Bunun müsebbibi yine ‘Yeryüzünde kan dökecek... fesat çıkaracak...’ denilen insandır. Milletlerin ve ülkelerin doymak bilmeyen zenginlik ve üstünlük hırsları, başkaları üzerinde emperyalist hedefler gütmelerine yol açmıştır. Gerek kişi bazında olsun gerekse de toplumsal bazda olsun fakirliğin yakıcı etkisi ancak yaşanırsa bilinir, hissedilir. Bundandır ki eskiler “Feqiri(Tunebun) kraseki ji agir e” (fakirlik ateşten bir gömlek gibidir) demişlerdir. Tıbbi tanımla, bir hastalığı iyice anlamak için önce hastalığın hikayesinin(yani başlangıcıyla, geçmişinin) öğrenilmesi, ardından tanı konulması ve uygun tedavinin yapılması gerekmektidir. Bunun için evvela uygun soruların sorulması gerekir. Hastalığa göre fizik tedavi, kemotarapi ya da çeşitli rehabilite edici formüllerden biri devreye konulur.
Yoksunluk ve mahrumiyet tarihimiz Avrupadaki Coğrafi Keşifler ve ardından Reform-Rönesans hareketlerinin iyi takip edilip yorumlanamamasıyla 18.yüzyıldan itibaren başlar. İslam coğrafyasının o günlerde tedrici olarak yaşamaya başladığı ekonomik krizler el an sürmektedir.
Seyfiyye sınıfının(asker) fetih/savaşlardaki başarısı ilmiyye(alimler) ve Mülkiyye(Bürokratlar) sınıfları tarafından yeterince desteklenemediğinden beslenemediğinden, bu tarihten itibaren askeri alanda da gerilemeler baş göstermiştir. Asli görevleri İslami ilimlerle birlikte pozitif bilimlerin önünü açmak olan bir kısım alim ile saraylı çıkar çevrelerinin işbirliğiyle İslam imparatorluğunun başkenti İstanbul’a matbaa resmi olarak ancak üç yüzyıl sonra gelebilmiştir. (1447-1728 )
Batı gün be gün güçlenirken İslam Coğrafyası zayıflayıp gerilemiş, bağımlı hale gelip düşmanlarını takip ve taklit illetine müptela olmuştur.
Avrupa ülkeleri, dünya halkları ve coğrafyası üzerinde yaklaşık dört yüzyıldır kurmuş olduğu sömürü düzeniyle milletlerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendi insanına akıtarak güçlü bir saltanat kurdular.
Sömürüye uğrayan ülke ve halkların birçoğu post-modern çağ denilen günümüzde bile toparlanmayı başaramamış, bazısı halen ortaçağ dönemini yaşamaktadır.
İslam Dünyası ise sadece alan olarak değil ideolojik ve dinsel anlamda da batıya alternatif bir altyapıya sahip olduğundan, daha ezici ve daha yıkıcı baskılara maruz kalmıştır.
Günümüzde gelinen nokta her müslümanın yüreğini yakacak, benliğinde öfkeli izler bırakacak tarzdadır. Birkaç körfez ülkesi sayılmazsa İslam ülkelerinin ahvali birbirinden acınılacak vaziyettedir. Öyle ki bir afet veya bir belaya maruz kalınmasa bile uzatılan mikrofonlarda yardım çığlıkları kulakları tırmalamakta ‘Nerede müslümanlar , nerede ümmet, nerede araplar?” feryadı kendisini unutturmamakta.
‘Feqir bi feqiran re bızewicin, parsek ji wan dibin”(fakirin fakirle evlenmesiyle; dilenci onlardan çıkar) sözünü bize hatırlatmaktadırlar.
Şimdi bu vakıayı doğuran sebepleri bulmamız gerek. Haber yapımında uygulanan 5N1K förmülünde merakı gideren en önemli sorulardan biridir NEDEN?
Neden sorusuyla ortaya konan olgunun mantıklı cevabı aranır. Soruyoruz:
-Neden, 57 İslam ülkesinin ticaret hacmi sadece Almanya kadar olamıyor?
-Neden, İKÖ kurulduğu günden beridir hep reaksiyoner davranır da, bırakın diğer ülkeleri ortadoğu hakkında dahi aksiyoner bir tavır alamıyor?
-Neden dünyanın en verimli topraklarının ve en önemli kara, hava ve deniz geçiş yollarının kontrolünü elinde bulunduran İslam ülkeleri bu avantajdan istifade edemiyor?
-Neden, üç semavi dine ve kadim medeniyetlere beşiklik yapan İslam Coğrafyası tarihi referanslardan, hem tarih hem kültür birikim ve zenginliklerinden faydalanamıyor?
-Neden karar alıcı mekanizmalar, kuruluşlar hep batılı başkentlerde oluyor da insanlık tarihinin en önemli şehirlerinden olan Kahire – Bağdat – İstanbul – Tahran... v.s atıl kalıyor? Neden tüm İslam ülkeleri batı başkentlerini gözler?
-Neden Müslüman halklar, sahip olunan petrol, doğalgaz vs. elementlerin kimler tarafından nerelere ve kimlere peşkeş çekildiğini sorgulamaz?
-Neden Suudi ve Katar gibi kaynak zengini körfez ülkelerinin kazanımlarını, ümmete ait olan zenginlikleri açlıkla, fakirlikle boğuşan müslüman halklara değil de israil’den daha büyük tehdit olarak gördükleri Şii bloğunu parçalama adına ortaya dökmeleri sorgulanmaz?
