Hikâye şöyle: Ağanın uşağı koşa koşa ağanın evine gelir ve nefes nefese “Ağa ağa” diye bağırır. Ağa “Ne oldu ula” deyince uşak “Ağa velle Heso mır” (ağa vallahi Heso öldü) der.

Heso ağanın uşaklarından biri. Ağa çok şaşırmıştır. Bu anlamsız ve de münasebetsiz (!) ölüme bir anlam veremediğini belirtircesine kafasını bir sağa bir sola sallar ve “yo ha lı mala Heso nan hebu pivaz jı hebu. Aceb Heso çıma mır?” (ya hu Heso’nun evinde ekmek de vardı, soğan da. Acaba Heso niçin öldü?) der. Yani ağanın zihniyetine göre eğer Heso’nun ekmeği varsa, soğanı da varsa artık Heso’nun buna rağmen de ölmesi münasebetsiz, anlaşılmaz bir şeydir.


Cezaevinde meydana gelen olaylardan, özellikle Şanlıurfa cezaevinde meydana gelip de onlarca mahkumun yanarak ölmesiyle sonuçlanan olaydan sonra hükümet yetkililerinin beyan ve tavırlarını gördüğümde bu hikayecik aklıma geldi. Doğrusu hükümet yetkililerinin beyan ve tavırları hikayedir. Ağanın durumundan pek farklı değildi. Yetkililer neredeyse şunu demeye getiriyorlardı. Yahu “biz size bol bol cezaevi yapıyoruz, ekmeğinizi suyunuzu da veriyoruz.

Aha ne diye orada burada kendinizi yakıyorsunuz? zaten neredeyse on yıldan uzun bir zamandır siz daha önceden cezaevindeki telefonlardan ana babalarınızla Kürtçe (yani kendi ana dilinizde) konuşamıyordunuz. Bizim sayemizde artık konuşabiliyorsunuz” diye başımıza kakıp duruyorlardı. Büyük ihtimalle yetkililer ve Adalet Bakanı kendi kendine “yahu biz bunlara bu kadar modern cezaevleri yapıyoruz, cezaevlerinde Kürtçe konuşmalarına da izin verdik. Acaba bunlar hala da ne istiyorlar, niçin ölüyorlar?” diye düşünüyordur. Gerçi televizyon haberlerinde Adalet Bakan`ın “Mahkûmlar rüyalarıma giriyor” dediğini öğrendim. Ama hiçbir şey yapmadıktan sonra bu sözlerin ne değeri var ve bunlara kim inanır?


Tabi ben yetkilinin adalet sistemindeki ve cezaevlerindeki vahim durumu gerçekten bilmediklerinden mi yoksa durumu bildikleri halde vaziyeti kurtarma amacıyla mı böyle konuştuklarını bilmiyorum. Aslında bunu bilmemeleri mümkün değil.

Çünkü her şey bütün toplumun gözü önünde olup bitiyor ve bu sorunlar sayesinde siyasetçisinden medyacısına, tutuklu ve hükümlü avukatlarından diğer bir çok kesime devamlı olarak gündeme getirilen hatta şahsi olarak bu işin yetkililerine anlatılan sorunlardır. Özellikle Ergenekon, balyoz, şike vs. davalarından birçok kodaman da içeri girdikten sonra bu sorunlar daha da çok dile getirildi. Ama bir an için yetkililerin ve bakanın bunu bilmediğini zannetsek bile acaba bu anlam bu olaydaki sorumluluğunu azaltıyor mu? Neticede söz konusu olan bu cezaevleri kuzey veya güney kutbunda değil, bu memleketin göbeğindedirler. Ve bakan bey istediği an helikopterine veya uçağa binerek gidip buraları görme imkanı ve yetkisi vardır. Tabi gittiği zaman da sadece gidip idarecilerden bilgi almak şeklinde değil, bizzat mahkumlardan bilgi almalı, durumu bizzat yerinde görmelidir. Eğer gidip te cezaevi idarecilerinden bilgi alacaksa zahmet edip de bunu hiç yapmasın.

Çünkü idarecilere göre her zaman için asayiş berkemal olup hiçbir sorun yoktur. Şimdiye kadar da hep böyle sürüp gitmiştir. Ondan sonra da bakıyorsunuz ki bütün cezaevlerinde olaylar patlak verip cenazeler çıkmaya başlıyor.


Oysa bakan bey zahmet edip de cezaevlerinin (özellikle güneydoğudaki cezaevlerinde) birkaç odasını gezip birkaç mahkumla konuşsaydı o mahkumlar cezaevlerinde yaşanan çileleri bir bir anlatırlardı. Odalarda insanların nasıl üst üste yığıldığını, 7 – 8 kişilik odalarda 15 – 20 kişinin (ki bazı yerlerde bu sayı katlanıyor) bir tek tuvalet kullanmaktan karın, bağırsak ve mide rahatsızlıkları çektiğini, geceleri ranzalarda yer bulamadığından yerlerde yatanların bir birilerine basmamak için azami dikkat etmeye çalıştıklarını, sıcak bölgelerdeki cezaevlerinde kalanların soğutucu bulunmadığından nasıl fenalıklar geçirdiğini, kötü yemekler ve cezaevi şartlarının kötü olmasından kaynaklanan stres yüzünden insanların nasıl çeşitli kanser türlerinden öldüklerini, evet bunların hepsini öğrenirdi.


