paylaşım artar, fıtır sadakası sayesinde herkes veren el konumuna çıkar.

Oruç tutanlar, zengin veya yoksul aynı hâl üzerinde buluşur. İkisinin de karnı açtır, ikisi de aç olmakta eşittir Ramazan`da. Fiziken aynı hâl üzerinde bulunmak, ruhen aynı hâl üzerinde olmaya vesile olur. Oruç ile ümmetin mensuplarında hissiyat ortaklığı kuvvet kazanır. Hissiyat ortaklığı, birlikte hareket etmeye vesiledir. Hacla birlikte oruç, ümmet şuurunun kaynağıdır. Ramazan, ümmetin üzerine açılmış bir çadır gibidir. Bütün ümmet Ramazan boyunca kendisini kardeşleriyle birlikte aynı çadır altında hisseder.

Bir başka fazilet olarak;

Ramazan, ibadette alışkanlık sürekliliğinin kesilip yeni bir evreye geçiş mevsimidir. Alışkanlık, hep olumlu bilinse de menfi bir yöne de sahiptir. Alışkanlığın sürekliliği, düz bir yolda hep aynı hızda giden sürücünün uykuya dalması gibi uyuşturur, ibadetin anlamını kaybetmemize yol açar, ibadetin şekliyle yetinmemize, özünden uzaklaşmamıza neden olur.

İbadetimiz alışkanlığa dönüştüğünde şeklen icra olur ama manen açıkta kalır. Biz, alışkanlık haline gelen ibadetin şekliyle tatmin olur, özünün verdiği tadı kaçırırız.

Oruç değişim getirerek hayatın normal akışını keser, alışılmış düzeni bozar, bizi yeni bir hâl ile karşı karşıya getirir, yeni bir düzen için bize düşünme ve planlama imkânı verir.

Bu yönüyle Ramazan, bir yenilenmedir. Ramazan`da günlük hayat yenilenir, farklılaşır. Müslüman yurduna giren bu farklılığı gözleriyle izler.

Ramazan`da beden, gıda alışkanlığını değiştirerek yenilenir, Ramazan`ın tamama ermesiyle dinçleşir.

Ramazan`da kalp yenilenir, boş işlerden, boş sözlerden feragat ve zikir ile meşguliyet gönlü açar, rahatlatır.

Tokluk uyuşturur, açlık uyanık tutar.

Ramazan`da beyin yenilenir; Ramazan öncesi için muhasebe, Ramazan sonrası için planlama yapar.
Bütün bu yönleriyle Ramazan dünya ve ahiret saadeti için berekettir. O bereket ayı gelmeden onun bereketine hazır olmak icap eder.

Ramazan, mübarektir. Onu uyku ve gaflette değil, oruç, zikir, sadaka niyetiyle ayakta ve şuurla karşılamak icap eder.

Ramazan`ın bereketine inanmayanlar, Ramazan`ı haşa “öfke mevsimi” gibi tanıtmışlardır. Malum, bir zamanlar İslam aleminde Şeriat hakimdi, bunlar zoraki oruç tutardı, sonra Şeriat hukuku tatil edildi, zorbalar, Müslümanlara zorla oruç açtırmak istediler.

Ramazanı “öfke mevsimi” gibi tanıtanlar, bir zamanlar zoraki oruç tutanlar ve sonraki dönemde zoraki oruç açtırmak isteyen zamanların propaganda adamlarıdır. Meseleden habersiz avam da onlara kanmakta, onların iddia ettiği gibi davranmaktadır.

Ramazan, rahmet ayıdır. Müslüman, rahmet ayını neden öfkeyle karşılasın? Melekler onun için harıl harıl sevap yazarken, onun uykusu dahi ibadet hanesine kaydolurken Müslümanın yüzü neden asık olsun?

Ramazan, haşa “öfke mevsimi” değil, sevinme mevsimidir. Kârı bol olan esnafın yüzü nasıl gülüyorsa şuurla oruç tutan Müslümanın yüzü de Ramazan`da öylesine gülümsemeli.

Ramazan`ı cahillere “öfke mevsimi” diye tanıtanlara inat; onlara kanan cahillerin Ramazan yaklaşınca öfkeye niyetlenme alışkanlığına aykırı ve onları ıslah edici güzel bir örnek olarak Ramazan yaklaşınca gülümsemeye niyetlenmek gerek!

Rabbim, bizi Ramazan`ı sevinçle karşılayanlardan eylesin!
İnzar Dergisi

Her Müslüman İçin Olmazsa Olmaz Hassasiyet

Her an şuurla ve her an diri olma hali, sadece tasavvufun önemsediği bir karakter yapısı değildir. Sufi arayan insandır. Diriliğin peşinde koşandır. Şuurunu bileyendir. Bu, her Müslüman için olmazsa olmaz bir hassasiyettir.
Müslümanın karşı karşıya kalabileceği tehlikelerin en büyüklerinden birisi haşlanmış kurbağa sendromudur.

