Araştırmacı-Yazar Müfid Yüksel, 8 Nisan 1924 lağvedilen Şer'îye Mahkemeleri ve 10 Nisan 1928'de Anayasa'dan çıkarılan "Devlet'in Dini İslam'dır" ibaresinin tarihsel sürecini İLKHA'ya anlattı. Yüksel, yapılan bu uygulamalarla dinin sadece camilerde olabilen bir yaşam tarzı haline getirildiğini vurguladı.

Osmanlı'da Batılılaşma sürecinin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni kurulan Cumhuriyet sistemiyle birlikte tamamen eskiye, Osmanlıya ait dini müesseselerin kaldırılıp lağvedilmesiyle olduğunu söyleyen Yüksel, Laiklerin bakış açısıyla bunun bir "inkılap" ve "değişim" olarak değerlendirildiğini aktardı.

Osmanlıda şer'î hukuk ve örfî hukuk olarak iki hukuk çeşidinin olduğunu hatırlatan Yüksel, örfî hukukun padişah kanunnameleriyle; şer'î hukukun ise delillerle belirlendiğini söyledi.

Zaman zaman örfî hukukun şer'î hukukla çakıştığına da değinen Yüksel, "Örfî hukukla belirlenen hükümler şeyhülislamların eleştirilerine de maruz kalıyordu. Padişahın takdir yetkisi yâda padişahın tazir hakkı gibi şeyler üzerinden hareketle gidilen bir sistem vardı. Örfî hukukun siyasete ve savaş gibi meselelere yansımaları da oluyordu. Vezirlerin yâda veyahut diğer rütbelilerin 'kellelerinin alınması' için şer'î hukuktan takviye alınıyordu. Bu konuda şeyhülislamlardan ve müftülerden fetva alınma yoluna gidiliyordu. Ama genellikle Osmanlıda şer'î hukuk vardı. Zimmî hukuk dediğimiz gayrimüslimlerin hukukunda şer'î hukuk uygulanırdı. Şer'î hukuk Tanzimat Dönemi'ne kadar varlığını korudu. Tanzimat Dönemi'ndeyse 'yeni kararlar almalıyız' denilerek başka hukuklardan eklemeler yapıldı. Aslında Tanzimat’ın başlangıcında belli hatalar vardı. Bu (Tanzimat) fermanın başında, 'biz şeraitten uzaklaştığımız için bu hale geldik' deniliyor ama bir yandan da deniliyor ki 'batıdaki bir kısım hukuki kanunları da almak mecburiyetindeyiz.' Aslında başta bir çelişkiyi ifade ediyor. Gayrimüslimlerin zimmî hukuku yerine bu günkü tabirle eşit vatandaş anlayışını uygulamaya koydular. Bu anlayış zimmî hukukun kaldırılmasıyla başladı. Bu konudaki ilk adımlar Tanzimat’ta atıldı ama asıl adım 1856’daki Islahat Fermanı'yla tamamen zimmîlerle diğer Müslümanlar arasındaki o fark kaldırıldı. Oradan şer'î hukukun kaldırıldığına dair itirazlar baş gösterdi. Hem Tanzimat’ta itirazlar oldu hem de özellikle Islahat Fermanı'yla Kuleli Vakası dediğimiz Süleymaniyeli Şeyh Ahmed önderliğindeki bir grup darbe yapmak teşebbüsünde bulundu. Bu teşebbüste bulunalar, ‘Şer'î hukuk kaldırıldı biz Tanzimat’ı kaldırıp yerine şeriatı koyacağız’ dediler. Gerçi orada da başka şeyler vardı. Bir yandan böyle diyordular bir yandan o grubun içinde Avrupai insanlar da vardı. Başlarında Nakşibendi Hâlidi şeyhi Süleymaniyeli Şeyh Ahmed vardı ve diğer başka şeyhler vardı. Askerler ve generaller vardı.” şeklinde konuştu.

“Mecellenin devreye girmesiyle medeni hukukun şer'î hukuk üzerine tesisi esas alındı”

Nizamiye Mahkemelerinin kuruluşundan sonra şer'î mahkemelerle bir ikilemin oluştuğunu söyleyen Yüksel, “Tanzimat’tan sonra nizami mahkemeler kuruldu. İnsanlar şer'î mahkemelere gitmemeye başladılar. Bir kısım Ahval-i Şahsiye (İslam toplumunda ferdin evlilik ve boşanma gibi şahsi durumları hukuku) ile alakalı hâkimlik görevini yürüten kadılar yine vardı. Nizamiye Mahkemeleri ticaret hukuku gibi kanunları Batı'dan almaya başladı. Şer'î hukukun birçok şeyi terkedilip Ahval-i Şahsiye'ye doğru daralmaya başladı. Evlilik, boşanma ve buna benzer durumlarda tek şer'î hukuk uygulanmaya başladı. Böylelikle Osmanlı şer'î mahkeme ve Nizamiye Mahkemesi diye bir ikileme gitti. Osmanlının sekülerleşip Batılılaşmasının bir sonucu olarak durum bu şekilde neticelendi. Osmanlının son dönemlerinde buna dair yeni reformlar yapılmak istendi. İttihatçılar, Jön Türkler belli bir alanda reformlar yapmak istediler ama yine şer'î kanunlar vardı. Mecellenin devreye girmesiyle medeni hukukun şer'î hukuk üzerine tesisi esas alındı. Mecelle sayesinde medeni hukukta da şer'î kanunlar uygulanmaya başlandı. O dönemde arazi kanunları da şer'î hukuk üzerinde tesis edildi. Bu Osmanlının sonlarına kadar devam etti. Cumhuriyet devrinde de 1924’te hilafetin kaldırılmasıyla evkaf-I Şer'îyye kaldırıldı. Evkafı Şer'îyye şer'î mahkemelerin bağlı olduğu kurumun adıydı.” ifadelerini kullandı.

