Şerrar, geleceğin sihirbazı olacak bu çocuğu şimdiden karşısına almak akıl karı değil diye düşünüp vaziyeti kurtarmaya çalıştı.
Komutan Şerrar: Siz bu yaşlı adamı tanıyorum diyorsanız, sanırım onu zindana götürme fikri hiç de iyi bir fikir olmayacaktır
Abdullah: Bu, bana bir iyilik olur. Kim bilir gelecekte bu iyiliğinizi telafi edecek imkânı bulabilirim
Komutan Şerrar: O halde biz gidelim. Kral Hazretleri ve tebaası bir iki saate kadar bizim devriye bölgemize girmiş olacaklar. Çevre güvenliği almamız gerekiyor. Ama sizce de mahzuru yoksa yanınıza birkaç muhafız versem diyorum. Bu aralar bazı harami grupların buralarda görüldüğü istihbaratını aldık..
Abdullah: (bu fikre hiç sıcak bakmadı. Çünkü yaşlı abidle baş başa kalmak istiyordu. Bunun heyecanıyla ani bir çıkış yaptı) Yok, Yok..! Muhafız falan istemez. Biz başımızın çaresine bakarız. (Yaşlı Abide dönüp) Değil mi Muhteşem Dede..
Yaşlı Abid: Evet, Evet.. Hem köyümüz bir at sürümlük mesafede
Komutan Şerrar: Küçük Efendi daha iyi bilir. O halde biz yolumuza koyulalım.
Şerrar’ın verdiği emirle askerler at bin yapıp tozu dumana katarak uzaklaştılar. Onların gözden kaybolmalarını bekleyen Abdullah ve Yaşlı Abid aynı anda birbirine dönüp aynı anda sordular
Abdullah: Adın ne senin?
Yaşlı Abid: Kimsin sen? Bana neden yardım ettin?
Her ikisi de aynı anda konuşunca ortaya çıkan duruma tebessüm ettiler. Biri diğerinin cevap vermesini bekledi, bu sefer sukutta ortak kaldılar. Sonra aynı anda tekrar konuşmaya başladılar
Abdullah: Seni arıyordum ben de..
Yaşlı Abid: Benim adım Yakup..
Her ikisinin de konuşmaları yine aynı anda vuku bulunca ortalık karışıyordu. Bu duruma ikisi de tatlı tatlı güldüler.
Abdullah: şöyle yapalım ben bekleyeyim sen başla..
Yaşlı Abid: Adım Yakup. Dedem şehid edilen Yakup peygamberden dolayı bu ismi bana vermiş. Senin adın ne?
Abdullah: Benim adım Abdullah. Ama ismimin nerden geldiğini bilmiyorum. Bana da dedem bu ismi vermiş ama ben dedemi hiç hatırlamıyorum. Sen az önce Yakup peygamber dedin.. Peygamber ne demek? Kral gibi bişey mi?
Yaşlı Abid: Sen peygamberin ne demek olduğunu bilmiyorsun değil mi? Tıpkı milyonlarca diğer genç nesiller gibi..
Abdullah: Geçen gün bana mağarada ne yaptığını anlatır mısın? Senin sözlerin gibi büyülü sözler hiç duymamıştım. Martil bile o sözlerdeki büyüye eminim hayran kalacak.
İhtiyar Abid: (Martil sözünü duyunca sırtına hançer saplanmış bir hal aldı) Sen Martil’i nerden tanıyorsun? Hem o komutan ve askerleri senden korkar bir hal içindeydiler. Sen kimsin a çocuk?
Abdullah: (Yüzünde tebessümle) Martil’i bu ülkede kim tanımaz ki..! Ama dediğin manada cevap vereyim. Ben onun öğrencisiyim. Bana bütün maharetlerini ve bildiği sihirleri öğretmek, beni geleceğin sihirbazı yapmak için yanına aldı. O komutan dediğin de namı ondan önce yürüyen Şerrar’dır. Sarayda herkes geleceğin büyücüsü olacağım için benden korkar. Neyse şimdi sen bana cevap ver Muhteşem Dede! Seni mağarada gördüğümde yaptığın o şey neydi? Sen kime sesleniyordun?
Yaşlı Abid: öğrenip de ne yapacaksın? İşine yaramaz ki senin.