Ama mahkumlar bunları bile dile getirmekten korkuyorlar. Çünkü Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu bölgenin insanlarına uygulanan insanlık dışı muamele, kafalarının üzerinde bir tehdit unsuru olarak duruyor. “SÜRGÜN” yani bu günkü yumuşatılmış haliyle “sevk.” Siz iki zulümden birine razı olmak zorundasınız. Ya bölge cezaevlerinde insanlık dışı uygulamaya razı olursunuz, ya da sizi memleketinizden; ana, baba, çoluk çocuğunuzdan binlerce kilometre uzağa gönderirler. Sizinle beraber bu sefer aileniz, çoluk çocuğunuz da perişan olur. Bu, bir süre öncesine kadar böyleydi.

Fakat son zamanlarda artık bütün olumsuzluk ve sıkıntılarına rağmen bölgede kalmak istesen de bırakmıyorlar. Artık kafile kafile batıdaki cezaevlerine gönderiyorlar. Yani bakanlık kendince çözümü bulmuş. Çözüm yaşanan zulümlere bir başka zulüm eklemek. Yani mahkumları, isteseler de istemeseler de memleketlerinden alıp kilometrelerce uzağa, hem de memleketin en kuytu köşelerindeki cezaevlerine göndermek. Bahane hazırdır: Kapasite yetersizliği.


Evet sayın Bakan ve sayın yetkililer; maalesef Türkiye Cumhuriyetinde en kötü işleyen kurum adalet kurumu. Eğer buna inanmıyorsanız bir anket yaptırın da sonucuna bir bakın. Çünkü sizin yönetiminizde bulunan ceza infaz kurumlarında insanlar kendini yakıyor. İntihar ediyor, kafayı yiyorlar, sıkıntı ve eziyetlerden dolayı ölümcül hastalıklara yakalanıyorlar. İnsanların bir kısmı (Mesela Şanlıurfa, Osmaniye, Pozantı gibi) basına yansıyorken bazıları da basına hiç yansımıyor.

Çünkü bu konuyla ilgili basın yayın sansür uyguluyor. Kimsenin pek ilgilenmediği, ilgilenmek istemediği yerler olduğu için bu vakaların çoğu duyulmuyor. Özellikle intihar edenler, cezaevindeki kötü koşullar sebebiyle ölümcül hastalıklara yakalanıp ölenler hiç duyulmuyor. Ama sadece bu durumla ilgili istatistiksel bir araştırma yapılırsa durumun vahameti o zaman anlaşılacaktır.


Peki, bunlar niçin oluyor?
Evet, cezaevinde bulunmanın bizzat kendisi bir sıkıntı sebebidir. Ama bu sıkıntı hiçbir zaman kişinin kendisini yakmasına ya da bu olaylara sebep olmaya götürecek nitelikte değildir. Öyle ise adalet siteminde ve cezaevlerinde ters giden bir şeyler vardır. Esasen bu memlekette yaşayıp da adalet sistemindeki çarpıklığı bilmeyen kimse yoktur. Çünkü her gün gazetelerde, televizyonlarda bunların örneklerini görüyor, işitiyoruz. Artık bırakın haber konusu olmasını daha çok skeç ve karikatürlere konu oluyor. Yani işin kısa özeti; eğer adalet kurumuna işin düşecekse gariban biri olmayacaksın. Çünkü bu kurumda bütün kanun ve yönetmelikler kodamanlar için yapılır. Bunun en son örneklerini zaten herkes görüyor. Meclisin canla başla çalışıp Ergenekoncuları, milletvekillerini, balyozcuları, şikecileri ve bilumum kodamanları çıkarmak için nasıl cansiperane çalışıp kanun çıkardığını gördük. Ama 10 yıldan fazla bir süre tutuklu kalıp da davaları sonuçlanmadığı için tahliye edilen bazı tutuklular için fırtına koparıp Yargıtay’a ateş püskürenlere de tanıklık ettik. Ayrıca Mehmet Ağar gibilerine nasıl özel cezaevi tahsis edildiğini de herkes görüyordur. Eğer bu kuruma, hele de cezaevlerine bir garibanın işi düşerse vay haline, artık ilelebet hatırlanmaz. Kimse varlığının veya yokluğunun farkında bile olmaz.


İşte bu yüzden cezaevlerinde bu olaylar yaşanıyor. Bu mahkûmlar birer birer ölüyor, intihar ediyorlar, kendilerini yakıyorlar, ölümcül hastalıklara yakalanıyorlar. Zira Türkiye Cumhuriyetindeki adalet sisteminde ıslah değil imha stratejisi uygulanıyor. Sizin döneminizde cezaevleri her bakımdan tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Mahkûmlar bu dönemde, daha önceki dönemlerde kendilerine verilmiş olan haklardan da yavaş yavaş mahrum kalıyorlar.