Ümmet olarak fakirlik illetinden kurtulamayışımızın daha iyi anlaşılması için birçok örnekten sadece Suudi Kraliyet Ailesini gözden geçirmek yeterli olacaktır. Sayısı üç bini bulan bu geniş ve özel ailenin(iş ilişkileri ve ihaleler v.s hariç) sadece devlet bütçesinden yıllık maaş olarak 10 milyar $ geliri vardır. Bu insanlar hiç ihtiyaçları olmadığı halde aldıkları bu paralarla bir hayır kurumu bir cami, bir kulliyenin yapım/onarımında görülmezler de, hayatları boyunca kullanmalarının mümkün olamayacağı kadar, yat-kat-car ve jetler alırken görülürler. Gazze’de 1.5 milyonu aşkın müslümanın ilkel tünellerle hayata bağlanmaları, yanı başlarında ki Somali ve Cibutide insanların ayaklarının altındaki suyu çıkaramadıkları için kırılmaları, Arakan’daki müslümanların haline kalemler kırılırken bunlar ve her ülkede benzeri bulunan İslami(!) geçinen, mütedeyyin olarak tanınan holding, kuruluş ve ailelerin her dem milyon dolarlarca parayı İslam’la alay eden reklam Kuruluşlarına, kültür-sanat etkinliği adı altında en küçük bir İslam’i motife yer vermeyen organizasyonlara sponsor olup savurmaları ruhlarımızı ezdiği kadar ümmetin içinden çıkamadığı fakr-u zaruret halinin sebebini de bize göstermektedir.
Ümmetin kaynakları eskiden işgalle zorbalıkla çalınır, gasp edilirdi. Şimdi ise işbirlikçiler ve gönüllü hayranlar tarafından aynı merkezlere taşınmaktadır.
Fakirlik ve beraberinde getirdiği zayıflık bu ümmetin kaderi değildir elbette. Emperyal güçler ve onların memurları gibi çalışan yerlilerden hesap soramayışımız, onların dümen suyunda gözü kapalı yaşamaya alışmış olmamızdır bizi zayıf kılan fakir bırakan. Her sessizlik onay anlaşıldığı için mazlumların sırtından inmez, enselerinde boza pişirmeye devam ederler.
İslam ümmetinin ve coğrafyasının yüzyılardır toparlanamayışını yine İslam’ın pak öğretilerine dayandıran müsteşrikler ve din düşmanları İslamı folklorik Hint felsefesi ve yozlaşmış Hristiyanlıkla karıştırırlar.
İslam tasavvufu da diğer dinlerdeki mistik akımlar gibi dünya ve içindekilerden alabildiğince uzaklaşma felsefesiyle hareket etti, lakin islam Devleti ( Medine )’nin kuruluş ve gelişme aşamalarında ısrarla dünyalık ardına düşülmemesi üzerine duruluyordu ki tüm din, fikir, akım , ideoloji ve devletlerin ortaya çıkışlarında elde edecekleri yükselme trentlerinin çok hızlı ve kısa süreceği bilinen bir olgudur. Medine islam devletide nihai fetihlkerini Hz. Osman hilafetinin ilk yarısında tamamlamıştır. Bu dönem zarfında devamlı olarak Müslümanlar dünyalık adına uyarılmıştır. Ele geçen ülkeler ve zenginlikler Müslümanlar tarafından sağduyuyla kullanıldığında Devlet’in izzeti artmış. Müslümanlar dünyalığa köle olmaya başlayınca fitneler baş göstermiştir.
Allah Resulü’nün ashabından Ehl-i Suffa gibi sıfır varlık sahipleri bulunduğu gibi Hz. Osman İbn Affan gibi oldukça zenginlerin de olduğunu ve bunların müteaddit defalar yüklü infaklarla Nebinin duasını aldıklarını, devletin yükünü omuzladıklarını okuruz.
Demek ki aslolan, servet sahibi olmanın kusur veya eksiklik, kınanma sebebi olmadığıdır. Kınanan ve korkulan “Servetin altında kalıp ona ait olup onu kendine efendi kılmaktır. Ki efendiler yer değiştirince ne olacağı da bellidir. Uşak efendisi hakkında tasarrufta bulunamaz.
Bu noktada, üstadın “Fakr-u Zaruret derdine san’at ve marifet dermanıyla müdahale edilmesi yerine yaklaşık 70 yıldır Ortadoğu halklarının kaynaklarını bitmek bilmeyen bir iştahla tüketen ve her biri Oxford, Cambridge, Sorbuon, Harward, Stanfourd… eğitimli batının gönüllü hizmet karları “40-50 yıl sonra biz zaten toprakta olacağız yedi soyumuza’da en güzel yerlerde onlarca malikane, köşk…v.s bıraktık rahatlığıyla yaşamalarını anlamak mümkün de, mazlum ve fakir halkların bu sömürüye kendilerini ve gelecek nesilleri adına sessiz kalmalarını anlamak mümkün değil.
Sıradan birinin evine hırsız girse, namusu, malını, mülkünü korumak pahasına gözünü kırpmadan tehlikeye atılır. Ama hırsızlık ve talan herkesi kapsayan sömürü şeklini almışsa “bela umumi olunca güzeldir” deyimindeki gibi vakıa hoş karşılanmaya başlanır. Ne yazık ki gerçekler insanların gözlerini açmaya yetmedi. İslam’ın dinanizminden beslenen güçlü karakterli önderlerine rağmen Müslüman kitleler tarihi refaranslarını kullanarak kutuplaşan dünyada saygın bir konum alamadılar.
Sözün özü: “Kevr’den(yükseldikten) sonra, Hevr’den(alçalmaktan) Allah’a sığınırız” diyen büyük peygambere layık bir ümmet olup İslam’ın altın çaplarını tekrar diriltme azminde yaşama diyeğiyle
Selam ve Dua ile / Faruk KUZU
doğruhaber