İhtiyar Abid her ne kadar böyle konuşsa da Abdullah’ın tertemiz bir yüreğe sahip olduğunu görebiliyordu. Abdullah’da bir cevher olduğuna adı gibi emindi. Sihirbaz Martil’in Abdullah’ın zekâsını görmesi gibi o da kalbindeki ve fıtratındaki güzellikleri fark etmişti. Martil insanın hayvani yönünü alıp materyal olarak bakarken Yaşlı Abid, melekuti tarafından bakıp bir madde değil işlenmesi gereken manevi bir cevher görüyordu. Kim bilir kaç gece gizli sığınaklarda, mağaralarda kimsenin göremeyeceği, işitemeyeceği bir şekilde insanı materyale çeviren bu anlayıştan serzenişte bulunmuş, küfür ve inkardan kurulan dev makinelerin çarkları arasında heder edilen insanlarına ağlayıp durmuştu.
Aslında Yaşlı Abid Abdullah’ı başından savsaklayıp ondan kurtulmayı ve buralardan derhal alabildiğine uzaklaşmayı niyetinde kurmuştu. Sihirbaz Martil ve Kral kendisine dair bir bilgiye erişecek olursa onu hemen katlederdiler. Yıllar önce izini kaybettirmişti. Ve ülkedeki tüm Müslümanların kıyıma uğratıldığı katliamdan kurtulmuştu.
Yaşlı Abid o dağın başında her ne kadar Abdullah’dan kurtulmayı düşünüyorduysa da bir tarafı gitmekten onu men ediyordu. Vicdanı sızlıyor, içi içini yiyordu. Omuzlarının solundan gelen fısıltı “Yıllardır kendini unutturdun. Bir kerede her şeyi yıkma. Bırak bu çocuğu, çık git” derken sağından gelen seda ise “Yıllarca hep saklandın durdun. Artık birilerine Rabbini anlatma vakti gelmedi mi?” demekteydi. Yaşlı Abid Allah için olan biriydi. Her iki sesi de gayet iyi biliyordu. Bir taraftan gitmekte fayda görüyordu lakin Abdullah’ın yüreğinin temizliği, simasındaki masumiyet, gözlerindeki ışıltı içini burkuyordu. Hani sizden biriniz çocuğunuzu bir yangının orta yerinde bulsa da çığlıkları kulaklarınızı tırmalasa ne düşünürsünüz? Atılıp ateşin ta içine, çocuğunuzu bağrınıza basmaz mısınız? Onu öylece o ateşin içinde bırakmaya gönlünüz razı gelir mi? Ya da bir ceylan yavrusunu bir tuzağa yakalanmış görseniz, zayıf ama günahsız inlemeleri vicdanınızda yer bulmaz mı? Şu ceylan yavrusunu bu hain tuzaktan kurtarayım demez misiniz? Hangi vicdan iniltilere kulak tıkayıp arkasını dönerek çeker gider? Yaşlı Abid, imanın tüm emarelerinin yok edildiği o beldede Abdullah’ın ruhundaki imdat çığlıklarını duyuyordu. Yangında canhıraş feryatlarını seyrediyordu. Solundaki ses “çek git! Sana ne!” derken vicdanı buna müsaade etmiyordu.
Abdullah’ın masum yüzüne bir daha baktı.. Yıllardır saklanıp durmuştu. Yeterdi artık.
Yaşlı Abid: Bak çocuk o mağarada ne yaptığımı öğrenmek mi istiyorsun?
Abdullah: (Heyecanla) Evet, Evet..
Yaşlı Abid: Tamam sana bildiğim her şeyi öğreteceğim ama bana söz vermelisin. Günü gelinceye kadar kimseye ama kimseye ne benden ne sana öğreteceklerimden bahsedeceksin. Bana bunun garantisini verebilecek misin?
Abdullah: Ben Martil’e de aynı sözü verdim. Ondan çok sırlar aldım, büyü diye bilinen ama basit oyunlardan ibaret olan sihir esrarının bir tanesini bile annemle dahi paylaşmadım. Bana güvenebilirsin.
Abdullah’ın Martil’i referans göstermesi Yaşlı Abidi daha bir ikna etmişti,
Yaşlı Abid: Tamam o zaman. Hadi ilk dersimize başlayalım.
Abdullah: Burada mı, hemen mi?
Yaşlı Abid: Yok, burada değil. İstersen mağaraya gidelim
Abdullah: Ben seninle her yere varım.
Beraberce mağaraya indiler. Mağaranın tepesindeki delikten mağaranın içine huzme halinde inen güneş ışığının aydınlığında bağdaş kurdular. İlk ders Abdullah’a onu ve gördüğü her şeyi, göremediği ama varlığından şüphesi olmayan her şeyi, ne gördüğü ne de bildiği varlıkların tümünü yoktan yaratan Allah’ı anlatmaktı.