Bunların detaylarını yazmak mümkün ama bu yazının sınırlarını aşıyor. Sizin verilmiş gibi gösterdiğiniz haklar ise hep kâğıt üzerinde kalıyor, uygulanmıyor. Hakları işlevsizleştirmenin birçok yolu var. Örneğin genelgede “Her mahkûmun, ayda bir tanesi açık olmak üzere 4 tane görüş hakkı vardır” diye geçer. Ama siz bizleri memleketimizden öyle kilometrelerce uzaklara, Erzurumlara, Tokatlara, Gümüşhane, Ordu, Giresunlara gönderdiniz ki bırakın ayda dört görüş yapmayı, 5 – 6 ayda bir tane görüş yapamadığımız zamanlar bile oluyor. Bu, kâğıt üzerinde verilmiş gibi gösterilen hakları işlevsizleştirmek değil de nedir? Eskiden görüş süreleri biraz daha uzunken sizin döneminizde en asgari seviyeye indirildi. Öyle ki ailelerimiz yüzlerce (bazı yerlerde binlerce) kilometre uzaklardan görüşe geldiklerinde doğru dürüst birbirimizi anlayamadan görüş bitiyor ve yine yüzlerce kilometre yol kat edip dönüyorlar. Esasen başka hiçbir günahınız olmasa bile sadece çocukları cezaevinde olup da yaşlılık ve hastalıklardan dolayı uzak şehirlere çocuklarını ziyarete gidemeyen ana – babaların, babalarını aylarca bu yüzden göremeyen yavruların vebali size yeter. Bu günah sizin hem dünyanız hem de ahiretinizi berbat etmek için yeter. Çünkü siz sadece mahkûmu cezalandırmıyorsunuz, onlara ceza vermekle yetinmiyorsunuz. Onların ana, baba, eş ve çocuklarını da cezalandırıyorsunuz. Bunlar dile getirildiğinde mazeretiniz hep “Biz bölgede şu kadar cezaevi inşa ediyoruz.

Bunlar bitene kadar sabredin” oluyor. Belki insanların en son isteyeceği şey cezaevi yapımıdır. Ama ne yazık ki siz bizi cezaevi yapılmasını isteyecek duruma getirdiniz. Ama bunu bile yapmıyorsunuz. Eğer isteseydiniz şimdiye kadar çoktan bunların yapımını bitirmiştiniz. Çünkü biz istediğiniz şeyleri çok çabuk bitirdiğinizi görüyoruz. Bu cezaevleri yapılana kadar kaç mahkûm sıkıntı ve kederinden ölecek, Allah bilir. Çünkü insanları ayakta tutan en kuvvetli dayanaklardan biri de ailesi, çoluk çocuğudur. Siz mahkûmları ayakta tutan en kuvvetli dayanaktan mahrum bırakıyorsunuz. Hatta birçok mahkûm, bölgedeki cezaevlerinin yapımı bittiğinde de kendilerini bölgeye götüreceğinizden kuşku duyuyor. Çünkü kendilerini memleketlerinden uzağa göndermenin asıl sebebinin yer sıkıntısı değil imha stratejisi olduğunu düşünüyor.


Mahkûmlar bulundukları cezaevlerinden, ailelerinden yüzlerce kilometre uzaktaki cezaevlerine nakledilir. Bu Şanlıurfa’daki mahkumlar için de böyle oldu, Pozantı cezaevinde kalan çocuklar için de. Olaydan kendileri mağdur oldu. Ama bakanlık kendilerini suçlu kabul edip ailelerinden uzak cezaevine sürgün etmek suretiyle hem kendilerini hem de ailelerini ikinci kez cezalandırdı. Yani uzun süreden beri uzak cezaevlerine sürgün, bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor. Mahkûmlar uzak yerlere sürgün korkusuyla her türlü haksızlığı sineye çekiyorlar. Uzun sözün kısası artık birilerinin bakana ve diğer yetkililere, mahkum ve tutuklulara ağanın Heso’ya baktığı gibi bakmamaları gerektiğini Heso’nun ekmek ve soğandan başka şeylere de insanca bir yaşama adalete, eşitliğe ve özgürlüğü ihtiyacı olduğunu bildirmesi lazım, yoksa Heso’lar ölmeye devam edecek ve daha çok Heso ölecek.


Erzurum F Tipi Kapalı Cezaevi
F-2 Mehmet Garip Özer


Not: ‘Cezaevinden Mektup Var’ sayfasını bundan böyle Türkiye’nin dört bir yanındaki zindanlarda kalan siz Müslümanlardan gelecek yazılara ayıracağız inşallah. Gönderilecek yazıların okunaklı olmasına dikkat etmekle beraber, gönderenin ad, soyad, yaş ve kalınan cezaevinin adını unutmayalım. Gönderilen yazıların iki sayfayı geçmemesi önemle rica olunur. Yazım konusu serbest; her türlü sorun, sıkıntı, hasbihal, siyasi analiz, hikaye, duygusal, edebiyat içerikli yazılar gönderilebilir. Gelen yazılar değerlendirildikten sonra yayınlanacaktır.