mehmet Emin Özmen / doğruhaber / araştırma
Osmanlı devri İstanbul âlimlerindendir. Asıl adı Mahmut’tur. 948/1541’de Şereflikoçhisar’da doğdu. “Hüdayî” ismi ve “Aziz” sıfatı kendisine sonradan verildi. Çocukluğu Sivrihisar’da geçti. İlk tahsilini de burada yaptı. Daha sonra İstanbul’a giderek Küçükayasofya Medresesine devam etti. Medrese tahsilini bitirdikten sonra Nâzırzâde Ramazan Efendi’nin muidi oldu, bir yandan da Küçükayasofya Camii Şeyhi Nuriddinzâde Muhsluhiddin Efendi’nin sohbetlerine katıldı.
Nâzırzâde kendisinin eğitimine özel bir ilgi gösterdi. Genç Mahmud tefsir, hadis, fıkıh ve zamanının fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Bu arada Nâzırzâde’nin tayini Edirne’deki Sultan Selim Medresesine çıktı. Yanına Hüdayî’yi de alarak gitti. Daha sonra Şam ve Mısır’a tayin olan hocası ile birlikte buralara gitti. Nâzırzâde’nin Bursa’ya tayin olmasıyla ile birlikte Hüdayî, 33 yaşında Bursa’ya geldi. Hocasının 3 sene sonra vefatı üzerine Bursa Kadısı oldu.
Dünyevi makam, mevki ve kısmen de mal elde eden Hüdayî bir anlık karar ile tasavvuf yoluna girmeye karar verir. Birçok mutasavvufun hayatında menkıbelere yer verildiği gibi O’nun bu şekilde kadılığı bırakıp, tekkelere müracaat edişinin sebebi şöyle bir menkıbeye dayandırılır.
Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden bir dava çıktı. Bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye müracaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd`a şunları söyledi:
"-Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hatta: "-Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!" dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum."
Kadı Mahmûd Efendi, kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevaben:"-Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hatta orada bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emanet ettim." dedi. Kadı Mahmûd Efendi, şaşırdı:
"-Bu nasıl olur efendi?" diye sordu. Adamcağız da anlatmaya başladı:"-Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede`ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe`deydim!.." dedi.
Böyle bir manevi hâdiseye ilk defa şahit olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifadelerini kabul etmedi. Bunun üzerine adam şöyle bir cevap verdi:
"-Kadı efendi! Allah Teâlâ`nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul niçin bir anda Kâbe`ye gidemesin?" dedi. Kadı Mahmud Efendi de, bu cevabı gayet manidar bularak kararı, Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde davayı iptal etmek zorunda kaldı. Fakat zihni karmakarışık olmuştu. Ne yapacağını düşünürken gönlüne gelen ilhamla derhal Eskici Mehmed Dede`ye koştu. Ona intisap etmek istedi. Ancak Eskici Dede:"-Kadı Efendi! Nasibiniz benden değil, zamanın mürşidi kâmili Muhammed Üftâde Hazretlerindendir." dedi.
Bazı kaynaklara göre hocasının vefatı kendisinde derin bir iz bırakmış ve bu tarihten sonra tasavvufa meyletmiştir. Bütün resmi görevlerinden istifa eden Hüdayî hazretleri artık Muhyiddin Üftade’ye derviş olmuş bir gönül eridir. Burada 3 yılda seyr u sulukunu tamamlar. Bu arada hocası kendisinin nefisinin kırılması için kadılık hırkası ile Bursa sokaklarında ciğer satmasını ve tekkenin helâlarını temizlemesini istemiş. Bu görevleri eksiksiz yerine getiren Hüdayî, bir gün yerine Bursa’ya kadı atandığını duymuş. Biraz üzülen Hüdayî, nefsinin kendisini zorladığını hissedince, hemen elindeki bezi bırakıp, sakalıyla tuvalet taşlarını temizlemeye başlamış. Bu durumu gören hocası kendisini ayağa kaldırıp, sakalın sünnet olduğunu söylemiş ve onu bunu yapmaktan men etmiş.
Şeyhi Üftâde kendisini, çocukluğunun geçtiği Sivrihisar’a halife olarak tayin eder. Burada altı ay kalır. Şeyhinin vefatı üzerine Hüdayî hazretleri Rumeli’ye gider. Trakya ve balkanlarda bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a döner.