Yaşlı Abid anlattıkça Abdullah dinliyor, dinledikçe sonu gelmez manevi bir bahçeye girmiş gibi kendinden/benliğinden kopup uzaklaşıyordu. Yaşlı Abid Yakup, Allah’ın varlığını, birliğini, kullarına bahşettiği sonu gelmez nimetlerini, rahmetini… anlattıkça Abdullah bulunduğu dünyayı terk etmişti.
Saatler geçmişti. Mağaranın tepe deliğinden içeri süzülen ışıklar zayıflamış, kırılma noktası mağaradan sapmıştı. Bu akşamın yaklaştığını gösteriyordu. Abdullah iki elini de yummuş çenesinin altında birleştirmişti. Bağdaş kurarak oturduğu yerden mest olmuş halde dinlemeye devam ediyordu. Gözlerini bir an bile ihtiyarın nur yüzünden ayırmıyordu. Geçen zamanın farkında değildi. İhtiyar onu uyarmak zorunda kaldı.
Yaşlı Abid: Bugünlük bu kadar yeter. Vakit geç oldu. Ailen seni merak etmeden evine dön..
Abdullah: (Üzülmüş bir hali vardı) Peki bir daha görüşebilecek miyiz?
Yaşlı Abid: Sen istiyorsan her zaman görüşürüz
Abdullah: Bu güzel işte. O zaman yarın görüşelim
Yaşlı Abid: Tamam. Sabah burada buluşalım
Abdullah: (Durakladı) Sabah mı? Martil bu gece dönmüş olacak. Sabah erkenden sarayda olmam lazım. Tüh be! Nasıl yapsak?
Yaşlı Abid: Sen saraya giderken uğra, yarın konuşuruz. Hemen gidersin, gecikmemiş de olursun
Abdullah: tamam, anlaştık deyip kalktı. İhtiyar da onunla kalktı. Abdullah kendini ihtiyarın bağrına attı. Sıkıca kendine bastı. Bir anlık şaşkınlık yaşayan yaşlı abid tebessümle kollarını Abdullah’ın sırtında birleştirdi. Daha yeni tanışmış olmalarına rağmen aralarında çok sağlam ve sıcak bir muhabbet oluşuvermişti. Abdullah ihtiyarın bağrında tarifi imkansız bir koku alırken, yıllar önce Kralın askerleri tarafından öldürülen torununu hatırlayan yaşlı abidin gözleri nemlendi. Öldürüldüğünde torunu Abdullah’ın şimdiki yaşındaydı. Gözlerindeki nemin damlalara dönüşeceğini hisseden Yaşlı Abid
“Haydi daha fazla gecikme” diyerek Abdullah’a yol vermeye çalıştı. Abdullah sevinçle “Yarın sabah sana geleceğim. Sakın bir yere ayrılma” diyerek mağaradan kendini dışarı attı. Tıpkı bir kelebek gibi neşeliydi.
*** *** *** *** ***
Abdullah eve kavuştuğunda güneş yeni batmıştı. Katırını doğruca ahıra götürüp semerini çözdü. Yem torbasına arpa doldurup torbanın ağzını katırın ağzına gelecek şekilde boynuna astı ve koşarak eve gitti. Evin kapısını açıp odaya girişi öyle gürültülü oldu ki babası, babaannesi ve annesi donup kaldılar. Abdullah direk annesinin yanaklarına öpücükler kondurdu. Ondan ninesinin kucağına atıldı. Onu da öpücüklere boğup “Nasılsın nineciğim?” diye de hal sordu. Ev halkı Abdullah’ın bu sevinçten uçar haline bir anlam veremedilerse de onun sevinci hepsini sevindirdi.
Babası: Hayırdır oğlum! Bu ne sevinç böyle?
Ninesi: Sen niye geciktin?
Abdullah hiçbir soruyu duyacak halde değildi. “Hepinizi çok seviyorum.. Beni ararsanız damdayım” deyip evden geldiği gibi gürültülerle çıktı. Doğruca evlerinin damına çıktı ve sırt üstü uzandı. Göklere baktı, gözleri yıldızların arasındaki boşlukları doldururmuşçasına düşünmeye başladı.
“Benim güzel Allah’ım! Kalbim ve ruhum bu andan sonra yalnız senindir. Kendimi her şeyimle sana teslim ediyorum. Ve and içiyorum Seni diğer insanlar da tanısınlar için elimden ne gelirse yapacağım”
DEVAM EDECEK
Ziya Çevlik / İnzar Dergisi Mart 2011