Şöyle bir şeydir o:

Kurbağayı kızgın su veya yağın içine koyduğunuzda sıçrayıp dışarı çıkıyor. Ancak soğuk-ılık bir su içinde alttan yavaş yavaş ısıttığınızda ısının farkına varmıyor ve bir süre sonra, haşlanıyor.

Müslüman... İnancı ve değerleriyle ilgili çok sert bir müdahale ile karşı karşıya kaldığında bütün refleksleri harekete geçiyor ve inancına, değerlerine sımsıkı sarılıyor.

Ancak etrafını kuşatan bir iklim içinde zehiri azar azar soluduğunda, kalbindeki ve dimağındaki dönüşümün farkına varmıyor ve bir süre sonra hayatı, İslam’la bambaşka hayat tarzlarını bir arada yaşayan kişiliği karmakarışık bir insan haline gelebiliyor.

Diri bir şuur ve onun inşa ettiği bir hayat. Müslüman için bütün zamanların kişilik sırrı burada.

İSLAM'A GELENLER İÇİN İKİ ŞEYİN İDRAKİ ÖNEMLİDİR

Müslüman olmak şuurlu bir seçiştir, Müslüman kalmak da şuurlu seçişlerle gerçekleşir.

İnsan kelime-i şehadeti şuurla söyler.

Bunu belki dededen atadan İslam’ı tevarüs edenler hemen hissetmeyebilirler. Ama başka dünyalardan İslam’a gelenler için iki şeyin idraki önemlidir: Allah’ın varlığı ve birliği, Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğu...

Önceki hayatında Yaratıcı’nın varlığının farkında değilse, onu idrak edecek, “Çoklu İlah” gibi bir inançta ise, inancını “Tek İlah” tarzında tashih edecek.

Bunun adı imandır. İman idrak işidir. İçine idrak konmayan imanın insan kişiliğini belirleyici bir ana kaideye dönüşmesi mümkün olmaz.

Mehmet Akif’in “İmandır o cevher ki ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.” demesi bundandır. Müslümanın ana kaynağıdır iman. Orada seçme diriliği olmadığında, onun üzerine bina edilecek Müslümanlığın her safhası da şuur – idrak diriliğinden mahrum olur.

İSLAM İDRAKLE KAVRANDIĞINDA YENİ BİR HAYATI İNŞA GÜCÜ OLUR

İmanın bütün umdeleri, ancak idrakle kavrandığında yeni bir hayatın inşa gücü olurlar.

“Marifetullah – Allah’ı bilmek” idrakle olur.

Ahiret bir idrak diriliği ile hayata istikamet verir.

Peygamber, Kitap... ancak idrak diriliği ile hayat verici bir iksir mahiyeti kazanır.

İman alanının idrakle donanması İslam’la buluşmanın olmazsa olmazıdır.

Ancak İslam’a girdikten sonra da şuur diriliğinin devam etmesi lazım.

Mühtediler şayet şuurlu bir “Îslam seçimi” yapmışlarsa bunu ararlar.

Diyelim böyle, yeni İslam’a girmiş birisi, namazı öğreniyor ve Allah’ın huzuruna duruyor.

-Allah’ın huzuruna durmak... öyle basit bir şey olamaz, diye düşünecektir mutlaka. Bir derinlik arayacaktır ruhunda. Nasıl bir şeydir o?

Evvel ezel Müslüman olan birisine soracaktır mesela:

-Siz namazlarınızda o derinliği nasıl sağlıyorsunuz? Ben içimi yeterince dolu hissetmedim.

Evel ezel Müslüman olan, bir an duraklayacaktır o anda. Belki de içinde hiç aramadığı bir şeydir kendisine sorulan. Biraz İslam kültürüne dair bir müktesebatı varsa, kendi kendine “Huşuu kastediyor olmalı” diyecektir.

Sonra kendi gönül dünyasını sorgulamaya devam edecektir:

-Namazda gerçekten Allah’ın huzurunda durmak nasıl bir şey, diye soracaktır kendi kendine? Secde nasıl bir şey? Rüku nasıl bir şey? Kıyam, kıraat nasıl bir şey? “Allahüekber” nasıl bir şey? En başta “Niyet” nasıl bir şey? Biz gerçekten namaza duruyor muyuz namaza durduğumuzda?

İSLAM'IN DÜNYASI

İslam’ı yeni kabul eden kişi, namazı an an keşfettiği gibi, sonra, hayatın her safhasını - her boyutunu - her anını İslam’a göre belirlemek gibi bir işe koyulacaktır.

İslam bir hayat tercihi çünkü. Bir dünya görüşü, kainâtı okuma tercihi. Bir varoluşu anlamlandırma tercihi. Bir “yeni insan oluş” tercihi. “Falanca dünyadaydık buraya, İslam’ın dünyasına geldik ve bizde herhangi bir değişiklik olmadı”, bunun ne anlamı olur ki? Ya da tersinden, “İslam’ın içindeydik, başka dünyalara gittik, baktık ki zaten öyle yaşıyormuşuz” böyle bir duygu yaşıyorsak, önceki hayatımızın İslam olduğunu söylemek mümkün olur mu?