İstanbul’da önemli hizmetler ifa eden Hüdayî Hazretleri, Şeyhü’l-İslam Hoca Sadeddin’in atamasıyla Küçükayasofya Cami tekkesinde sekiz yıl şeyhlik makamında bulunur. Ayrıca Fatih Camii’nde vaazlar verir, tefsir ve hadis okutur.
Kendisi bir dergâh kurmaya karar verir ve bu amaçla Üsküdar’da 1589’da bir yer satın alır. Hatta dergâhın inşaatı ile daha iyi ilgilenebilmek için Rum Mehmet Paşa Camii civarına taşınır. Dergâh altı yıl sonra 1595 yılında tamamlanır. Bu arada İstanbul’daki ünü o kadar yayılmıştır ki, 1616’da Sultan Ahmed Camii’nin ilk açılış hutbesini Aziz Mahmud Hüdayî okur. Bundan sonra da her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz ve nasihatte bulunur.
Onun Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitap eden bir mektep haline geldi. Osmanlı Sarayı’ndan birçok kişi ve hatta III. Murad, I.Ahmed, Genç Osman ve IV. Murad, onun irşadına mazhar oldular. Kendisi Osmanlı Padişahlarına dönem dönem uyarıcı mektuplar yazmıştır. Daha sonra kitaplaştırılan bu mektuplarda Padişahlara devamlı şeriata uymayı salık vermiştir. Bu mektuplardan birinden örnek bir bölüm şöyledir: “Sultanım! Şeriat gemisine binip takva yelkenlerini açarak hakikat denizinde Hakk`a muhabbet rüzgârıyla itidal ve istikamet üzere yol al! Zahirin ve bâtının şartlarını, yani şeriat ahkâmı ile tarikat ve hakikat esaslarını tam olarak yerine getir! Adalet dedikleri, işte budur.!"
Vefat ettiğinde altmışa yakın halifesinin olduğu rivayet edilen Hüdayî, halifeleri ve yazdığı eserleriyle Anadolu ve Balkanlarda dini hayat üzerinde derin tesir bırakmıştır. Tekkesi İstanbul’un en önemli tasavvuf merkezi olmuş, bu dergâhtan pek çok önemli ilim erbabı yetişmiştir. Gerek devrinde, gerekse de sonradan yazılan eserlerde; “Kutbu’l-Aktap, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kamil” gibi ünvanlarla anılmış, menkıbeleri dilden dile aktarılmıştır. Vefatından sonra İstanbul’daki tekke, imaret ve külliyesi halkın sığınağı olmuş, türbesi en çok ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. 1266/1850’de yanan Hüdayî Külliyesi devrin Padişahı Abdülmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Kendisine nispet edilen Celvetiyye Tarikatı ve diğer tarikat mensuplarınca eserlerinin büyük bir kısmı şerh edilmiş, bazıları da Türkçe’ye çevrilmiştir. Tekkelerin kapatılmasına yakın yıllarda Celvetiye’ye bağlı otuza yakın tekke bulunmaktaydı.
Tasavvufi halk edebiyatı şairleri zümresi içinde yer alan Hüdayî, sade ve hikmetli tekke şiirleri yazmıştır. Muhyiddin İbni Arabî’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücud felsefesine bağlı olduğu şiirlerinden yola çıkılarak iddia edilmiştir. İrşad ve manevi terbiyesi şiirleri ile devam etmiştir. Şiirlerinde Yunus Emre gibi saf, arı duru Allah sevgisini işlemiştir.
Başlıca Arapça eserleri şunlardır:
1. Nefâ’isül-Mecâlis
2. Câmiul-Fezâil Ve Kàmiur-Rezâil
3. Miftâhus-Salât Ve Mirkàtün-Necât
4. Hulâsâtül-Ahbâr Fî Ahvâlin-Nebiyyil-Muhtâr
5. Habbetül-Muhabbe
6. Keşfül-Kınâ’ An Vechis-Semâ’
Hüdâyî’nin belli başlı Türkçe eserleri de şunlardır:
1. Divan
2. Necâtül-Garîk Fil-Cem’i vet-Tefrîk
3. Tarîkatnâme
4. Mektûbât
5. Nesâih Ve Mevâiz