“Osmanlı parçalandıktan sonra şer'î hukukun ilk kaldırıldığı yer İstanbul oldu”

 Şer'î hukukun lağvedilmesinin ilk olarak Osmanlının merkezinde olmasının trajikliğine değinen Yüksel, “Osmanlı parçalandıktan sonra şer'î hukukun ilk kaldırıldığı yer İstanbul oldu. Osmanlının bakiyyesi olan diğer yerlerde bu devam etti. Şer'î hukuka bağlı olan mahkemeler devam etti. Suriye gibi bazı yerlerde 70’li yıllara kadar Mecelle uygulandı. Mısır’da şer'î mahkemeler hala var. Şer'î mahkemeler birçok yerde devam etti. Bunun çok bariz örneklerine rastlayabiliriz. Arnavutluk, Osmanlıdan Balkan Savaşlarından sonra 1913’te koptu. 1929’a kadar şer'î mahkemeler devam etti. Türkiye’de 1924’te şer'î mahkemeler kaldırıldı. Medeni hukuk 1926’da İsviçre Medeni Hukukundan tercüme edilip birazd a buraya uyarlanarak devreye konuldu. Mecelle bu şekilde tamamen kaldırıldı. Evkaf ve Şer'îyye Vekâleti 1924’te kaldırıldı 1926’da da medeni hukuk olarak Mecelle yerine İsviçre’den tercüme edilen medeni hukuk ikame edildi." diye konuştu.

Şer'î mahkemelerin son devam ettiği yerin Nüfus Mübadelesi kapsamında Yunanistan'a bırakılan Batı Trakya olduğunu ve geçen yıla kadar burada şer'î mahkemelerin devam ettiğini anımsatan Yüksel, Türkiye'nin yıllarca orada şer'î mahkemelerin kaldırılması için uğraştığını ifade etti.

"Kemalizm daha çok şehirlerden İslam’ı kovma üzerine inşa edildi"

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki uygulamalarla dinin, toplum ve resmi hayattan çıkarıldığına işaret eden Yüksel, "Din, sadece camilerde yaşanılabilen bir yaşam tarzı haline getirildi. Uzun süre ezan minarelerden değil de içerden okundu. Sonra ezan Türkçeleşti. Sonra dinî öğretim yasaklandı. Şehirlerden din kovuldu. Kemalizm daha çok şehirlerden İslam’ı kovma üzerine inşa edildi. Bu ideolojinin radikal devrimlerle uyguladığı uygulamalarla şehirlerden İslam’ın ve Müslümanların kovulmaları süreci yürütüldü. Şer'î mahkemelerin kaldırılması da bunun ilk önemli aşamalarından bir tanesiydi. 1934’e kadar insanlar hoca, efendi gibi unvanları taşıyorlardı. Bu tarihten sonra bu yasaklandı. Şapka kanununa rağmen hocalar, din adamları dinî kisveler giyebiliyordu. Dışarıda cübbesiyle, sarığıyla dolaşabiliyordu. 1934’te buna da son verildi. Tamamen bu da yasaklandı. Diyanet İşleri Başkanı hariç hiç kimse dinî kisveyle gezemez, denildi." şeklinde konuştu.

"Osmanlı, Batı karşısında yenilgiye uğradıkça bunun topluma etkisi daha hızlı gerçekleşti"

1923’ten itibaren başlayan 1924’te daha billurlaşarak devam eden bu reformların sonraki 10 sene içerisinde tedrici bir şekilde gerçekleştirilerek toplumun dönüştürülmeye çalışıldığına vurgu yapan Yüksel,  "1937’de Laiklik kavramı Anayasaya tamamıyla yerleştirildi. 1924 Anayasası'nda, 'Türkiye Cumhuriyetinin dini İslam’dır' diye geçiyordu. Bu ibare 1928’de çıkarıldı. Tabi tüm bunlar birden bire gelişmedi. Osmanlı, Batı karşısında yenilgiye uğradıkça bunun topluma etkisi daha hızlı gerçekleşti. Daha sonra askeri alanda başlayan batılılaşma hareketi ve batının tesiri toplumsal hayatta zaman içerisinde yer edindi. Bir kısım medreselilerin bu Batılılaşma sürecinde öncü rol oynadığı görüldü. Osmanlının Batı Avrupa’yla çakıştığı nokta Osmanlının Avrupa topraklarıydı. Buralardan kayıp başladı. Osmanlı ilerlerken ve yükselirken buralarda ilerledi ve yükseldi. Bu bölgelerden gerileyerek düştü.” ifadelerini kullandı. (Zeyd Varol, Nizamettin Aşkın-İLKHA)