İslam yepyeni bir hayattır. Ve bünyesine aldığı insan, eğer, bilincini kullanıyor ise, onun kişiliğini yeniden inşa eder.

Aslında biraz derin düşünülürse, insan “Nefes nefes” yaşıyor hayatı. Bir nefeste doğuyor, bir nefeste ölüyor.

Derin düşünülürse, verilen her nefesin hakkını vermek, onu Müslümanca yaşamak, ahirete de iman ile ve imanın dokuyacağı davranış kalitesinde göndermek gerekir.

“Son nefes duyarlılığı” dediğimiz şey, aslında “Her nefes duyarlılığı”dır. Çünkü hangi nefesin son olduğunu bilmeyiz ve nefesleri bize lutfeden Kudret, son nefesin ne zaman geleceğini bildirmemiştir.

Derin düşünenler, her nefesi son nefes gibi yaşamaya gayret ederler.

Derin düşünmek, her davranışa şuur yüklemektir.

İBN'ÜL VAKT NE DEMEKTİR?

Sufiler’in “İbn’ül vakt olma” disiplini, aslında her nefesi, yani her nefesin içine girecek olan davranışı, hayat parçasını, farkında olarak yaşamak, şuurla yaşamak, seçerek yaşamak demektir.

“İbnü’l vakt”in anlamı “Vaktin çocuğu” demektir.

Vaktin çocuğu ne demektir?

Her an yeniden doğan demektir.

Yani her davranışın “Müslümanlık kalitesi”ne bakan, içini “Allah görüyor” bilinciyle dolduran, “Ben bu davranışı yarın Allah’ın huzuruna taşıyabilirim, Yüce Huzur’da onun görülmesinden utanmam, yüzüm kızarmaz, kararmaz, onu orada savunabilirim, bu davranış boş değildir, yanlış – çarpık - defolu değildir” itmi’nanına ulaşan...

Tasavvuf bu haliyle yola gireni serapa şuur diriliği içinde tutan bir mekteptir.

“Mürid” yola iradesiyle giren kişi anlamına gelir. Yola seçerek girilir. Yol seçilir, yol Allah’a götürüyor mu, diye bakılarak seçilir. Yolun öncüsü seçilir, öncü Allah yolunda mı, her davranışını seçiyor mu, diye bakılarak seçilir.

Zikir, bir şuur diriliğidir. Şuuru diri tutmak için akla ve kalbe zikir - zikir - zikir yüklenir.

“Yaratanı unutma, Yaratanı unutma, Yaratanı unutma!”

O’nu unutmazsan, hiçbir şeyi unutmazsın.

Gaflet bilinç kaybıdır.

O’nu unutmazsan gaflet denen bilinç kayıplarını yaşamazsın.

Vaktin çocuğu olmak, yolda hep yeniden doğmak, hep genç kalmaktır. Fizik yaş ne olursa olsun, gönül yaşının civan olmasıdır. Pörsümemektir. Aşınmamaktır. Yorulmamaktır.

Vaktin çocuğu olmak, mütemadi - tükenmez bir iç enerji yenilenmesi demektir.

Nasıl olacak o iş?

Gözler yıpranıyor, gönüller yıpranıyor, dimağlar yıpranıyor.

İçinde yaşadığımız, farklı inanç tortularının oluşturduğu iklim, damarlarımıza nüfuz ediyor ve gözlerimizi, gönüllerimizi bürüyor.

NEFİSLE CİHAD BÜYÜK CİHAD

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’in “nefisle cihadı büyük cihad olarak tanımlaması” tam da bu noktada anlam kazanıyor.

“Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.” tesbiti tam da bu noktada anlam kazanıyor.

Tasavvuf her an diri, her an şuur halinde kalma arayışıdır. Mürid asla gassal elindeki meyyit değildir. Teslimiyetinin her anı şuurla seçilmiştir. Halika isyanda mahlûkun elinde meyyit olan bir sufi olabilir mi? Her an masiva-Allah’ı kalbinden kovma cehdinde olan bir insan, uydum kalabalığa der mi?

Şunu da belirtmeliyiz ki, her an şuurla ve her an diri olma hali, sadece tasavvufun önemsediği bir karakter yapısı değildir. Sufi arayan insandır. Diriliğin peşinde koşandır. Şuurunu bileyendir. Bu, her Müslüman için olmazsa olmaz bir hassasiyettir.

Şunu söyleyebiliriz: İslam kalitemiz, içine ne kadar dirilik ve şuur koyduğumuzla birebir aynıdır.

Müslümanlığımızın kalite kaybına uğramaması için, Yunus’un “Her dem yeniden doğma” gayretini kuşanmamız gerekiyor. Rabbimiz o şuur diriliğini lutfetsin bizlere. Amin. Altınoluk Dergisi